Istırap ile besleniyoruz artık. Biri bize etimizin nasıl üretildiğiyle ilgili bir film göstermeye yeltenecek olsa, bir korku filmi izleyeceğimizden eminiz. Belki de içten içe fazlasını biliyor, bildiklerimizi hafızalarımızın karanlık köşelerinde zapt ediyoruz. Sınaî çiftliklerde işlenmiş etler yediğimizde karnımızı gerçek anlamda işkence görmüş etle doyuruyoruz. İşkence görmüş o et, giderek bizim bedenimizle bütünleşiyor.*
Yaklaşık dokuz aydır et yemiyorum. Vejetaryen miyim, hayır. Bazen seçeneksizlikten (oysa isteyince her zaman bulunur bir alternatif), bazen de nezaket kuralları öyle gerektirdiğinden, biraz da henüz çok bilinçli bir beslenme sistemi oturtmadığımdan, uzak ara da olsa balık yiyor ve pişiriyorum. Geçen ay annemin yaptığı sulu köfteden de biraz yedim mesela. Benim için özenle hazırladığı yemeği geri çevirip de niye kırayım prensesimi? Üstelik lezzetliydi de. Annem diye söylemiyorum pek güzel yemek yapar. Anladığınız üzere etin tadıyla bir derdim yok. Canım kebap, kokoreç, tantuni, ekmek arası köfte de çekiyor. Ama aklımdan her geçeni yapmak zorunda değilim.
Aslında önceleri, hem de uzun bir süre canım hiç çekmedi. “Yoga yapıyorum, o halde hemen vejetaryen olayım,” türünden bir karar vermiş değildim. Zaten “Yoga yapan et yemesin,” gibi bir kaide de yok. Madem vücudum bunu istemiyor, o zaman yemeyiveririm, dedim. Sebebini düşünmedim bile. Sonuçta iştahım her zamanki yerindeydi, yemekten keyif alıyordum. Sadece et istemiyordum.
Günler böyle geçerken biraz kafa yormaya başladım. Yogada beslenmeye dair “Yemek için yaşamak yerine yaşamak için ye,”** sözü benimsenir ve bir de şöyle denir: “Ne yersen, osun.” Başka bir deyişle yetinmeyi bilmek ve yiyeceğini seçmek. Canım çekse dahi bir hayvanın etini yememeyi seçebilirim. Menüdeki diğer seçeneklerle yetinebilirim. Amaç açlığı gidermek değilse, nedir? (Hem de vejetaryen yeme tarzının en az hayvansal gıdayla beslenmek kadar sağlıklı olduğu artık biliniyorken)
Tam da o sıralar Osho’nun bir kitabını okuyordum. Kitapta et yemek üzerine özetle şöyle diyordu: Bir hayvanın tam öldürülme anındaki psikolojisini düşünün. Annesinden ayrılan bir süt kuzusunu, gırtlağı kesilmek üzere olan bir tavuğu örneğin. Hani bir enerji lafıdır almış gidiyor ya, o hayvan içinde nasıl bir enerjiyi hapsedip de tabağınıza geliyordur acaba? Vücudunuza o etle birlikte korku, dehşet, ümitsizlik, çaresizlik gibi birçok duyguyu da alıyor olabilir misiniz? İçinizdeki hırs, öfke, saldırganlık gibi duyguların bir kaynağı da yedikleriniz olabilir mi? Doğruluğunda ısrar edecek kadar bilgi sahibi değilim ama bence üzerinde düşünmeye değer.
Devam edelim… Benimkisi biraz sonuçtan sebebe giden bir yaklaşım oldu. İçten gelen bir dürtüyle et yememeyi seçtim ve sonra üzerine düşünmeye, bilgilenmeye başladım. Bir de belki en azından birkaç hayvan benim seçimimle hayatta kalır, dedim. Hani gayet güzel bir seferberlikle kedi ve köpekler “Ölüm Yasası”ndan korunmaya çalışılıyor ya, aynı coşkunun neden bir inek, balık ya da tavuk için gösterilmediğini düşündüm. Etleri lezzetli diye mi?
Temmuz ayıydı, Jonathan Safran Foer’in kitabı Siren Yayınları’ndan çıktı. Bir kere adı muhteşem: Hayvan Yemek. Tabağınızdaki etin bilmem nere usulü schnitzel ya da bilmem neli kavurma gibi soyutlamaların ötesinde, düpedüz ölü bir hayvan olduğunu sokuyor gözünüze. Sonra o hayvanın hangi koşullarda, ne tür bir zulümle “üretildiğini” öğreniyorsunuz. Et amaçlı besiciliğin küresel ısınmaya verdiği devasa boyutlardaki zarar araştırmalarla, verilerle önünüze seriliyor. Et yiyen bir insanın çevreye duyarlılık konusunda ahkâm kesmesinin trajikomikliğini görüyorsunuz. Bu kitabı herkese tavsiye ederim. Hep birlikte et yemeyi bırakalım diye değil, bu bilinçli cahillikten kurtulalım diye.
Böyle işte. Bunları niye yazdım? Özellikle yemek sofrasında sorulan “Aa yemiyor musun, neden?” sorusuna cevabımın karşımdaki kişiyi incitebileceğini ya da lüzumsuz tartışmalara yol açabileceğini düşündüğüm için. Zira insanların midesine girenlerle ilgili bir problemim yok. Kimseyi ikna etmek, değiştirmek gibi bir derdim de yok. Kendim için, beni yormayan bir çaba gösteriyorum. Başta söylediğim gibi, vejetaryen sayılmam. Ama sözgelimi yavru bir kedinin katledilmesine gözyaşı döküp akşama kuzu pirzola yapmak da giderek daha tuhaf geliyor. Kendi adıma sözde ve eylemde doğru, tutarlı bir insan olmaya çalışıyorum. Olabildiğimce. Hepsi bu.
*Hayvan Yemek, Jonathan Safran Foer, Çeviren: Garo Kargıcı, Siren Yayınları, 2012
**Asana Pranayama Mudra Bandha, Swami Satyananda Saraswati, Yoga Publications Trust, 2008
Ben de artik yemiyorum, cunku internette ineklerin, kuzunun, tavugun nasil olduruldugunu gordum. Insanlar, evrim surecinden bu gune gelirken cok cana kiymis, herhalde tum kotu hislerimiz de tarih boyunca canina kiydiklarimizdan geliyor. En fazla balik yiyebilirim. Hindistanda “ahimsa” ilkesi var, orada da kendi canimiz baskasinin kaniyla beslenmememiz gerektigi soyleniyor.