“O”… Bir deli oğlan… Bir serseri mayın… Bir deli fişek… “O”nu tanıdığımda ben on altı, o ise on dört yaşındaydı. Boyuna oranla kilosu biraz fazla, tombul, tıknaz bir çocuktu.
Yaşının üstünde bir yetenekle lise tiyatro grubuna seçilmişti ve yıl sonu liseler arası bölgesel tiyatro yarışmasına katılacak tiyatro grubunda kendisine hiçte fena sayılmayacak bir rol kapmıştı. Henüz ortaokul yaşlarındaydı.
Hayat ona hak ettiğinden, kaldırabileceğinden çok daha fazla yük yüklemişti. Henüz çocukluktan, kanın deli aktığı döneme adım atarken hayattaki tek ve en önemli idolünü kaybetmişti: Babasını… Ama kendisinden beklenmedik bir sağlamlıkla karşılamıştı bu acıyı. Vakur bir metanetle esen sert rüzgarlara rağmen ayakta dimdik duruyordu onu tanıdığım dönemlerde. Asla gözlerini yaşlı görmedim babasından bahsederken. Aksine, ailesine ve en çokta annesine karşı sağlam durması gerektiğinin fazlasıyla bilincinde, hep başını dik tutmaya çalışıyordu hayata karşı.
Eğlenceli bir çocuktu “O”. Neşeliydi… Hayat karşı hep bir alaycı tavrı vardı o zamanlar nedenini kimsenin anlayamadığı. Hayranlıkla izlerdik yaşça bizden küçük ama mangal gibi yüreği olan bu çocuğu. En ufak bir olumsuzlukta onun adı geçer aramızda ve ondan güç almaya çalışırdık. Onun gibi sağlam durmanın yollarını arar ve onun sağlamlığını, onun gücünü örnek almaya çalışırdık.
Birlikte çok eğlenmiş, çok şey öğrenmiştik hayattan. Aşkı konuşmuştuk. Sevmeyi, gerekirse sevilmeden bile sevmeyi ve aslında aşkların en güzelinin de birazda böylesi olduğunu bulup çıkarmıştık. Gençler arasında sigara içmenin moda olduğu zamanlarda biz pipoyu denemiştik. Farklı olduğumuzu kendimize ispat için. Ama ben pipoya alışamamıştım, “O”da sigaraya…
Garip bir çocuktu “O”. Sadıktı dostlarına… Gözünü budaktan sakınmazdı. Dayak yiyeceğini bile bile girerdi bizimle kavgalara ve en ağır hasarı o alırdı aramızda. Kanımızın verdiği delilik sertifikası ile en anlamsız cesaret gösterilerinin hep en baş kahramanı olurdu.
Sürekli şaşırtırdı beni. Onu takip edemezdim çoğu zaman. Fakat bir kere ruhunun gizli kapaklı derinliklerine yaklaştığımı hissetmiş ve ürkmüştüm.
Çok sıcak ve nemli bir memleketin çocuğu olduğumuz için yaz ayları geldiğinde ve sıcaklar bastırdığında kendimizi şehirden “yayla” adı verilen dağlık köy evlerine atmak olurdu. Bir şehir çocuğu olduğumuz ve köy hayatından bihaber olduğumuz için sabahtan akşama kadar kendimiz dağlara dolaşmaya vururduk. Elimizde bir ağaç dalından kotarılmış yarım yamalak asalar ile bodur seyyah edasında cenneti keşfe çıkardık. “O”nunla bir keşif gezimizde kimsenin inmeyeceği derinlere, kimsenin girmeyeceği yerlere girdik. Sonunda belki de gerçekten cenneti keşfettik. Huzuru… Muhteşem bir manzara kelimenin tam anlamı ile ayaklarımızın altındaydı. Evet, gerçekten ayaklarımızın altındaydı, çünkü bir adım altımız uçurumdu ve ne kadar derinliği olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. Nefes bile almadan karşıma çıkan o manzaranın tadını çıkarıyordum. Huzurun resmi bu olmalıydı. Doğanın en saf, el değmemiş, göz görmemiş bir köşeni bulmuştuk. Aslında “O” buranın çoktan beri farkındaymış da, beni getirmek için bu kadar beklemiş.
“Ben…” dedi, “Ben, sık sık gelirim buraya. Ne zaman kafamı dinlemek istesem kendimi buraya atarım.”
Nedeni bilinmez ama ben işte ilk o zaman hissettim “O”nun aslında bizim bildiğimizden, bizim tanıdığımızdan çok daha derinlerde çok daha farklı bir “O” yaşatıyor ama onu kimse ile tanıştırmak istemiyor. Onu buna zorlayamazdım. Kendi mutluluğunu kendisi yaratacaktı. Yada mutsuzluğunu… Ama en azından kimseye hesabını sormaya hakkı olmayacaktı sonrası için.
Sonrası… Sonrası kopuk aslında uzun bir dönem. Sonra savrulduk hepimiz bir yerlere ve bu savrulmadan hasar almamak için bir yerlere, bir şeylere tutunma mücadelesine girdik. Yıllar sürdü… Hala da duyuyorum bir çoğu devam ediyormuş mücadelesine bıkmadan, usanmadan. “Teslim olmam sana ey zalim felek!!!!” diye haykırarak… J
Teslim olanlar arasından başarılı olanları duydukça gururlanıyorum, sanki ben başarmışım gibi. Yada onun bir dönem hayatında bulunmak bana bir ayrıcalık sağlayacakmış gibi. Bazıları kaset çıkarmış, bazıları kitap yazmış… Kimileri şirket kurmuş, kimileri o şirketi almış yürütmüş, holding olma yoluna sokmuş… Bir çoğumuz evlenmiş. Evlenenlerin bir çoğunun çocuğu olmuş. Hatta bir kısmı onları büyütmüş bile. Yani neredeyse az daha bekleseler dede, nene olacaklar utanmadan…
Peki “O”na ne olmuştu bütün bu zaman sonunda? Bir şekilde, bir yerlerden hemen hemen bütün arkadaşların, bütün dostların haberleri ulaşırdı insana. Yolda yürürken, bir lokantaya girerken karşılaşılan eski bir dost ile ayaküstü selamlaşmanın ardından hemen haber özetleri geçer gibi,
“Eeee, Murat.. Bizim çocuklardan kimleri görüyorsun?” sorusu patlar ve bir çırpıda insanların ellerinde ne varsa değiş tokuş eder karşısında yıllardır görmediği ama sanki daha dün ayrılmış gibi kaldıkları yerden başladıkları sohbete.
“Hasan vardı bizim hatırlarsan, hani son sene hocalarla ilgili bir parodi hazırlamıştı sene sonunda…”
“Hıı,hıııı… Hatırladım… Hani şu gözlüklü çocuk, çok okuyan???”
“Evet ya, aynen… İşte o. Yazar olmuş abicim, herif… Üstelik ikinci kitabını çıkarmış bu aralar.”
“Hadi bee… Afferim lan herife… Bizim Gürler’i hatırlarsın hani Nur’la bir küs, bir barışık..”
“Eee!”
“İşte onlar… Sonunda evlendiler…. Gürler, bizim şirkette çalışıyor şimdi. Ama hala aynılar be baba. Kurtulamadık yani…” şeklinde ve gülüşmeler eşliğinde uzar gider muhabbet…
Ardından telefon numaraları alınarak, varsa kartvizitler verilerek, ama mutlaka ve mutlaka “görüşelim bir ara, yengeyi de al gel olum…” temennisi ile ayrılınır. Ama sonra da bir başka tesadüfi karşılaşmaya kadar kimse kimseyi aramaya zaman bulamaz, vakit ayıramaz artık.
Bu senaryoya benzer bir muhabbet esnasında öğrendim bende bizim Topaç’ın nerelere savrulduğunu… Cezaevindeymiş şu anda… Evet, evet!! Yanlış duymadınız, bir cezaevindeymiş ve bir görevli falan değil. Bir suçlu, bir mahkum olarak. Ömür boyu cezasının bitmesini bekleyecek, ama asla bitmeyecek bir mahkumiyet hem de… İdamdan çevrilmiş, ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor. Suçu mu? Suçu; planlı, programlı ve isteyerek adam öldürme amacı ile çete oluşturma ve eyleme geçmek. Yani planlanan suçu gerçekleştirme.
Dilim çok fazla hukuki terimlere dönmez, ancak bana bu haberleri ileten arkadaşımdan duyduklarım daha doğrusu algılayabildiklerim bunlardı üç aşağı beş yukarı. Öğle yemeğinden şirkete dönüyorduk ve ben gayet keyifle geçen yemeğin ardından baharı kıskandıran güneşin tadını çıkarmak için ağır adımlarla yürümeyi seçmiştim arkadaşlarımla. Kalıverdim yolun orta yerinde. Neden sonra fark eden arkadaşım diğerleri ile aramızın açılmasına izin verdi. “Senin bunlardan haberin yok muydu?” diye devam etti.
“Olsa neden bu kadar şaşırayım a salak!!!” diyesi gelir insanın aklı başında olsa ama aklı başında olsa insanın zaten böyle bir soru da sormaz zaten…
“Ne diyorsun olum sen???” Bizim …’den mi bahsediyorsun sen? Ne zaman oldu lan bu??”
Ardı ardına ve yüksek bir perdeden sıralanan bu sorular karşımda duran arkadaşıma hiçbir olan bitenden haberim olmadığı konusunda yeterli açıklamayı yapmıştı sanırım. Çocuk kendisinden duymak zorunda kaldığım için muhtemelen bir yük altında hissetti kendini ama eninde sonunda birisinden duyacaktım, duyacaktık… Şirket binasının girişine kadar ne varsa elinde bir çırpıda döktü kurtulmak için beynindeki yükten. Bir süre daha bekledik binanın girişinde, birer sigara yaktık. Ama bu sigara nedense bana yemeğin üstüne içtiğim diğer sigaraların tadını vermedi. Zehir gibi yaktı genzimi ve bütün gün boyunca da devam etti
1 Nisan şakası olmak için bile çok çirkindi… Ölüm kimseye yakışmazdı elbette, ama yine de bir asalet takardı acı bir tat ile birlikte, peki yada öldürmek?
Olay şu anda yargı sürecinde, bu nedenle olayın vuku buluşu ile ilgili bir anlatıma yada fikir beyanına kalkmayacağım ama aklımın almadığı ve kabullenemediğim öylesine yetenekli, öylesine pırıl pırıl bir genç adamın aradan geçen seneler sonrasında birden bire karşıma bir cinayet zanlısı olarak çıkması… Suçunu kabul etmiş ve mahkemede de aynı beyanda bulunacakmış. Zavallı annesi oğlunu kurtarabilmek için çırpınıp dururken. İçeri girdikten sonra zaten çoktan kendi yargısını kendisi vermiş, intihara bile kalkışmış, ancak becerememiş. Vicdan ateşli tutuştuktan sonra hangi hakim, hangi savcı, hangi avukat alabilir ki insanı ipten?
Trajik bir son… Beklenen bir son belki de kimilerine göre. Olay tamamen psikolojik, nevrotik yada falan filan diye değerlendirebilir. Psikolojik, sosyolojik, pedagolojik yorumlar yapılabilir. Tedavi olup, olmayacağı tartışılır. Masaya yatırılır. Kitaplara iyi bir örnek teşkil eder. Sonra da unutulup gider. Bir yıldız daha kayar ama buna kalkıpta hiçbir aşık dilek tutmaz.
Ama benim arkadaşımdı be!!! Gencecik bir yiğitti. Serseri bir mayındı o da. Umudu olamayan bir serseriydi. Annesi ile son konuşmasında annesinden ricası yanına ziyaretine gelmeden önce bir bir tüm eski arkadaşlarını araması ve ne yaptıklarını sormasıymış. Hepsinin hayatını merak ediyormuş. Hiçbirimiz ile görüşmek istemiyor. Zaten kimse ile de görüştürmüyorlarmış. Birinci dereceden ailesi dışında. Kadıncağız gözü yaşlarla konuşuyor telefonda. Bizden bile utanarak…
“Ben iyiyim be tosunum… Bıraktığın şehre bekçilik eden nadir adamlardan kaldım burada. Hala pipoya alışamadım. Duydum ki sende sigaraya. Belki başlarsan haberim olsun sana bir karton sigara yollarım anneyle. Dilim varmıyor be tosunum sormaya neden diye… O yüzden sadece BEN BURDAYIM BE TOSUNUM VE İYİDEN BİRAZ HALLİCE…”