“Merhaba, adım Puremor, yaklaşık iki aydır işsizim” “ Meeerhabaaa Pureemor”

“Adsız İşsizler” diye bir dernek olsaydı orada yapacağım tanışma konuşmasının başlangıcı muhtemelen böyle olacaktı. Sonra bu acıklı süreci anlatacaktım ki birazdan bunu yapacağım gerçekten de. Neden acıklı derseniz dönün içinizdeki Müslüm Baba’ya sorun bunu derim ki hepinizde var biliyorum.

Herkes işsiz kalır ama ben tadını çıkarttım. İşsizim, iş başvurularıma kimse dönmüyor, gittiğim iki görüşme de PMS dönemime denk geldi, bankada trilyonlarım varmış gibi kavga ettim, çıktım. Bekarım, şaşı , sağır ve iştahlı bir kedim, ödemem gereken bir adet kiram ve bir dolu faturam, ha bir de bir dolu çarpık çurpuk ikili ilişkim, yirmi beş- otuz kadar yaşanmış yılım var şu hayatta. Dostlar ve aile var onlar da “hayatımdaki iyi şeyler” listesindeki iki maddeyi oluşturuyorlar. Tanışma kısmını geçtiğimize göre ahkam kesme bölümüne giriyorum, zaten zor durmuştum. ( Kovayım ben, ahkam kesme kısmı dışında konuşmalardan ve yazılardan yeterli zevki alamamak gibi bir sorunum var ama hayatımdaki diğer insanların aksine ben kendisi ile gayet barışığım.)

Efendim, yaşanılan ülke Türkiye olduğu için, benim durumumda bir dolu insan olduğunu düşündüm. Kendim için işsizlik nasıl gelişti, ölümü kabullenme aşamaları misali nasıl aşamalarla sindirildi ya da sindirilemedi bunu anlatmaya karar verdim ki okuyanlar “Bende de şöyle oldu, bizim komşunun kızında böyle oldu, kardeşimin baldızında şunlar vardı, şunlar yoktu, yoksa vardı da bize mi çaktırmadı…” gibi şeyler düşünsünler.

İlk Aşama, Şaşkınlık ve Geçici Memnuniyet:  Ben istifa etmediğim için şık bir kovulma hikayem var ki kovulmuş olmam; uzun vadede içime su serpmiş, aman da hiçbir şey benim suçum değil psikolojisi içinde kendimi güzel güzel kandırmama ve de bunu önemsemeyip rahatlamama vesile olmuştur. Şaşkınlık kısmını ben kovulduktan on dakika sonra atlattım. Neyse efendim düzeyli bir şekilde kovulduktan sonra, ertesi sabah işe değil sahile kahve içmeye gittiğimde bir huzur kapladı ki içimi, anlatamam. Bu kahve işini de insanlar işe gitmek için otobüs durağında beklerlerken yaptım ki tadından yenmedi. Denize sırtımı döndüm duraktaki suratsız insanları izledim. Sonra gelsin sergiler, gitsin film festivalleri… İşim yüzünden yapamadığım her şeyi yaptım. Yazmakta olduğum film senaryosunu bitirdim, üzerine bir de dizi çaktım, çalışan arkadaşlarımla öğle yemeklerinde buluştum. Tazminatımı da kuruşu kuruşuna almışım ki oh…Benim anlayışımda, paran varsa o sonsuzdur bitmez çünkü… Öyle değilmiş…

Geliyoruz Sonraki Aşamaya, Maddi ve İçsel Sıkıntıların Baş Göstermesi: Bu kısımda bağımsızlığına düşkün, kendi arpasını kendi kazanan dişi kısrak formatından sürekli hesap yapan, aniden ailesine düşkünleşen, sünepe ve en kötüsü acemi ev kadını formatına geçiyorum. Temizlikçi kız Fadime ile vedalaştıktan sonra anladım ki benim, özgürlüğümü de garantiye alan yakışıklı prens  zannettiğim ev denen şey, sürekli karısının parasını yiyen, pis bir maço imiş. Ne masrafı bitiyormuş ne kiri pası… Maddi sıkıntılara bir de içimin sıkılması eklendi ki neye saracağımı şaşırdım. İşini kaybeden aşkta kazanır gibi saçma bir mantık güttüm, adamlara sardım. Çalışırken hiç fark etmemiştim, yirmilerinin sonlarında bekar bir kadın olmak kurtlar sofrasında kuzu budu olmak demekmiş, herkes eti yiyip kemikleri bırakmak peşindeymiş yahu. Adamlar kafadan diyorlar ki “Yaşı gelmiş bunun, kesin evlenmek ister ben ufak bir vur kaç ile sıvışayım.” Anlatamıyorsun da “ evlenmek değil derdim, zaten daha büyük dertlerim var” diye. Zaten adamlar öyle bir kaçmaya şartlanmışlar ki anlatmaya vakit kalmıyor. Neyse bunlar tam fark edemediler tabii; ben boştayım, sıkılıyorum, yedi yirmidört onlar üzerine kafa yorabilirim. Üstelik sanal aleme de sarmış olduğumdan internet denen “big brother” ın bütün imkanları ile gözüm üstlerinde. İşsiz kaldım ama “femme fatale”lik kariyerimde doruk yaptım resmen. Onlar kaçtı, ben kovaladım, ben kaçtım onlar kovaladı. Ama bunların sayıları bir arttı bir arttı, “Abovvvv”, kankalarım bile takip edemez, adamları karıştırır oldular ben o zaman dedim ki “artık durayım”. Durdum. Oturdum, sıkıntıdan, işsizlik üzerine bir sitcom senaryosu, bir de  absürd komedi dizisi yazdım. Okuduğum kitapların kitaplığıma artık sığmaması yüzünden, kendime mukavvadan ek kitaplık ünitesi yaptım. Korsan filmin dibine vururdum, yani yasak olmasa. Piyasadaki tüm dizleri netten izlerdim cezası olmasa falan filan, o kadar yani. Ama yetmedi, yetmedi. Yemek yapmayı öğrendim ki, yıllarca, “ne gerek var eve gelen kadın yapar bir şeyler” diyordum, öyle de değilmiş.

Şimdi buraya kadar okuyup hala sıkılmadıysanız, ki bu durumda bence dünyadaki, ay unutuyorum bu yazıyı nereye yazdığımı, kainattaki efendim mikro, makro kozmoslardaki en şahane insan, en seçilmiş ruhsunuz bence, bir üçüncü aşama bekliyorsunuzdur haliyle. Ancak inanır mısınız ben de o aşamayı bekliyorum. Yok efendim, henüz bende o aşama yok. Bu kadar… Jeneriği ortasında akan, yeni dalga filmi gibi burada kalıyor yazı… Kısmet diyoruz, bekliyoruz, bıkmadan usanmadan baş vuruyoruz, sonra başımızı işlerden kaldırıp dağa taşa vuruyoruz, hataları kabul ediyoruz, ağlıyoruz, gülüyoruz hayat geçip gidiyor. Ha bu işsizlik durumunda beni en çok rahatlatan laflar, “Hayırlısıysa olsun” ile “Hayırsızmış ki olmamış.” arasında gidip gelen avuntular. Oldu da işsiz kaldıysanız sevdiğiniz tüm insanlara bu iki cümleyi söyletin, farklı yerlere kaydedin. İlkini iş başvurusundan önce, ikinciyi başvuru cevabının olumsuz olduğu durumlarda açın dinleyin. Bir de iyi tarafından bakın arada bir, hayat öyle böyle ama özünde komik, çok komik…Müslüm Baba burada girsin…

Meryem Gültabak