Takma kafana!
Fazla umursama!
Boşver!
Aralarında birlik yapmışlar gibi sürekli aynı tavsiyeler…
Aslında bir bakıma doğru. Yani kendini hiçbir şey için gereğinden fazla üzmeye gerek yok. Hele ki bir gün ölüp gideceğin dünya için asla. Ama bir yandan da “ona üzülme, bunu takma, şunu dikkate alma” diye diye gittikçe köreldiğimizin farkında mıyız acaba? Yani bu kadar gamsızlık, bizi anlamsızlığa sürüklüyor. Ve tabi ki hayat, içi boşaldıkça daha da ağırlaşıyor.
Kendimi, arabanın camını silmeye gelen yalınayak çocuğa bağırırken buluyorum. Dışarıdan bakıldığında, çocuğun ne tip bir dram içinde olduğu umrumda bile değil. Hatta daha da acısı, içerden bakıldığında da umrumda değil. Çünkü onların bizleri sömürüyor olduğu kanısına çoktan kapılmış ve kanılara dünden kapılmaya takılmış toplumun bir parçasıyım ben de… O çocuğun bu tabloyla bir alakası olamayacağı gerçeği aklımdan geçmezken, “ayakları üşümüyor mu” diye bile kendime sormuyorum. Oysa basit ve aslında dokunan bir cevabı var. Ama acaba bunu duymaya benim mecalim var mı, bilmiyorum!
Eskiden gazetelerin 3. sayfası diye bir kavram vardı. Yani en kanlı, canlı, şiddetli, absürd olayların işlendiği ve tüyler ürpermeden 4. sayfaya geçilemeyen sayfa… Ama şimdi, sanki yayınların genel amacı buymuş gibi her sayfa, her satır tüyler ürpertici… Manşetten, içerden, kapaktan… Her yerden kan sıçrıyor suratımıza… İşte aynı bir hemşirenin günde onlarca kez gördüğü sıvıya karşı katılaşması gibi biz de, bunca taarruza rağmen hala farkında olmadan hayatımıza sızan bir çok şeye karşı hissizleşiyoruz.
Bu yüzden oğlunun parçalanmış cesedinin arkasından hıçkırıklara boğulmuş bir anneyi televizyonda izlerken, onun için ayırdığımız üzüntünün süresi, en fazla bir sonraki kanala geçişimize kadar sürüyor.
Bu yüzden yolda kaza olduğunda, insanların canına ya da malına zarar gelmesi aklımıza bile gelmiyor, trafik kilitlendi diye ağız dolu söylenmemizden başka… Hatta belki de, birine daha yakın olmak adına ona kendimizi açmak değil, onun tarafından daha az yaralanmak için kendimizi çoğunlukla kapamamız da bu yüzden aslında…
O küçüklüğümüzden kalma en narin yanlarımızı, ellerimizle dünyaya teslim ettik. Böylelikle kolonyayla taranmış saçlarımız ile sabun kokulu çocukluğumuzdan sıyrılıp, suçlarla kirlenmiş sokaklara çıkmaya ve birbirinin gözünü oyan insanların arasına karışmaya hak kazandık artık.
Dünyaya kabul edilmek için 18 yaşını doldurmak değil, sanırım biraz kalınlaşmak ve ayrıntıları görmezden gelmek gerekiyor. Çünkü detaylar fark edildikçe ruha batıyor ve kevgir haline gelen bir içle bu dünya pek çekilmiyor.
Eskidendi o, yaptığımız yemekten “koktu” diye komşuya da götürmek… Birinin özründen bahsederken, “göstermek gibi olmasın ama” demek…
Şimdi birinin, arkasından dahi söylenemeyecek şeyleri pervasızca yüzüne fırlatmak marifet. Hatta bunları sadece ona değil, başkalarının önünde de püskürtmenin dahi hiçbir sakıncası yok. Değil onların duyarlılık noktalarını algılayabilecek bir bilinç, kendi duyarsızlık noktamızdan dışarı taşan bir bilinçsizliğin bile farkında değiliz. Çünkü başımızdaki adamdan, elinde süngerle arabamıza yaklaşan çocuğa kadar bir pervasızlık salgını var ki akıl alır gibi değil. Hiç tanımadığınız biri arabasından inip üzerinize saldırabiliyor veya bir kapkaççı çantanızla birlikte sizi saçlarınızdan sürüklerken ağız dolusu küfür edebiliyor. Mağdur olan, soyulan ve aşağılanan yine sizken, soluğu kapısında aldığınız polis memuru da, iki elini yana açmak suretiyle başını biraz eğerek “düzen” diyor.
Ya, “düzen”…
Düzen buysa, düzen kim?
Ama bir yandan da hararetle alışıyoruz pek kıymetli “düzene”… Önce ayrıntıları görmezden gelerek, daha sonra hiçbir şeyi gerçekten görmeyerek…
İşte bu sebeple sedyesinde ilgilenilmeye vakit bulunamadığından ölen bir babaanneden tutun da, içinde unutulan bir obje nedeniyle hayatı kararan birinin ardından yapabileceğimiz en yerinde hareket, yine o polis memuru gibi iki yana açılmış bir çift el ve tabi ki “el fatiha”…
Bundan böyle imamın tabutun başında yaptığı son konuşma metnine, “O da düzenin bir parçasıydı.” demesi sanırım herşeyi açıklamaya yetecek. Biz de ikna olduğumuz düzenin gönüllü birer mağduru olarak her gidenin ardından “iyi bilirdik” demeye devam edeceğiz.
Eh pek tabi ki, çevremizden duyduğumuz nasihatler artık “boşveeerr!” temalı olacak. Huzurumuz için görmezden gelmek ve böylelikle giderek görmemek hayatı sürdürebilmenin yokoluşsal gereklilikleri nasılolsa. Bu konuda zorlananlar olursa onlar “sarı kantaron” çayıyla yatıştırılacak. Umursamazlık mertebesini başarıyla tamamlayanlar ise vurdumduymazlık sınıfına alınacak. Burada iyice duyarsız hale gelebilmek için bitkisel bazlı bir tedavi elbette ki tek başına yeterli değil. Her gün birer doz “ölüm kontrol hapı” var reçetede… Ki zamanla en anlamlı ve önemli detayların saklı olduğu taraflarımız birer birer selam çakıyor olacaklar ruhumuza. Sonunda kendimizi öyle bilemiş olacağız ki, hedefi “kendimiz” olan bu cinayetin henüz şüphelenilmemiş faili olduğumuzu hiçbir zaman bilmeyeceğiz.
Evet, yıllardır katilin evin uşağı olduğunu sandık.
Ama aslında o da düzenin bir parçasıydı ve belki de sadece kendimizi kandırdık!