Herşey en içeride ve öylece kendi kendineydi.
Bu durum yıllar önce patlak verse, platonik adlandırılacak bir başlığın altında kendine sıcacık bir yer bulabilirdi. Oysa şimdi, sadece susulan ve sustukça da çoğalan bir gerçekliğin şaşalı sessizliği hüküm sürmekteydi.
Belki de eskiden hamleler yapmak daha kolaydı. Adımlar atmak, hayaller inşa etmek, sözler vermek… Zaman tecrübeyle birleşince bir çok şey budanmaya başladı ve elde sadece hayaller kaldı. Kimileri zamanla “imkansız” rafına kaldırıldı, kimileri ise “umut” başlığı altında yıllarca içimizde bir yerlerde asılı kaldı. Kesinlikle ikincisi daha çok tercih edilendi ama bir yandan da kişinin kendine bile yetmeyendi.
Peki şimdi, sadece umut ikimize de yeter miydi?
Aynı bir demiryolu gibi, trenin gidebilmesi için iki ray ve bu iki rayın da birbirinin tam karşısında olması gerekirdi. Birinde olabilecek en ufak bir sapma, trenin devrilmesine kadar gidebilirdi. Bu yüzden “1” olmadan “2” olmazdı. Ve tek başına umut, olmayan bir “birliyi” “iki” yapabilecek güce ne yazık ki sahip değildi.
Oysa o yıllar önceki cesaretimiz, heyecanımız, arzularımız yerlerini tuhaf bir kontrole bırakmışlardı. Kan, akacağı yerde birikerek pıhtılaşıyor ve en hayati yerlere baskı yapıyordu. Önce cesarete giden damar tıkanıyor, sonra heyecana… Böyle böyle artık eskisi kadar kanla canla olayların içinde girememek sadece kan dolaşımımızı değil aslında hayatımızı pıhtılaştırıyordu. Ve sonrasının izaha bile gereksinimi yok, kısacası asil bir infilak! Aşırı kan veya his kaybından koma durumu…Kişiyi kurtarmak için yazının bu kısmına kesinlikle pozitif bir değer aranıyor! Yukarıdaki paragraftan elimizde bir tek umut var, en azından durumu kurtarmaya yeter mi?
İyisi mi bu iki kişilik durumdan bir süreliğine sıyrılalım. Aslında sadece hissettiklerimizi ifade etmek bir yana, hayatta bizi rahatsız eden şeyleri bile neden söze dönüştüremediğimizi ve gidişatı makul bir edayla kabullendiğimizi bir düşünelim. Evet neden?
“İstediği pamuk şekeri almayan annesinin gözlerinin içine bakarak tepinen bir kız çocuğunun önlenemez çığlığı II” dersindeyiz şimdi…
Artık hiçbir şeyi bu kadar kesin, bu kadar yürekten ve arzuyla isteyememiz, faili tamamen kendimiz olan o tıkanıştan kaynaklanıyor aslında… Ya daha önce de istedik ve olmadı. Ya da oldu, ancak hayallerimizdeki başkaydı. Bu yüzden sokağa asık çıktığımız her suratın altında, kendimize ve sonra da insanlara karşı duyduğumuz acımsı bir tat yatmaktaydı. Durdukça bizi zehirleyen bu tat, giderek dudaklarımızın kenarına, gözlerimizin çevresine yerleşmeye başladı. Buna yaşlanmak demeleri ise failden bir suçlu yaratmamak, gider ayak kimseyi dünyadan kötü göndermemek içindi. Nasılolsa evrendeki tüm kurallar, bizi bu dünyaya bağımlı etmekten başka bir işe yaramıyorlardı. Dolayısıyla “dünyaya daha çok bağlan ki, kendi kaybını fark etmeyesin!” dersi ise el altından rağbet gören ve kabul barajı en düşük olanlardan biriydi.
İşte bu esnada hala elde edemediklerimiz ve bu halle de biraz zor edeceklerimiz, damarlarımızda bir yerlerde birikirken kendimize olan inancımız, hayata karşı direncimizle birlikte elele verip şık bir intihara hazırlanmışlardı bile… Eskaza ayakta durmak uğruna destek aldığımız duvarlar ise artık bir bedenin, bir hissin hattabir sesin bile hayatımıza eskisi kadar kolay giremeyeceğini günden güne daha iyi hissettiriyorlardı.
Tabi bu çaresizlikle karşımıza çıkan ve girmeye teşebbüs ettiğimiz her kapı, takdir edilir erdemlerle yüzümüze kapanmaktan gurur duyan birer film şirketiydi gibiydiler şimdi…
Böyle olmasını eminim hiçbirimiz istemezdik.
Ama isteklerimiz dış kapının mandalına asılan küflü eylemsizliklere dönüştükçe, artık kişinin sürekli kendine dönmesini ve “kendiyle” düğümlenmekten başka bir yol kalmamasını da anlayabilmek gerekliydi.
Yanılmıyorsam bir kitapta okumuştum; “Düğümlemeden, çözemezdiniz.”
Ne hareket eskisi kadar rahattı, ne de kelimeleri bir araya getirmek… Hisler genellikle can yakıcı, karşısındaki belirsizlik ise gurur kırıcı…Defalarca darbe alan duvarlar kırık dökük, bu duvarlara çarpan bedenler ise paramparça…
Ve şimdi yıllar sonra….
Bütün bu badirelerden geçerek asil eylemsizlik oyunundan kendine en önde yer ayırtanlar olarak, hala karşısında ayakta durmaya devam ettiklerimiz aslında birçok şeyi bilmiyorlar.
Kimse yeni bir şeye başlarken “sıfır” noktasından başlayamıyor. Yaşayacakları, illa ki yaşadıklarına ekleniyor. Sonunda gelinen nokta ise olması gerekenin üzerine çıkıyor ve taraflar suçlunun kendileri olmadığını savunuyorlar. Elbette ki suçlu onlardan biri değil, çünkü aslında hepsi…
Peki ne yapmak gerek?
Bazen kurtulmak için öldürmek gerek.
Şimdi sesin sözden, hissin ise yüzden bağımsız olduğu bu platonik ortamda; karşımızdakinin bulunduğumuz durumu hiçbir zaman anlayamayacak olması, sizokeye dönerken çifte giden birinin okey atarak bitmesini rahatlıkla kabul etmek gibi bir olgunluk belki de…
“Peki okeye dönmeden bitsek, en azından birimizi kurtarmaya yeter mi?”
Neden olmasın…
Nasıl ki birimiz, ikimizi de kurtarmaya (hatta öldürmeye bile) fazlasıyla yeterse…
Yeter ki geç kalınmasın!