“Sözcükleri kullanırken gösterdiğin özen yüzünden susuyorsun” diye başlıyor şiir… Öyle hunharca sarfetmeye alıştık ki kelimeleri, ne kadar doğru diye düşünürken kendime soruyorum ve aynı kökten türemiş bir çok cevap çıkıyor karşıma.  Sorusu zaten gün gibi ortada; “Niye artık bu kadar suskunum ki?”

 

Anlatamadığım için…
Anlaşılamadığım için…
Anlatınca bir şey değişmeyeceği için…
Artık anlatmak istemediğim için…
…ya da daha da beteri, yanlış anlaşıldığım için…

Bir söz, bir temas, bir bakış, bir ses belki…Sadece basit, taraflardan hiçbirinin deha olmasını gerektirmeyecek bir anlayıştan bahsediyorum. Duyduğunu veya gördüğünü taraflı bir süzgeçten geçirmeyecek, anlamlar yüklemeyecek, motifler katmayacak, yeni bir şekle sokmayacak duru bir anlayış işte…

İnsanın sahip olabileceği en büyük lüks belki de…

Kimse kendini bitirmeden, başkasına başlayamıyor. Kendiyle dertlerini halletmeden, başkalarınınkine vakıf olamıyor. Kendi duvarlarını indirmeden, başkalarını göremiyor.

Ve sonra ne oluyor?

Güneşe arkasını döndükçe, büyüyen gölgesine kanıyor. “Ben”ci düşüncelerden arınmamış bir bakışla karşısındakini anladığını sanıyor. Oysa bu, hasarını onlara bulaştırmaktan başka bir şey değil. Bu yüzden bir kısmımız aldığı hasarlardan dili yanmış dilsizleri oynamakta buluyoruz çareyi… Ya da söylense bile ne insanı ne de gidişatı çok da değiştirmeyecek sözcüklerin nötr  avuntusuyla idare ediyoruz. Onlarca kez “sevgilim” dediğiniz bir insanın altındaki kişilerin değişmesinden tutun da, artık kaç kere söylediğinizi sizin bile hesaplayamadığınız bir şeyi en yakınınızdaki insanlara yinelemek zorunda kalmak mesela…Söyleyin bana, sözcüklerin bile sizi anlatmaya mecali kalmamışken, siz hala neyi tam anlamıyla anlatabildiğinize inanıyorsunuz?

Keza anlattığınızı varsayalım. Söylediğiniz, sizin ifade yolunuzdan çıkıp da karşınızdakinin kulvarına girerek aslında bir nevi deplasmana çıkıyor. Artık ipler  başkasında. Oysa o size karşı değil, sadece kendinden yana. Kısacası tam karşınızdayken bile sizden bir hayli uzakta.

Sonra birisi diyor ki; “Seni suskun gördüm.”

En azından suskunluğunuzun farkına varmış olması bile bir aşama sayılabilir. Sonuç ise berabere. Ne söylenmiş, ne de karşılığı verilmiş…Sadece farkına varılmış ve çoğunlukla bu haliyle bile eksik kalmış…Çünkü anlatacak bir şey kalmamış, belki de hiç olmamış.

Şimdi hayatımıza birini, bir şeyi, birçok şeyi dahil ve kabul etmek ne kadar da zor geliyor. Telefonun tuşlarına basarken bile derin nefesler alıyoruz. Hele ki tüm cesaretimizi toplayıp bir cümle kuracaksak defalarca sağlamasını yapıyoruz.

Kendi kırıklarımızın üzerine, bir de insanları kırmanın vebali binmesin diye sessizce bir köşeye çekiliyoruz. Tüm olanlar ise gözlerimizin önünde ama sözlerimizin değmediği bir yerde gerçekleşiyor. Sessizliğin dayanılmaz hafifliği işte burada başlıyor. Her ne kadar söylenecek çok şey varsa da onları, bir şekilde varolduğuna inanmak zorunda kaldığımız o ilahi adaletin asil kollarına bırakmaktan başka bir yol kalmıyor.

Senin dokunmadığın şey, sana da dokunamıyor. Ve sonra yazının girizgahının yaratıcısı Tayfun Polat, bir başka şiirinde bu konuya güzel bir nokta koyuyor;

“Üçüncü votkanın ya da beşinci biranın sonunda
çevredeki herhangi bir kadına söyleyebileceğin
onca söz,
sabah uyandığında söyleyecek tek sözün
olmayacağı için söylenmiyor.
Yalnız uyuyorsun bundan işte.

Olsun sen sus.”

Bir gün…

Birinin…

…seni gerçekten anladığını anlayana kadar…

Elçin Demiröz