Birinden ayrıldınız…
Hatta daha da kötüsü “terkedildiniz”.
Üstelik açıklayamadığınız bir sebeple içinizdeki dürtü, bugüne kadar rastladığınız en doğru insan olduğunu söylüyordu size.
Oysa ne zevkleriniz benzerdi, ne de tutkularınız… Ne söylemleriniz birbirini tutardı, ne de zamanlamalarınız. Size benzemese bile dünyayı aynı biçimde algıladığınızdan ve arada bir gözünüze ilişen kesişmelerden ötürü aynı yöne baktığınızdan adınız kadar emindiniz.
Fakat neydi bu sinerjideki stratejik hata?
Ya da hep bir neden olmalı mıydı anlamlandırdığımız şeyleri anlamıyla yutarak sindirmek adına?
Defalarca söylemişti özlediğini, sevdiğini… Bilirdi bu sözleri aslında hiç kullanmaya alışık olmadığını ama yine de sıkıştırmazdı yüreğindekileri… İlk fırsatta dudaklarıyla buluştururdu.
Bazen düşünürdünüz; “acaba onun bana verdiği değerden daha fazlasını mı veriyorum ona?” diye…
İşte o zaman her şeyin bir balkabağına dönüşeceğinden, salyaları akan bir köpekten korktuğunuz gibi korkardınız. Çünkü bu sizin bilmediğiniz ve daha önce hiç tatmadığınız bir acı olacaktı ki, zaten yaşamadığınız bir şeyi yaşamaktan aslında “hep” korkardınız.
Oysa korkunuz şimdi “gerçek” , gerçeğiniz ise sizin için çok “acı” oldu!
Şimdi sesinizi, uzaklardan bile olsa; “acaba beni özlüyor mu, yoksa beni hiç sevmemiş miydi?” deyişlerinizden tanıyorum.
…ki ben sizi aslında hiç tanımıyorum!
Ama böyle hisseden herkesi, hatta benim de kendimce kalkıştığım boyumdan büyük sorgulamaları biliyorum.
Oysa başkasına dair duyduğumuz, hissettiğimiz, bildiğimiz hiçbir şeyi “başka bir şey”le mukayese etme hakkı tanımamıştır hayat… Kendi duygularımızla, hatta onun kendi duygularıyla bile…
Evet o sizi sevmişti.
Üstelik sandığınızdan daha başka arzulamış hatta istemişti.
Peki yolunda olmayan neydi?
Ne kadar sevdiğini, ne kadar özlediğini hatta şu anda ne kadar acı çektiğini bile bilememiş ve bilemeyecek olmanız, bu aciz gerçeği kabullenmeniz gerekliliğiydi.
Nasıl “çok” un herkesçe tanımlanamaz ve ölçülemez bir değeri mevcutsa kendi içinde, hissedilenlerin aynı karşılaştırmaya tabi tutulamayacak olması da o gerçeğe dahildi.
Yoksa sizin şu an sandığınız gibi gerçek olmayan “o” veya “hissettiği” değildi. Onun eşiğinin sizin eşiğinizle ne kadar örtüştüğü ve ne kadar benzeştiğiydi.
Belki de daha önce kimseyi özlemediği ve istemediği kadar sizi arzularken, siz aslında birkaç etap daha ilerdeydiniz. Çünkü onun size hissettiği kadarını zaten senelerdir birilerine karşı yaşamış, ama bu sefer ki onlardan farklı olduğu için böylesi asılıp kalmıştınız.Ya da durum tam tersiydi ama önemli olan bunun düz veya ters olması değildi.
Sadece şartlar, yaşanmışlıklar ve belki de karşınıza çıkmış şanslar karşısında hissetmenin hangi level’inde olduğunuz önemliydi.Çünkü bu oyunu siz ya da o, içinde bulunduğu segmentin kurallarına ve gerektirdiklerine göre oynayacaktınız.
Aynı havuz problemini çözen ilkokul veya üniversite öğrencisi olabilirdiniz. Elbette ki ikiniz de çözebilirdiniz problemi ama başka yöntemleri kullanıp başka hazları alacak ve bunlar ikinizin de ruhunda başka tatlar bırakacaktı. Sonra bunları söyleme dökerken yine aynı kelimeleri kullanacak ve aynı şeyleri hissettiğinize hem karşınızdakini hem de kendinizi inandıracaktınız.
Sonra da inandıklarınızdan dönmek onun veya sizin terk edip gitmesinden daha çok koyacaktı.
Rüyadan uyanacaktınız.
Rüya gördüğünüz içinse kendinizi daha ağır suçlayacaktınız.
Hayatınızın aydınlık döneminde gözünüze çarpmamış olan gölgeler, güneş battıktan sonra daha çok batacaktı ruhunuza.
Hem sanığı hem de tanığı olacaktınız bu davanın.
Olabildiğince hakim olmamaya çalışacaktınız ama tanığın söyledikleri sizi yargılamaya kışkırtacaktı.
Oysa durum çok basitti;
Onun size karşı hissettiklerini, kendinizden yola çıkarak değerlendirmiş, söylemleriyle bu hislere inanmayı seçmiş ve aynı şeyleri hissetmenize rağmen onun çekip gitmesine bir anlam verememiştiniz. Yanlış olan etken bir “gidiş” olarak gözükse de, aslında bu sonu bile kendi içinde anlamlandırarak olayı karmaşıklaştıran sizdiniz!
Cezası da şimdi özlemdi.
Beklememeye alışmak,
ya da unutmaya çalışmak, her ne ise…
Böylece yaşadığınız her deneyimde bir çıta daha yükseltirken kendinizi, dans ettiğiniz kişinin bu yüksekliğe ne kadar denk geldiğini ölçmeliydiniz.Çünkü gittiğinde sizi bulduğu yerden biraz daha yukarı taşımışsa zaten bu saydıklarımın hiçbirini düşünmeyecektiniz.
Nietzsche’nin dediği gibi,
“İnsan aşılması gereken bir şeydir. Onun için seveceksin erdemlerini. Çünkü zaten onlar yüzünden yok olacaksın.”
Bu yüzden kendinizi eştikçe karşınıza yine “siz” çıkacaktınız.
“Birinden ayrıldınız ya da daha da kötüsü terkedildiniz.” cümlesini ise ancak kendinizi aşarsanız umursamayacaktınız.