Yolculuk kelimesini ne zaman duysam, huzur bordürlü bir hüzün döşenir içime..

Hangi araçla veya nereye gidiliyor olduğu pek önemli değil hüznün coğrafik şemasını çıkarmam için…Basit bir yola çıkma hadisesinden çok, alışılmış bir yerden uzaklaşma ve yabancılaşmayla eş zamanlıdır ki; iklimini, şivesini hatta belki haritadaki yerini bile çok iyi bilmediğim bir yere yönelmek, huzuru hüznün kenarına geçirilmiş sade bir bordür olarak bırakır.

İçinde “gitmek” fiilinin geçmediği bir yolculuk var mıdır? Veya gelememe ihtimalini içinde taşıyan ama giderken bunun hiç düşünülmemiş olduğu gizli yolculuklar… Aslında yolculuk, sadece bir yerden bir yere gitmek değildir. Bazen bir yolculuk mevsim, sevgili, heyecan veya hüzün olarak da yaşanabilir. Hatta en çok da kişinin kendisidir yolculuğa açık öznelerin en başında gelen. İşe o sırada akla Sokrates’in aynı manaya çıkan söylemi takılır; “Nereye gittiğini sanıyorsun, kendini de yanında götürdükten sonra?”

Peki kişinin kendine yaptığı yolculuk kimyasal takvimin hangi dönemine tekabül eder? Mesela insan en çok ne zaman gitmek ister? Henüz gençken mi? Yoksa yaşanmış ama tat alınamamış olmanın verdiği bir orta yaş döneminde mi? Peki yaşlılıklarında aynı yerde olmak istemeyenler…Bu durumda hangi dönem mensuplarına öncelik vermeli?

İşte, tam da bu sıralar bir “gidiş” popülaritesi almış başını ki kapılmamak mümkün değil! Kaçılan bir fare deliği ya da tünelin sonundaki ışık gibi herkesin “gitme” fiiline endeksli sırma kaplı bir hayali var.

Peki gitmek için ne beklenir?

Beklemek ertelemenin kardeşiyken ertelemek de, gerçekleşme ihtimalini kendi eliyle budayan büyük ağabeyi değil midir? Korkularımız ve aslında kendimizden oluşturduğumuz pranganın arasına sıkışan gitmek gibi daha kaç hayalimiz var kimbilir?

Bazen hakikaten üzülüyorum halimize… Üstelik üzülmek bile bir lütuf belki, hala nelerden yoksun yaşadığından habersiz onlarca insanın arasında… Anlatmak istediğim okyanus kenarındaki tripleks villa hayaliyle yanarak, ölene kadar kül olmadan tutuşmak değil.

Yanmak ama kül olmamak… Uğruna yanılan her ne ise o yangını söndürecek yolları bulmak…Gitmekse gitmek, kalmaksa da kalmak!

 

Hala değil bulunduğu iklimi, sokağı bile değiştiremeyen nice insanlar tanıyorum. Hiç unutmam, 34 senelik yaşamı boyunca oturduğu semtin dışına çıkmamış biri bunu bana söylediğinde kendimi onun yerine koyup ne kadar üzülmüştüm. Sonra orası kadar bile olmayan ne çok yerde yaşayan, çitlerin ötesinden habersiz onlarca insanın varlığını düşündüm. Ne zaman ki onlarla yaşamaya, yollarından geçmeye, ekmeklerinden yemeye başladım; işte o zaman bu çoğunluğun ülke nüfusunda büyük yer kapladığını ve kapıldığımız büyük şehir atmosferinin bizi tüm bu tablodan uzaklaştırdığını, hatta habersiz bıraktığını bir kez daha anladım. İnsan herkesi kendi, her yeri de yaşadığı yer gibi sanıyor. Oysa duymadığımız, bilmediğimiz, görmediğimiz yerlerde aklımızın bile alamayacağı ne çok hayat var. Özellikle şehirler arası yola çıktığında insan bunu daha iyi anlıyor. Belki de önemsiz bir pastanede tiramisumuzu iştahla yediğimiz bir anda onlar, önlerinden geçen arabalarla ilgili sararmış hayaller kuruyorlar.

Sizce yaşamsal adalet bu noktada karşımıza çıkmıyor mu? Eşit olmayan bir skorla hayata başlayan insanların diğerlerinden daha fazla şansa ihtiyacı yok mu? 24 saat sıcak sulu banyomuzda yaşadığımız o harikulade hazzı, avlusundaki tezek merkezli tuvaletinde yaşam savaşı olarak yaşayanlardan fazlamız ne ki? Yoksa bu noktada daha akıllı olmak, daha şanslı olmanın yanında ikinci planda mı kalıyor?

Dünyayı köyün çitlerine kadar sanan safiyane bir Ünzile hikayesinin yanısıra, ta kendisinin yerinde olmak isteyen de onlarca şehirli tanıyorum aksi gibi… Yani yukarıda bahsettiğim sıcak sulu banyo mensubu olup, doğaya teslim olma arzusu dahilinde yaşadığı laminant parkeli evinden kaçıp uzaklaşma isteğiyle dolu birbirinden bronz insancıklar… Aslında mantıklı düşünüldüğünde hiçbir şehirlinin o çekip gideceğini beyan edip, bir de koordinat veren kararlılıklarıyla söyleme döktüğü yerlerde şu ankinden daha mutlu olacağını sanmıyorum.Ne dersiniz, bilumum rating timsarı programlar bile bu hayalden alınan güçle köyler, çiftlikler üzerine kurulmuyor mu? Doğayla yaşamak güç ister ama feyz alınan nice örneklerde görüyoruz. Kişiler birbirleriyle olan kavgalarından başlarını bile kaldıramıyorlar ki doğayı fark edebilsinler. Aslında doğayla ve buna bağlı olarak yaşadığımız yerle ilgili sorunlardan çok tüm dertler insanlar arasında ve ne kötü ki bizi yaşadığımız topraklardan bile mahrum edecek kadar vahim boyutta…

Bunun yanı sıra büyük şehirlerin kurulu olduğu çok kanlı girdap teorisi de kısmen doğru ve hatta deterjan reklamları gibi de çift etkili… İçine aldığını hatta dışarıda bıraktığını bile kandan mahrum etmezken hem bağımlılık yapıyor, hem de henüz bağımlı olmamışları çekiyor. Yukarıda da irdelenen örnek doğrultusunda büyük şehir kaosu diye adlandırdığımız o müthiş helezonu yaratanların ve kaçanların “insan” ın ta kendisi olması garip! Hem kaçan, hem kaçıran… Her ikisinden de kaçış yok gibi…

İşte bu vakitlerde çoğumuza nükseden yolculuk düşüncesi bizleri teker teker yollara döküyor. Kimimiz bir aşk yolculuğuna bırakıyoruz kendimizi, kimimiz ise başka bir iklimin rüzgarına.

Sahi, bir şehre mi yoksa bir sevgiliye alışmak mıdır daha zor olan? Belki de alışmaya alışmaktır bu zor olma hadisesini daha da zorlaştıran…

Hayat, alışmadan da yaşanabilmelidir.

İşte şimdi anlıyorum;
Bir şeye (şehre) tam olarak ait olmamayı…
Ait olmanın bu yolculuğun içindeki kurgulardan biri olduğunu…
Çoğumuzun bunu “alışmak” fiili altında toplayarak gerçek aidiyeti üç kuruşluk ettiğini…ve hala yaşamımızı dolduran onlarca alışkanlığa bile bile göz yumduğumuzu…

Oysa Oruç Aruoba’nın dediği gibi, “yolun iki yer arası değil, yerin iki yol arası olduğunu”

…ve gitmekten değil, çoğu zaman kalmaktan yorulduğumu…