“Seni bedenin için sevmiyorum. Bedenini bana vaat ettiği kişiliği taşıdığı için seviyorum!”

Alain de Botton’un “Aşk Üzerine” adlı kitabında geçen bu cümleden asil bir koku almadım desem yalan olur. “Sevmenin asaleti olur mu?” diyeceksiniz. Keza dediyseniz, bundan sonraki satırlardan çok da haz etmeyeceğinizi bilmelisiniz.

Artık “seks” olgusuna ulaşmak için insanların bir araç olduğuna tanık olmaktan incinmiş hatta bunalmış bir nesil haline geldiğimizi herhalde belirtmeme gerek yok. Daha da acısı bu bunaltının yarattığı “haz alamama” durumu da, son zamanlarda sık kullanılan ifadelerden biri haline geldi. Bu durumda “Haz tehlikeli bir çetrefil!” diyenleri de az çok anlayabiliyorum. Ama kimse kusura bakmasın, kendi eliyle sonunu hazırlayıp bir de üzerine konacak çelenk siparişi vermek böyle bir şey olsa gerek. Çünkü “sevişebilme eşiği” eşik olmaktan çıkıp, aşağı doğru inen bir yokuş olmaya başladı ve artık sevişmek için aşka ya da sevgiye çok da gerek kalmadı. Gerçi bu yargımın aksine az önce bahsettiğim “araç-insan” köprüsüne karşın, insanın ruhuna veya özüne ulaşmak için seksin güçlü araçlardan sadece biri olduğuna inanmaya devam ediyorum. Yoksa saçmalıyor muyum?

Evet, herkesin alçak ya da yüksek bir sevişme eşiği var. Beğenirse, etkilenirse, aşık olursa, severse, evlenirse, isterse, ihtiyaç duyarsa, merak ederse, sıkılırsa, yalnız kalırsa, sarhoş olursa… ki hatta “her şartta ve koşulda” gibi, iç gıcıklayıcı ve çok kapsamlı bir tanıma girebilecek denli sıradan ne yazık ki… Bilmiyorum siz bunlardan hangisisiniz? Hatta boşverin sizi, sizinki bunlardan hangisi?

Yine girizgahtaki sözün yaratıcısının bir başka söylemine değinmekte yarar var; “senden nefret ediyorum, çünkü seni seviyorum. Seni böyle sevmek riskine girmekten başka seçeneğim olmamasından nefret ediyorum.” Yani tutun ki karşınızdaki insanla değil sevme, sevişme eşiğiniz bile farklı. Peki ona olan sevginiz, gün gelip de başka birine tercih edilmenizi ya da başkasının sizinle eş zamanlı olarak denenmesini kapsayacak kadar büyük mü?

Son zamanların öne çıkan deyişlerinden oldu; “beni aldatmasını kabul edebilirim, çünkü onu çok seviyorum”. Bilmiyorum sizin aklınız yatıyor mu; bir çok Türk filminin baş roldeki hanımefendisinin bir fabrikatör oğluyla Pierre Loti’ye gidip çay içmesi, fakir sevdiceğinin namus tribine girmesi için yeterli bir neden olabiliyorken, yukarıdaki söylemin değil anlayışla karşılayacak tüm basılı yayınlarda asparagas olmasına bile tanık olmuş ve namus tribine girmemiş bir toplumuz da aynı zamanda. Her ikisi olmayı nasıl başarıyoruz aklım almıyor, o nedenle yorumsuz bırakıyorum. Yoksa filmlerde her duygumuzu fütursuzca ortaya koyduğumuz olaylar başa gelince çekilir bir hal mi alıyor? Veya biz çekilebilir bir kıvama mı getiriyoruz? (kıvamını bozduğumuzu aklımıza bile getirmeden)

Mümkünse uzak dursun ama diyelim ki bedensel bir aldatılışın tam ortasındasınız;
1) Küfredip gidersiniz. (ki küfredenin sevmediği manasına gelmez!)
2) Sevdiğiniz için kalırsınız. (ve kalanın küfretmeyeceği manasına da gelmez!)

Eğer ilk şıkkı işaretlemek gibi bir niyetiniz varsa üzülerek söylemeliyim ki güven ve inanç katsayınız, karşınıza çıkan diğer insanlarda tavan yapacak ve kendinizi buna hazırlamanız yararınıza… Eğer ikinci şıkka “he” demeye niyetliyseniz, güvendiğiniz dağlara yağan karın üzerinde slalom yarışlarına sevgiliniz ya da eşinizle elele katılarak beraber kaymanın o müthiş hazzına varabilirsiniz. Keza bunun riski en az onu terk etmemek kadar tehlikeli, hatta dengeniz kaybolup düştüğünüzde yanınızda olacağı bile şüpheli. Hangisi daha çekilebilir?

Tamam, her iki şıkkı da seçmediniz; kalmadınız, gitmediniz ve siz gerçekten muhteşemsiniz! Peki paylaştığınız onca anıyı bir kenara koyup, dokunduğunuz tensel bir alanın eş zamanlı olarak başka insan ya da insanlar tarafından okşanıyor hatta yoklanıyor olması fikri bile sizi rahatsız etmeyecek kadar sıradan mı? Bu nasıl bir sevgi? Aklınızdaki suretin şaftı kaydı diye onu başka türlü sevmek istemediğinizden ötürü artık bitecek bir sevgi mi? Yoksa onu “vazgeçemeyecek kadar çok seviyorum” diye çığırdığınız, bu yüzden de gurur, güven ve inancınız hiçbir şekilde zedelenmeyerek kendinizi derin dondurucuya boca ettiğiniz bir sevgi mi? Oysa soğuk insanı hissizleştirir. Sekteye uğrayan bir sevgi hissizleşmeye meyilli olsa da en azından kontrolü sıfırın altında olmayan bir hissizliktir. Kısacası bilinçli ve çoğu zaman da kurtarıcı bir hissizlik.

Eminim “Aşk diye bir şey olduğunu duymasalardı, hiçbir bir zaman aşık olmayacak insanlar vardı!” cümlesinin içinde yer almayacak kadar kendinizdesiniz. Peki “sevgi” kisvesi altında toplanan şu yüce hamlenizin, kafanıza isabet eden bir göktaşını boynunuza takarak gezmek kadar zor ve yorucu olduğunu da itiraf edecek kadar kendinizde misiniz?

Sevgi, zaten baki olandır!

Bu yüzden sevmeye devam edebilirsiniz, buna kimsenin bir itirazı yok. Ama sevdiğiniz kişinin, sizin sevdiğiniz gibi sizi sevmemiş ve buna uygun hareket etmemiş olması, sizin suçunuz olmadığı gibi sonuçlarına da katlanmak zorunda elbette ki değilsiniz. Üstelik konumuzun başındaki gibi gayet tensel mevzuların bile eşik tanımından çıkıp yokuş aşağı bir hal aldığı günümüzde bir ilişkinin yörüngesini dağıtmak bu kadar kolay ve sık rastlanır olmuşken, gurur mekanizmanızın ayarlarını sevginizden önce kendinize göre ayarlamanız gerektiğini de bilmelisiniz.

Alzheimer olan kedimin bile içgüdüsel olarak bir tek çiftleşme dürtüsünü unutmamış olmasını göz önüne alırsak, salt bedensel zevkleri için aldatanları yargılamak elbette ki haddime değil. Ancak bunları tolare edebilen ve ne gerek varsa sevgilerini öne süren ey sevgililer; değil elinizi, yüreğinizi koyduğunuz bu taşın altında sanki az bile ezildiniz.

İşte bu nedenle şahsi fikrimi söylemek gerekirse, söze ve dile düşmeyecek kadar kıymetli, zarif hatta ender rastlanan sevginin değerini az da olsa anlatan şu cümleyi telaffuz edebilenleri ayakta alkışlıyorum.

“Evet seni seviyorum

…ve tam da bu yüzden gidiyorum!”

Elçin Demiröz