Aşık olduğumuz zaman gerçekten karşımızdakini mi severiz? Yoksa hayal dünyamızda yarattığımız ona ilişkin bir imgeyi mi? Şair, niçin “Seni değil, suretini seviyorum” diyor? Ve yakınıyor, “Ey suret, neden iki kişisin” diye?
Bir gece bir mekanda bir kadınla tanıştırdılar beni. Bu kadın ‘ilginç’ bir tipmiş. Beni etkileyebilirmiş… Haklıydılar. Kadın daha ilk anda beni şöyle bir sarstı. Güzel, alımlı, hoş bakışlı ‘farklı’ bir kadındı. Birbirimizi iyice süzdüğümüzü hatırlıyorum. Derken benden uzaklaştı. Ve başkalarıyla sohbetine devam etti. Dolambaçlı olmaya gerek yoktu. Yanına gittim, “Neden benden kaçtın?” dedim. “Çünkü özgür olmak istiyorum” dedi. O geceden sonra o kadını her gece farklı bir erkekle gördüm. Ne demek istediğini o zaman daha iyi anladım.
Gerçekten de bazı özgürlükler ancak aşkın olmadığı ilişkilerden yaşanabiliyor.
Cinsellik yetmez
Sekste, derinliğe gerek duyulmayan zamanlar olabilir. Bu durumlarda beğenmek yeterlidir. Her şey bittikten sonra gidersiniz. İnsanın hayatında bu tür dönemler olabilir yani…
Ama hayat da böyle gitmemeli, sanki?.. Biyolojik olarak ‘hayvan’ olsak da, psikolojik olarak öyle olduğumuz pek söylenemez. Çünkü bizi ‘son tahlilde’ içgüdülerimiz değil, psikolojimiz yönlendiriyor. İçgüdülerimiz bize yemek yediriyor, su içiriyor, seviştiriyor, çiş yaptırıyor… Ama güldüremiyor, ağlatamıyor, şüphelendiremiyor, yalnız hissettiremiyor, sevdiremiyor, aşık olduramıyor, inandıramıyor, coşturamıyor, dedikodu yaptıramıyor, müzik dinletemiyor ve en önemlisi bu boyutlarda düşündüremiyor, konuşturamıyor…
Çünkü içgüdülerimiz bizi ayakta tutar, psikolojimiz ise yürütür.
Aşksız olmaz
Doğada bazı hayvanlar genetik yapıları gereği yalnız, bazıları eşiyle, bazıları da gruplar halidne yaşıyor. İnsan üçüncü tür ‘hayvan’lardan. Ne yalnız yaşayabilir, ne de yalnızca eşiyle yaşayabilir. Eşiyle birlikteyken, diğer insanlara da gereksinim duyar. İnsanın, ‘psikolojik’ olarak da hayan olan canlılardan farkı işte bu noktada ortaya çıkıyor. Birlikte yaşayan insanlar, bu birlikteliği itiş-kakış olmadan, farklı iletişim kanalları kullanarak yürütmeye çalışır. Bunu da kimi zaman becerirler, kimi zaman beceremezler.
Estetik de burada devreye girer. İnsan, kendisiyle, başkalarıyla ve hayatla ilgili olan her şeye estetize etme çabası içinde olmuştur hep. Estetik, insan yaşamında yapay bir ‘şıklık’ arayışının ürünü değil, tersine, onu farklı kılan özellikleri dolayısıyla ‘varoluşsal bir gereksinim’ olarak ortaya çıkar. Çünkü insanın ‘tatmin’ ölçütleri hayvanınkinden çok yüksektir. İnsanlar için estetik olmayan ‘şey’lerin tatmin düzeyi düşüktür.
Sekste bu durum çok açıktır. İnsan, karşı cinsten birisiyle hayvansal bir algılamayla seviştiği zaman sınırlı bir düzeyde tatmin olur. Ama sevdiği, tutku duyduğu, aşık olduğu, özlediği, kıskandığı ve daha birçok şey hissettiği bir eşle sevişirken çok daha derin duygular yaşar. Aşk, bir yanıyla, cinselliğin estetize edilmesi olsa da onun önemi, yalnızca, sevişirken daha yüksek bir tatmin sağlamasından kaynaklanmaz!
Çünkü aşk, cinsellikle sınırlanamayacak kadar geniş, tek bir etkene indirgenemeyecek kadar karmaşık bir ‘gerçek’tir.
Sevgi ve tutkunun bileşimi
Aşkın; tutkunun ve sevginin bir bileşimi olduğunu düşünüyorum.
Genel olarak tutku, ne olduğunu, nasıl oluştuğunu, hedefini nasıl belirlediğini ve sonraki işleyiş mekanizmalarını tam olarak bilemediğim bir ‘uçuş’ süreci. Ama kaynağını tahmin ediyorum!
İnsanoğlunun gerçeklikten kopmaya, biraz ‘flu’ olmaya, bulanık görmeye, bir şeylere kendini kaptırmaya, yani ‘sarhoş’ olmaya her zaman ihtiyacı olmuş. Sanat, spor, alkol ve her türlü kuvvetli kopuş, bu ihtiyacın bir sonucu. İnsanın ‘eş’ini yalnızca sevmekle ve onu arzulamakla yetinmemesi, ona tutku da duymasının bir açıklaması da bu belki de…
Aşktaki tutku, kimi için tutkuların en güçlüsü, kimi için de en güçlülerinden biri. Bu tutku, gerçekliği dev aynasının önüne koyar, insanı şaşırtır, aklını karıştırır, başını döndürür ve her şeyi büyütür. Acıları, sevinçleri ve daha bir çok şeyi olması gerekenden daha büyük yaşatır. Başlangıçta hızla yükselen bir çizgi izleyen tutkunun grafik eğrisi, mantığın sınırlarının epeyce zorlandığı maksimum noktasında bir süre durduktan sonra, ilişkinin niteliğine göre, ya ‘sıfır’ noktasına düşer ve tamamen kaybolur ya da sonsuza kadar yaşayabileceği, daha sağlam bir noktaya iner ve ilişkinin ‘ateşleyici gücü’ olarak hayatiyetini sürdürür.
Sevgi
Sevgi ise insanın diğer insanlarda aradığı ölçütlerle, ihtiyaçlarıyla, savunma mekanizmasıyla, kültürüyle ve bilinçaltındaki bilemeyeceğimiz bir sürü etkenle ilgili bir duygu. İnsanı yalnızlıktan kurtaran, çoğaltan, paylaşmaya iten, anlamaya zorlayan, kendisi için girilen çabalar dolayısıyla yükselten, ısıtan, hüzünlendiren, sevindiren, güç veren, daha sağlıklı yapan, bağlı kılan bir duygu. Sanırım, duyguların en güzeli…
Sevgi, zamanla kaybolacak bir duygu da değil. Tutkunun tersine, yaşandıkça artabilir, bağımlılığı da içerir hale gelebilir. Dolayısıyla ‘yaşayan’ bir aşk ilişkisinde tutku, zaman içinde zayıflarken, sevgi daha da güçlenir… Her tür badireyi atlattıktan sonra ‘yaşayan’ bir ilişki, böylece yeni bir kimlikle; içinde sıcaklığın, dostluğun, güvenin ve alışkanlığın olduğu bir kimlikle yoluna devam eder.
Ancak, sevgi günümüzde çok zor yaşanabiliyor. Yaşamın ve insanların böylesine atomize olduğu, her şeyin ve herkesin böylesine farklılaştığı bir dünyada bir şeylere ve birilerine ihtiyaç duyabiliyor, yakın hissedilebiliyor, hoşlanılabiliyor, arzulanabiliyor… Ama sevmekte zorlanılıyor. Çünkü sevgi kırılgandır ve engelleri aşmakta hiç de başarılı değildir.
‘Ey suret, neden iki kişisin?’
Gazeteci, köyün birinde yaşlı bir kadının yanına yaklaşıyor. “Teyzeciğim, sence aşk nedir?..” Nine, yüzünde halk bilgeliğinden kaynaklanan ironik bir gülümsemeyle yanıtlıyor. “Yandaki köyden kız istersin, vermezler, adı aşk olur.”
Gerçekten de Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Mem ile Zin gibi aşk efsanelerinde hep sevgililerin birbirine kavuşamazlığı anlatılmaz mı? Hep bir uzaklık, bir kavuşamama hali; acı, hüzün, keder!.. Gerçeğe dönüşemeyen, yaşanamayan, hayal olarak kalan…
Günümüzde de öyle değil mi sanki! Şarkılar, şiirler ve her türlü çılgınlık, en derinden hissedilen o karşılıksız aşklar için yazılmıyor mu? “Karşılıksız” kelimesi en geniş anlamıyla ama… Aşkların en dramatik olanı, yaşansa da bir türlü beklentilerin karşılanmadığı aşklar değil midir? Hep bir taraf diğerini daha fazla sevmez mi? Daha az sevenin hayallerini daha güçlü bir aşkın olasılığı süslerken, daha fazla seven ondan istediğini alamamanın acısını her an göğsünde hissetmez mi?
Eğer tüm bunlar doğruysa… Aşık olduğumuz zaman gerçekten karşımızdakini mi severiz? Yoksa hayal dünyamızda yarattığımız ona ilişkin bir imgeyi mi? Atilla İlhan acaba bundan dolayı mı “Seni değil, suretini seviyorum” diyor. Onun için mi yakınıyor, “Ey suret, neden iki kişisin” diye…
Aşk değişmeli
Geride bıraktığımız her aşk içimizden kopup giden bir parçadır. Hiçbir zaman eskisi gibi olamayız. Hiçbir şey eskisi gibi olmaz. İşte bu nedenle, aşkın doğasının değişmesi gerekiyor belki de. Neden hep bu hüzüne katlanalım ki. Neden hep bile bile lades olalım. “Mutlu aşk yoktur” diyor Aragon. Yani mutluluk denen haleti ruhiye, aşkın doğasına aykırı. Aşk acıya içkin! Gerçekten de hepimizin geride bıraktığımız hayli hüzünlü hikayeler yok mu, unutmak istediğimiz. Ama hiçbir zaman tam da unutamayacağımız…
Kadın ve erkeğe dair bir şeylerin değişmesi gerekiyor artık, kaybetmenin “aşk” adı altında yüceltilmediği hayatlar için!
Ertuğrul Kayserilioğlu
Finansal Forum gazetesi eki Light Forum 9-10 Şubat 2002 Cumartesi-Pazar’dan alıntıdır…