Uzun zaman önce bir karar almıştım, bundan sonra artık dişe dokunur konular hakkında yazmayacağım diye. Suya sabuna dokunmayacaktı yazacaklarım. Ciddi ve önemli konular hakkında yazmayacaktım, en azından bu yönde bir karar almıştım ve uzun süredir de uyguluyordum bu kararımı. Örneğin kadınlar konusunda yazmayacaktım bir daha. Yada AŞK hakkında… İlişkiler hakkında yazmamaya gayret ediyordum. Bunun nedeni ise çok açıktı aslında. Benim için oldukça basit ve haklı bir gerekçesi vardı. Fakat bunu size anlatabileceğimi sanmıyorum.
Hoş içinizden bir kısım okuru duyar gibiyim,
“Yazdığın zaman ne oluyordu sanki be adam?? Güzelim konunun içine ….. Megaloman mısın nesin??”
Haklı olabilirler, belki de konunun hakkını veremeyeceksen yazmamalısın…
Ama bir süre sonra düşünmeye başlıyor insan (zaten başına da ne geliyorsa bu düşüncelerden geliyor). Ben neden yazıyorum, diye. Yazmak bana ne ifade ediyor, yazmasam ne olur… Kimse silah dayamıyor şakağıma “yaz!!!” diye. Bu süreçten geçerken farkettim ki, ben yazmadan duramıyorum. Yazmak benim için hobi gibi, boş vakitleri dolduracak, değerlendirecek bir uğraş değil.Yazmadığım zamanlar dengem bozuluyor, kimyam allak bullak oluyor, dahası vücut iklimin değişiyor!!! Aman aman bir yazar olduğumdan falan değil. Yazdıklarımın edebi niteliği olması da gerekmiyor yazmam için. Ben kendim için yazıyorum. Ruh sağlığım için yazıyorum. Komik geliyor kulağa değil mi? Fakat durum tam da bu benim açımdan. İçimde biriken ve boşaltmak zorunda olduğum zehirli atıklarımı ancak bu yolla atabiliyorum dışarıya. Kimisi hızlı araba kullanarak, kimisi karşısındakine bağırarak, kimisi avaz avaz çığlık atarak, kimisi de susarak atar. Ben ise yazarak koruyorum iç dengemi, dengesi bozulan vücut iklimimi yazarak dengeliyorum.
Neyse sözü uzun tutmanın gereği yok. Kısacası, düşüncelerimin sonucunda vardığım karar; “Ben yazmalıyım!!!” oldu ve oturdum bilgisayarımın başına; bakakaldım klavyemin toz tutmaya başlamış tuşlarına… İçimde uzun zamandan beri birikmiş olan zehir dışarı atılacağını sezinlemiş ve sabırsızlanmaya başlamıştı ama bir türlü dökülemiyorlardı parmaklarımın ucundan.
Başladığım her satır birbirinden farklıydı, her satırın çıkacağı yollar da birbirinden oldukça ayrıydı. Ama kendi kendime koyduğum katı kurallar yüzünden devam edemiyor ve satırları silmek zorunda kalıyordum. İşte bu yüzden bozuyorum orucumu. Bundan sonra beğensenizde beğenmesenizde yazacağım, hem de suya sabuna dokunarak belki de içi boş kalacak yazıların ama ben yine de yazacağım.
Bu kararı aldığımın ertesinde bir e-posta düştü bilgisayar ekranımın gelen kutusuna. Kendi adıma çok isabetli bir karar vermişim demek ki. Önce niyet geldi, ardından kısmet…
Bir süredir gizli bir hayranından cep telefonuna mesajlar geliyormuş bir arkadaşımın. Elbette isimsiz. Önceleri rahatsız olmuş. Fakat gelen mesajlar hayranlık ifadeleri ile süslenmiş olduğu için mevcut rahatsızlık ardından gizli bir hoşnutluğa ve meraka dönüşmüş. Birkaç mesajın ardından dayanamayıp “Kimsiniz?” diye bir cevap yazmış ve aralarında bir dialog başlamış. Soruya gelen bir cevap ve birbirini kovalayan birçok sürpriz soru ile almış başını gitmiş mesajlar. Şu anda kim olduğunu bilmediği bir insanla aşk hakkında, hayat hakkında mesajlaşıyormuş. Gizli hayranının kimliği hala meçhulmuş fakat kim olabileceği konusunda bazı tahminleri varmış.
Bütün bunlar, kafamda varolan bazı kavramları gözden geçirmeye itti beni. Aşk, heyecan, gizem, beğeni, bilinmez cazibe, adrenalin… Garip bir durumdu arkadaşımın şu anda yaşadığı. Sonu nereye varacak bilmiyorum. Belki birkaç mesaj sonrasında gizli hayran kimliğini açığa çıkaracak ve tanışacaklar. Ardından bir ilişki başlayacak ya da başlamadan bitecek her şey. Belkide birkaç mesaj sonra arkadaşım sıkılacak ve kesecekti kurmaya başladıkları bağı. Bilemiyorum. Aslında ben başka bir noktasına takıldım olayın.
İki farklı insan birbirini tanımadan, bilmeden, görmeden, birbirleri hakkında en ufak bir fikre bile sahip değilken birbirlerinden hoşlanabilir miydi? Aşkın kimyası neydi? İnsanlar nasıl ve ne durumda aşkı hissediyorlardı içlerinde. Sevmek demiyorum bakın size. AŞK diyorum. Tutku, esaret, ihtiras ve adrenalin kokteyli… Hani büyük bir çoşkuyla başlayan ve ardından son sürat tüketilen ve süzüldükten sonra ardında sevgi tohumları bırakmıyorsa yok olup giden o tuhafama bir o kadar da zevkli, duygusal süreçten bahsediyorum.
Fiziksel temas olmadan, sadece zihinsel bir birliktelik? Ne kadar olası? Çok zor gibi değil mi?
Birlikte bir çift düşünelim, birbirlerine deli gibi aşıklar ve tutkulu bir beraberlikleri var. Fakat adam veya kadın mecburi bir istikamete doğru yol alıyor ve geride kalanın dünyasının taaa öteki ucuna gidip yerleşiyor. Şimdi bu aşk burada biter mi? Bitmeli mi ya da? Ve adam cebinde bir revolver çekip gitmeli mi? Ama birbirlerini hala seviyorlar ve birbirlerine hala aşıklarsa… Ama ayrılıkta sevdaya dair ve ayrılanlar hala sevgiliyse onlara göre. O zaman ne yapmalı? Cevabımız diğer duruma göre biraz daha ılımlı olur muhtemelen.
Yukarıda varsayılan hiçbir senaryonun net bir cevabı yok biliyorum, ama şöyle bir düşününce birbirini hiç tanımayan iki insanın, diğer çifte göre şansları daha fazla bana göre. Neden mi??
Birbirlerini tanımadıkları için birbirlerini sahiplenmeye kalkamayacaklar mesela. Sürekli zihinlerini meşgul eden merak duygusu, heyecanlarını hep diri tutacak ve hayallerinde dünyanın en yakışıklı ya da en güzel, en çekici, en seksi, keşfedilmeye en fazla değen insanı ile birlikte olduklarını hayal edebilecekler. Birbirlerini bağlamak değil de kaybetmemek için uğraşacaklar. Kulağa hoş geliyor, değil mi?.. 🙂
Ne yazık ki, teori ile pratik her zaman çelişir. Şimdi bir pembe dizi izler gibi arkadaşımdan gelecek haberlere odaklanmış durumdayım. İlişkilerini didiklemek amacı değil niyetim, tamamen bilimsel nedenlerden dolayı gözlemdeyim. Bakalım bu aşkın sonu nereye savuracak bu iki bilinmez insanı…