“Tercih yapmak için kendisi tercih dışı olan bir şeye ihtiyacımız vardır. Bağımsız olabilmek için de kendisinden bağımsız olamayacağımız bir şeye.” Murat Önderman
Psikoloji biliminin bize sunduğu “sağlıklı zihin” formüllerinden birine göre, insanlar sahiden de birbirlerine muhtaçtır. Doğumumuzdan sonra uzun bir süreyi, neredeyse tam bağımlılık ile geçiririz. Kimseye faydamız yoktur, yalnızca alıcıyızdır. Çocuk narsizmi altında da bu yatar. Çocuk öylesine bağımlı ve faydasızdır ki, yeni oluşmakta olan egosu bu durumu kaldıramaz. Bunun kabulü çocuk üstünde ciddi bir baskıya yol açacağından, ego gereğin üstünde şişirilir.
Yıllar geçtikçe tam bağımlıdan, daha az bağımlıya, ama daha da önemlisi vericiye dönüşürüz. Adım adım, önce anne babaya bir nesneyi uzatmak/uzatabilmekle başlar bu durum, genç yetişkinliğe geldiğimizde ise insanlara hem maddi hem duygusal olarak el uzatabiliyor olmanın yanı sıra, artık özerk bir birey de olmanın tadına varırız.
Psikolojide buna “karşılıklı bağımlılık” denir, ve insan ilişkileri açısından gayet normaldir. Sizin insanlardan alacaklarınız vardır, onların da sizden. Karşılıklı olarak elden tutabilme eylemi, bize her türlü ilişkimizi kazandırır.
Patolojik olan, uçlarda salınmaktır.
Sarkacın ilk ucunda tam bağımlılık statüsünden, realitede çıkmış bile olsak zihnen çıkamamış olmak yatar. Burada kişi, elde etmeyi umduğu “şey” uğruna, tüm ihtiyaçlarını bastırarak karşı tarafa bağımlı olur. Bu “şey” güven, statü, imaj, ilgi, şefkat, kabullenilme, takdir minvalinde birçok soyut ihtiyacı kapsayabilir. Bu durum en çok kadın-erkek ilişkilerinde karşımıza çıkar. Genel eğilim olarak tek eşliliği tercih eden bir toplum olduğumuz için, aklımız bu bağımlılığı aklamanın daha kolay yolunu bulur. Neticede arkadaşlar değişebilir ve çokça olabilir, ama bir ilişkiden almak istediğimiz veya zorunda hissettiğimiz şeyi, yalnızca bir bizi seçmiş insandan alabiliriz değil mi?
Burada aşk duygusuna bir riayet, ama akılsızca ve bireysel özerkliği neredeyse tamamen kaybederek riayet etme vardır.
Bu eğilim elbette acı ve sorun getirir. Öncelikle almayı umduğumuz şeyleri bastırsak da yok edemeyiz, ve bir süre sonra bu karşılanmayan hatta karşı tarafa sözü bile edilmeyen beklentiler bizi yemeye, bilinç dışımızda çatışma yaratmaya başlar ve bize ilişkimizi farkında olmadan sabote ettirir. Daha yetişkinlik yaşlarında bu tavır karşımızdaki insanı da bizden uzaklaştırır çünkü o kişi, bizim fazla tavizkar olduğumuzun farkındadır.
Henüz bir insanı tanımadan, onun bizim için uygun olup olmadığını bilmeden o kişiye aşkla bağlanmak, fedakarlıklarda bulunmak, duyguların coşkusuna kapılarak çok iyimser bir tablo çizmek bu tip yapının davranışlarıdır.
Sarkacın ikinci ucunda ise gerçekte öyle olmasa bile bilinçte kişinin kendisini tam bağımsız bir unsur olarak görmesi vardır. Burada birey, sevgi, samimiyet, temas, güvenli iletişim gibi deneyimlere hiç ihtiyaç duymuyormuş ya da istediği ölçüde bunları erteleyebilirmiş gibi davranarak kendisini bastırır. Bu sefer bastırma vermek değil, vermemek için yapılmaktadır ama sonuç değişmez. Kendisine atılan adım ne olursa olsun bunu tekinsiz görerek uzaklaşmak, samimiyetin oluşmaması için daimi duvarlar örerek insanlardan kaçmak da bu yapının davranışlarıdır.
İki tavrın da özünde aslında güvensizlik ve korku yatar.
İki insan da kendisinin olduğu gibi kabul görmeyeceği, taleplerinin karşılanmayacağı, samimiyetinin istismar edileceği korkusuyla, ya bunu bertaraf etmek için çokça vermekte ya da komple iletişimden kaçınmaktadır.
Oysa kimse şu paradokstan kaçamaz: Tercih yapmak için kendisi tercih dışı olan bir şeye ihtiyacımız vardır. Bağımsız olabilmek için de kendisinden bağımsız olamayacağımız bir şeye. Yani tercih yapabilmek için akla, akıl içinse kendi varlığını olduğu gibi kabul eden bir egoya ihtiyacımız vardır. Akıl hesap makinesi gibidir ama ona yanlış rakamları girersek bize nasıl doğru sonucu verebilir? Kendisini olduğu gibi gören ve kabul eden bir egonun ise aklı, aşk mevhumuna sadık kalmakla birlikte, önce gözlemleyecek, karşı tarafın bu samimiyeti yaşamaya değer olup olmadığını çözümleyecektir.
Aynı şekilde özerk birey yapımızı korumak için de kendisinden taviz verilemeyecek bir değerin kabulü gerekir. Aşk, samimiyet, insanlar arası güven gibi. Çünkü aksi takdirde kendisini hiçbir ilişki ile aynalayamayan insan, günün sonunda ya Tanrı olduğuna hükmedecektir ya da bir hiç olduğuna. Böylece bağımsız bir birey olmakla gururlanan kişi, samimiyet için taviz vermemeyi sürdürdüğünde birey, yani ego olmayı kaçıracaktır. Sonuçta ya çok şişmiş ya da patlamış bir balon olacaktır onun bireyselliği ve egosu elden gidecektir.
Dolayısıyla burada mesele, aşk veya samimiyet için taviz vermek/vermemek ögesine takılmadan önce tercih içi ve tercih dışı noktaları doğru saptamaktır. Taleplerimiz ve ihtiyaçlarımız ne olursa olsun tercih içidir. Onları düzenleyebilir ve görünür kılabiliriz, bu bizim elimizde ve irademizdedir. İrade ise sağlıklı bir egonun temel yapı taşıdır. Öte yandan tercih dışı olan aşk dahil her tip samimiyet ihtiyacımızı da kabul ederek insanlarla iletişimimizde taleplerimizi hoyratça değil kibarca ortaya koymak ve onların taleplerini de dinlemek, egomuzu sandığımızdan daha güçlü hale getirir. Böylece ilişkiler yoluyla sık sık varlığımızın teyidini alma imkanımız olur.
Sonuçta tercih içi akıl ve tercih dışı samimiyet eksenini daima hatırlamak ve gözetmek, bunu yapamıyorsak sebeplerini anlamak, bu durumu çözmek bizi psikolojinin önerdiği “karşılıklı bağımlılık” dengesinde korur.
Böylece sorunlu ilişkilerden korunmanın bir imkanı doğar.