Kadın son derece zengin bir adamın karısı. Adam ise İtalyan bir balıkçı. Bir şekilde kadının şımarıkça bir talebi sebebiyle denize botla açılıp, adamın fırtına patlayacak demesine aldırmadan gidecekleri yere ulaşmaya çalışıyorlar. Bir şekilde saçmalık tabi, botun bir motoru olmadığı gibi, ellerindeki küreği de sanırım kaybediyorlar.

Sonrası malum… Fırtınayla beraber birkaç gün kötü hava koşullarında debelenmenin ardından botlarının da suya batmasıyla, kendilerini ıssız bir adaya atıyorlar.

 

İtalyan balıkçı, kadının küstahlığına hep aşağılayarak yanıt veriyor. Bütün düşüncelerini O’na sertçe söylerken kadın sanki azgın bir kısrağı canlandırıyor gibi… Yani adamın O’nu evcilleştirip kendi komutası altına alması gerekiyor. Birazcık pembe dizimtrak bir bakış açısı tamam ama her şey bir kenara, filmin içerisine gizlenmiş çok gerçekçi öğeler var.

Filmin yarısından sonra kadının adamın ayaklarını öptüğünü, O’na hizmet etmek için yanıp, tutuştuğunu ve aralarında çok ihtiraslı bir aşkın başladığını seyrediyoruz. Madonna’nın rol yapma yeteneğinin tartışılası olmasından mıdır nedir bilinmez bu çiftten o kadar da etkilenemiyoruz ama içimizde bir yan o kadın, karşımızdaki erkeği de kendi kocamız ya da ne bileyim erkek arkadaşımız, sevgilimiz olarak görmek için yanıp tutuşuyoruz.

Bu ne yaman bir çelişkidir? Modern hayatın getirileri ve götürüleriyle artık erkekler evlenecekleri kadından çalışıp aileyi geçindirmesi için maddi katkıda bulunması ön koşulunu getiriyorlar. Bunun tersinden de kaçıyor günümüzün kadını. Yani evlenir evlenmez; “sen evde oturup çocuğumuzu büyüteceksin, bir yere çıkamaz kendini kanıtlayamazsın! ” diyene de prim  verilmiyor. Kadınlar, bir dolu diplomayı bir kenara koyup da ortalama bir adamla evlendikten sonra gerekenleri yerine getirmeye başlıyor. Çalışma hayatı, çocuk, ev, alışveriş…

Bir yandan da kadın hayal kuruyor… Düşlerinde ıssız adaya düştüğü erkeğiyle sapandan, sopadan sandal yapan, çalı çırpıdan ev düzen, dışarı çıkıp da balığını tutup kadınına pişirmesi için getiren, kadınına kadın olarak özen gösterip, O’na arzuyla yaklaşan adamı özlüyor. Kadın istediği kadar dışarda ekmeğini kazanan ve şıkır şıkır giyinip, bir arabadan diğer arabaya binen birisi olsun ağladığında başını omzuna dayayabildiği bir omuz arıyor.

Filmde aynı bu sahneyi görüyoruz. Kadın zengin mi zengin, şımarık mı şımarık, höt! dedi mi elinin altında herşeyi bulabiliyor ama kendine efendim denmesini istediği, o kadar zamandır karşılaşamadığı bir erkekle beraber. Adam yoktan başlarına çatı kuruyor ve şirretleştikçe şirretleşen, hayattan acımasızca, aynı zamanda öcünü alırcasına gereksinmelerini karşılayan kadının yerine evcil bir kedi var artık.

Ve bir gün sahile bir tekne yanaşıyor. Kadın tekneye elini kaldıracakken vaz geçiyor, saklanıyor…Erkek de başka bir gün gördüğü farklı bir tekneye doğru giderken; ” Bana aşkını kanıtla, gerçek hayatta beni sevebilir misin?” diyor. Oysaki, hayatları boyunca orada kalabilir kadın. O noktaya gelene kadar kendine hükmedebilen ama bir o kadar da arzuyla sevebilen bir erkeği özlemiş çünkü.

Filmin sonunu buraya taşımıyorum, dediğim gibi rol yapanların becerisini de dile getirmiyorum yalnızca filmin bana gerçek hayattaki kadın ve erkek rollerinin değişimini anlatması açısından dikkate değer bulduğumu yazıyorum o kadar. O yüzden, hayatta kendi bulunduğumuz ortamları değerlendirirken, başkalarını acımasızca o erkekle ya da kadınla beraber olduğu için eleştirirken, konumunu ve yaptıklarını tartıp biçerken O’nun ayakkabısını giyerek de yaklaşmak gerekiyor. İlişkinin içinde dışarda çağlayıp coşanların süt dökmüş kediye dönüştüklerini izlemek başlangıçta akılları karıştırabilir ama demek ki karşısında duran hayat partnerinin bir yapabildiği var, değil mi? Gerçekten de kadın tarafı olarak bunu kendi adıma çok kuvvetli bir şekilde savunabilirim.

Aşk… Tamam ilk karşılaşma, elektrik, çekim vesaire vesaire… ama sahiplenilme, arzu, evin içinde yapılan bir masa, kırılan sandalyenin onarımı, bahçeyle uğraşıp dışardan çör çöp toplayıp ateş yakabilmek, ailesine bakabilme kapasitesi, kişiliğini ezdirmemek ve erkekliğini karşısındakini ezmeden nezaketle birleştirerek kanıtlamak, zor durumda elini uzatıp o sıkıntıdan seni çekip çıkartabilecek kuvvette bir el… Tüm bunların yazılması kendi gölgesinden bile kaçan bir kadını her zaman erkek mi koruyup, kollayacak anlamında değil ancak modern hayat şartlarına uyulacak diye de benim evleneceğim kadın illa çalışmalıdır ya da ben gidip elektriği suyu yatıramam karım becerikli olsun herşeyimi benim adıma halletsin mantığı da asla değil, bilmem anlatabiliyor muyum?

Herkes kendini koruma, sahip çıkma ve ayakta kalma becerisine sahip olmalıdır ama biz burada kadının bir erkekten ne beklediğini sorguluyoruz. Bir, olağanüstü hal planı diyelim. Kadınlar karşılarında bunları göremediklerinde rollerin sallantıya girmesinden dolayı akıllarındaki erkek imajıyla gerçek karşılaşılan arasında kala kalıyorlar. Çözüm, büyük bir hırsa dönüşüyor. Halbuki bu hayat balık tutup, onu ateşte pişirerek de bal gibi geçebiliyor. Filmdeki kadının dediği gibi; “Lütfen dönmeyelim, hayatımda hiç mutlu olmadığım kadar mutluyum ben burada…” Ama karşımızda modern hayatta ayaklar altına alınan bir yaşam tarzı var.

Kısa ve öz şu belki; karşısındaki erkeğe carıl carıl bağıran bir kadının aslında derdinin ne olduğuna bakmak gerekiyor. Bazen, konuşulanlar ya da üstünde durulan problemler, buzdağının su altında kalan kısmıdır ya hani, o hesap… Beceriksizlik kadının erkeğine güvenini sarstığı gibi aynı şekilde erkeğin de karısına saygısını azaltıyor. Doğru olan hayata karşı duruşunu sağlam koyabilen kadın ve erkeğin yanyana ileriye doğru bakabilmesinde. Beraberliğin getirisi genel kurallara ve baskılara bağlı olmadan karşılıklı beklentiler eğer partnerin kafasındaki şekle uyuyorsa ne ala… Ama kadın ne kadar kuvvetli olursa olsun hala omzuna dolanan kuvvetli bir kola ve “Bu benim kadınım!” diyen bir erkeğe aç. Bazen gördüğümüz çok güzel, narin, eğitimli kadınların bazı yönlerden yontulmamış adamlarda da tatmin etmeye çalıştığı nokta sanırım bu. Bu sahiplenme ve acil durum erkeği (!) bir de kendi vasıflarını kafası, eğitimi ve centilmenliğiyle birleştirebiliyorsa ne ala, yeme de yanında yat.

 

Reyhan Bull