Kadının “ruhu” var mıdır? Durduk yerde, bodoslamadan böyle bir soruyu ortaya atanlara, günümüzde refleks olarak verilecek doğal karşılık, muhtemelen “Oha!” gibi güçlü bir ünlemle başlar; biraz daha nazik olmayı becerebilenlerse “Hocam, sen iyi misin?” mealinde bir şeyler söylemeye çalışır. Ama aşağı yukarı dört yüz yıl öncesine kadar Batı dünyasında, kadınların bir “ruhu” olmadığına inanılıyordu. (Yani o günlerde “kadın ruhuna” hitap etmeyi seçen “aşk yazarları” ortaya çıksaydı, muhtemelen aç kalacaklardı.) Katolik doktrini, bunu bire bir ifade etmiş olmasa da, satır aralarından çıkan sonuçlarla, canlılar dünyasını dört kategori halinde düşünme eğilimindeydi: Bitkiler, hayvanlar, insanlar ve kadınlar!
Biliyorum, şimdi inanması çok güç geliyor ama yüzyıllar boyunca bu bakış açısı o denli egemen oldu ki, ruhani ve yüce alanlardan kadınların uzak tutulması gerekliliği, sessiz bir “toplum sözleşmesi” biçiminde benimsendi Avrupa ülkelerinde. İnsanlar “ruh ve beden”den oluşuyorlardı ve onlara Yaratıcı’nın kutsal değerlerini veren de ruhlarıydı. Kadınsa, salt bedene sahip, spiritüel anlamda gelişmemiş, bir tür “eksikli insan” gibi görülüyordu: Yani, “bedenüstü az ruh” benzeri bir şey.
Ruhani otorite, bu nedenle daha işin başından itibaren kadınların “din adamı” olamayacaklarına, ancak birer “inanan” olarak cemaatteki yerlerini alabileceklerine karar verdi. (Kendi ruhu olmayan biri, “ruhların kurtuluşu” için nasıl vaaz versin ki?) Bu nedenle, on altıncı yüzyıl başlarında İspanya’nın kuzey kentlerinde “Alumbrados” (Aydınlanmışlar) adlı gizli mezhebin varlığı ortaya çıkarıldığında, Engizisyon acımasız bir sertlikle bu “sapkınlığın” üzerine yürüdü, çünkü bu mistik topluluğun lider kadrosu, kadınlardan oluşuyordu.
Bildiğimiz kadarıyla ilkin Toledo’da ortaya çıkıp, ardından yavaş yavaş İspanya’nın değişik kentlerine yayılan Alumbrados grupları, “spiritüel aydınlanma” idealinin yolcularını bir araya getiriyordu. Klasik anlamda sistematik yapıya sahip bir örgüt olmaktan çok, kendi halinde küçük bir cemaat havası vermekteydiler. Ev toplantılarında, grubun liderliğini oluşturan “bilge kadın”lardan biri, uzun bir meditasyon sonrasında “dejamiento” adı verilen trans haline geçiyor ve “Yaratıcı’nın ışığıyla aydınlandığını” ileri sürerek, aldığı “ışığı” diğer üyelerle paylaşmaya çalışıyordu.
Kolayca tahmin edileceği gibi, Alumbrados’un varlığıyla ilgili haberler, Katolik makamlarına ulaşır ulaşmaz, birtakım piskoposlar ayağa fırlayıp, “Durun bakalım orada bir dakika” diye gürleyiverdi, “İşin içinde kadın varsa, ruhun aydınlanması nasıl olurmuş? Hangi ruhmuş bakalım bu?” İki arada hemen bir ferman yayımlandı ve “Kadınların sanki yücelerden vahiy alırmış gibi transa geçme seansları düzenlemesinin, utanç verici bir cüretkârlık olduğu” yolunda açıklamalarla İspanyol halkı bilgilendirildi. Aynı günlerde “Kadının ruhu olmaz” tartışması da, akıllara zarar argümanlarla yeniden alevlenecekti.
Bilmiyorum Alumbrados’çuların akibetinin hiç de iyi olmadığını söylemeye gerek var mı? Ruhu olmayanların yönetiminde “ruhsal kurtuluş” denemelerine girenlere, Kilise büyüklerinin hoşgörü göstermesi beklenemezdi tabii.
Kadın, işin “ruhsuzluk” yanı bir yana, ataerkil dogmatik dinler tarafından “yoldan çıkarıcı” ve “Şeytan’ın maşası” olarak görüldü her zaman: Cinsel cazibesini, erkekleri günaha teşvik etmek ve “yanlış yollara sürüklemek” için kullanan, güvenilmez bir yaratık.
Latince’de “dişi kurt” anlamına gelen “Lupa” sözcüğünün, sonraları “fahişe” yerine kullanılan bir aşağılama sözcüğüne dönüştüğünü biliyor muydunuz? Çünkü dişi kurt, kökü Hıristiyanlıktan binlerce yıl öncesine dayanan, dünyanın en eski inanç sistemlerinde, Tanrıça’nın ve onun izindeki “bilge kadın”ın temsilcisiydi! Britanya’da koruyucu tanrıçanın simgelerinden biri olarak görülen dişi tazı, bütünüyle aynı etkilerle, eski İngilizce’de “fahişe” yerine kullanılan “bicce” sözcüğüyle anılmaya başladı zaman içinde. Bugünkü “bitch” sözcüğü de oradan geliyor. Sözcüğün fonetik dönüşümü, kuzey dillerindeki “pittja” ile başlamış etimoloji uzmanlarına bakılırsa. Genel kanıya göre, bunun da kökeni, bir zamanlar tanrıça kültürünün önemli merkezlerinden biri olan Delphi kentindeki Apollon ve Demeter rahibesinin unvanı: Yani, “Pythia”. Yunanca’da bugün hâlâ “fahişe” anlamına gelen “putana” sözcüğü de Delphi’nin tanrıça rahibesinden kaynaklanıyor, Fransızca’daki “putain” de.
İncil’in final bölümünü oluşturan Yuhanna’nın Vahyi’nde, büyük düşman Babil, “azgın bir fahişe” olarak sunulur, çünkü Tanrıça İştar’ın (Sümer’in İnanna’sı) kentidir. Mısır ve Roma da aynı hakaretlerden payını alır: Biri “dul fahişe” İsis’in ülkesidir, diğeriyse “Magna Mater” ya da “Büyük Anne” adlarıyla bilinen Kybele’yi onurlandırmıştır. Kısacası, Katolik papazlarının kadına olan güvensizlik ve hınçları, yalnızca “erkek-egemen ideolojiden” değil, daha büyük oranda eski bir nefretten kaynaklanmaktadır: Onca baskıya ve geçen onca zamana karşın bir türlü yok edilemeyen Tanrıça sevgisinden.
Judaik inanç sistemlerinde kadın, “erkeğin kaburga kemiği”nden yaratılmıştır; yani ona göre “ikinci düzey” bir canlıdır ancak. (Bu “kaburga kemiği” meselesinin bir çeviri hatasından kaynaklandığını; Sümerce’deki “Ti” sözcüğünün, kaburga kemiğinin yanı sıra “yaşam özü”, yani bugün bizim bildiğimiz biçimiyle DNA anlamına geldiğini, “2012: Marduk’la Randevu”da açıklamıştım.)
Tanrıça kültürünün çok daha eski söylencelerindeyse, durum daha farklıdır: İki cinsiyeti de bünyesinde taşıyan hermafrodit Agdistis, seçimini kadınlıktan yana kullanır ve erkeklik organını koparıp toprağa atar. Onun düştüğü yerde, bir nar ağacı bitecek ve bu ağacın meyvelerindeki tohumlardan da Attis doğacaktır: Yani Agdistis ya da daha yaygın adıyla Kybele’nin yardımcısı olacak, eril tanrı.
Cinsel ve dinsel faktörlerden kaynaklanan eski hesapların yanı sıra, işin bir de “sosyal ve siyasi” boyutu var: Kilise, krallıkların, hükümdarlıkların, sınıf ayrımcılığına dayalı despotik yönetimlerin ruhani örgütüdür. Tanrıça kültüyse, paylaşımcı, eşitlikçi, adil ve barışçı anaerkil dönemin. Şimdi “kadının ruhsuzluğu”nun nereden ileri geldiği daha iyi anlaşılıyor, değil mi?
Kadın, “yasak meyveyi”, yani “bilgiyi” çalıp, erkeği bu “suça” alet etmiştir klasik Judeo-Hıristiyan düşüncesinde. Bu nedenle, daha tarihin başlangıcından itibaren “baştan çıkarıcı” ve günahkârdır. Sonrasında da aynı baştan çıkarıcılığı, bu kez “cinsel cazibesini” kullanarak sürdürdüğüne inanılır. Eh, “ruh” olmayınca, “bedenini” kullanacaktır o da tabii!
Haydi ciddiyeti bir yana bırakalım şimdi ve hemcinslerime bir soru yönelteyim: Hangimiz bir kadın tarafından “baştan çıkarılma”ya çoğu kez gönüllü olarak hazır olmamışızdır ki? Ergenlik ve gençlik çağlarındayken, güzel, çekici, akıllı ve olgun bir kadın tarafından “baştan çıkarılma fantezileri”ni, bir kez bile aklından geçirmemiş bir erkek var mıdır? Ayrıca, kendi iradesi dışında “zorla baştan çıkarılma” diye bir şey olabileceğine inanıyor musunuz? Baştan çıkmaya niyetimiz olmadığı sürece, kraliçesi gelse, “havagazı”.
Kendi adıma, “baştan çıkarılma”nın iki biçimine de; yani “bilgi ağacı”ndan “yasak meyve”nin çalınmasına da, “kadınsı cazibe”yle baştan çıkarılmaya da, her zaman sıcak baktığımı söyleyebilirim. Amaç ne olursa olsun, bir kadın beni baştan çıkarmaya çalışıyorsa, bu onun “hinliğini ve kötülüğünü” değil, beni önemsediğini ve değer verdiğini gösterir diye düşünmüşümdür hep. Baştan çıkarıcı olsun ya da olmasın, “kadın ruhunu” her haliyle severim. Bugün yaşadığımız hırslarla, bencillikle, düşmanlıkla, zorbalıkla dolu dünya da, binlerce yıldır o ruhun baskı altına alınmasının ve kadınların figüratif anlamda “erkekleşmeye” itilmesinin, hep birlikte ödediğimiz bedelinden başka bir şey değil zaten.