“Genç kız kantinde kahve almak için cüzdanından para aranır. Uzun zamandır kızı uzaktan izleyen ve yakınlaşabilme fırsatını kollayan genç adamsa güzel kızın bu kısa süreli yarattığı fırsatı değerlendirerek alacağı kahve sayısını ikiye çıkarır ve kız daha parayı uzatamadan eline tutuşturur plastik bardağı.
Sonunda aradığı fırsatı yakalayan genç adam kızla beraber bir masaya oturur ve sohbete başlarlar. Kızın bakışlarında gördüğü bir anlık kıvılcım kısa sürede büyük bir ateşe döner ve ilişkileri başlar.
Genç adam hafızasında biriktirdiği bütün romantik numaraları ardı ardına sıralar. Kızda mahçup ve masum ifadeler ile oyuna eşlik eder. Çiçekler, böcekler, kuşlar, ağaçlar… Hayat güzeldir… Hayat mükemmeldir… Uzun uzun birbirlerini tanımak isterler. Tanırlar, tanıdıkça daha çok severler. Hayatlarının aşkını bulmuşlardır artık. Bunca sene beklemelerine değmiştir. Doğru kadın, doğru erkek… Geleceklerini konuşurlar. Hayattan beklentileri aynıdır. Mutlu olabilmeleri için yağmurun altında dolaşmak bile yetiyordur.
Fazla uzatmanın anlamı yoktur. Bu birliktelik ömür boyu sürmelidir. Gerçi kimsenin şahitliğine ihtiyaçları yoktur ama yaşadıklarını, beraberliklerini tüm dünyaya haykırmak isterler. Okullarını bitirirler. Evlenirler, çalışırlar, para kazanırlar, sevişirler, uyurlar, uyanırlar, gezerler, tatile giderler, sinemaya giderler, evde davet verirler, arkadaşları olur, onlara giderler. Diledikleri hayatı kurarlar. Hayalini kurdukları hayatı yaşarlar. Ufak tefek eksikleri olsa da kendi hayatlarıdır neticede yaşadıkları. Mutludurlar…
Günler su gibi akıp geçmeye başlar. Hayat hızlanmıştır. Durup dinlenmeye vakitleri yoktur. İlk günlerini daha az anmaya başlarlar. Hatıralar yerini yeni hatıralara bırakır. Ölümler gelir, doğumlar olur, hastalar, düğünler… Kalabalıkları olur hayatlarında… Kendilerinin sadece kendilerine ait olmadıklarını anlarlar.
Kendilerine ait olamayan adam ve kadın, birbirlerine ait olamadıklarını da farkeder yavaş yavaş. Artık ilk günlerini daha sık anımsarlar. Hasretle anımsarlar hem de. Fakat bu anımsama onları kaçınılmaz sondan kurtarmaya yetmez. Testi çatlamaya başlamıştır. İnce ince sızmaya başlar birliktelikleri. Eksilmeye başlamışlardır. Dikiş tutmayan yamalar, son çırpınışlar, denemeler, yanılmalar… Başkalaşırlar artık her ikisi de. Kendilerini tanıyamazlar, birbirlerini anlayamazlar. Sonunda da final gelip çalar kapıyı. Severek evlendik, severek ayrılalım şarkısı kulaklarında.
Mutsuz bir sonla biter onların masalı…”
Tanıdınız mı yukarda anlatılan minik masalın kahramanlarını? Bugünlerde o kadar çok buna benzer senaryolar duyuyorum ve yaşıyorum ki etrafımda. Malzeme açısından hiç sıkıntı çekmedim kurgularken. Ne kadar çok bizlere benziyor değil mi?
Neler oluyor bizlere kuzum? Neden bu kadar mutsuz bir nesil yetişiyor? İlişkilerde başarısız, modern şehir mutsuzları olduk çıktık son zamanlarda. Aklımız aşk mevzularına ermeye başladığı yıllarda abilerimize, ablalarımıza imrenirdik. Uzun soluklu ilişkileri olanları kıskanır, sohbet aralarında ilişkisi en uzun süredir devam eden arkadaşlarımı onurlandırıdık. Birlikteliğin kutsal sayıldığı aileler tarafından büyütülmüştük. Fakat şimdi etrafıma bakıyorum herkes mutsuz. İş yerinde mutsuz, evinde mutsuz, sosyal ortamında mutsuz. En önemlisi de ilişkilerinde mutsuz.
Bir duyuyorum, bir arkadaşım yeni bir aşka başlamış, bir daha duyuyorum yine yeni bir aşka başlamış. “Ne oldu eskisi?” diyecek oluyorum….. “Amaaaan, olmadı be birader, anlaşamadık! Yürümeyecekti zaten…” cevabını alıyorum. Zaten yürümeyecek bir ilişkinin erken sonlanmasına lafım yok ama yeni nesil olan bizler çoğu ilişkiyi yürütemiyoruz. Sabrımız mı azaldı? Dayanma gücümüz mü? İnancımızı mı yitirdik yoksa? Nedir yahu sorun?
Evliliklerinin otuzuncu, kırkıncı, ellinci yıllarını doldurmuş insanlarla konuşuyorum “sırrı nedir?” diye. Hayatı yalayıp yutmuş insanların bilgeliği ile bakıp gülüyorlar yüzüme. “Ne sırrı evladım? Ne sırrı? Bu işin sırrı mırrı olmaz…” Derin bir kabulleniş hissediyorum. Onlar da bilmiyor bu işi nasıl kotardıklarını.
Hayatı sorguladığımız yetmezmiş gibi bir de ilişkilerimizi sorguluyoruz. Kurcaladıkça, eşeledikçe de bizi rahatsız edecek birşeyler buluyoruz. Rahat batıyor, büyüklerin deyimi ile.
Dilediğimiz hayatlara ulaşamamak rahatsız ediyor belki bizi. Mutsuzluğumuzu belki bu yolla dışarı atabiliyoruz. Dilemediğimiz hayatlar, planlamadığımız yaşamlar. “Benim hayatla anlaşmam bunları kapsamıyordu!!!” diye basıyoruz yaygarayı. Bir daha gelemeyeceğimize göre bu dünyaya, koparabildiğimiz en iyi anlaşmayı koparmamız gerekiyor. Buna mecbur hissediyoruz kendimizi. Bu nedenle de yakıp yıkıyoruz şimdiye kadar ne inşa ettiysek hayatta. Sıfırdan başlayan mütahitler gibi üstünkörü bir arazi zemin düzeltmesinin ardından hemen yeniden başlıyoruz yeni binanın inşaatına. Bu kadar kolay.
“Ben kendime bile fazla geliyorken, onun kaprislerini daha fazla çekemem!” türünde bencilliklerden tutun da, “Onu o kadar fazla seviyorum ki, benimle mutsuz olduğunu hissediyorum. Aradığı insan ben değilim. Onu mutlu edebilecek birisini bulmasını istiyorum!” tarzında düşünceli, anlayışlı ve seven insan repliklerine kadar. Ardından işleyen süreç aynı.
Aslında özünde baktığınız zaman insanların değişmesi veya zaman içerisinde beğenilerinin değişmesi, hayata bakışlarının değişmesi çok olası.. Her iki taraf içinde olası.. Hepsi olası.. Fakat bütün bunlara rağmen bu kadar insanın evlenmesi ve evlenirken bütün şahitlerinin huzurunda birbirlerine verdikleri sözler hala kulağımda.. Bende bu sözleri eşime vermiş birisi olarak, unutmam mümkün değil zaten.. Ne demiştik o idam masasında?
“İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, ömrümün son nefesine kadar seni seveceğime söz veriyorum…” ne güzel, ne kadar şiirsel.. Eeee, sonra? Madem herkes bu kadar kendinden emin bir şekilde, yüzlerce tanıdığının önünde aşklarını böylesine iddialı bir şekilde tarihe kazıyor, neden o zaman son yıllarda mahkemelerin boşanma davaları kayıtlarında bir patlama yaşanıyor? Delikanlılık yüzdemiz mi irtifa kaybediyor son sürat?
Evlenmeden önce de, evlendikten sonra da, eşimle birlikteyken de, ayrı ortamlardayken de savunduğum bir düşünce vardı. Evlilik müessesesi insan işi değil diye. Neden mi? Çünkü hiçbir insan hayatının o andan sonrasını bir insanla birlikte geçirebileceğini garanti edemez? Düşünsenize bir kere. Yirmi beş / otuz yaşlarında evlendiniz. (şimdilerde bu yaş hızla yukarıya doğru çıkıyor) ve bu kadar sene içerisinde kendinize has bazı alışkanlıklarınız gelişiyor. Bu alışkanlıklara ilave siz yeni bir insanı hayatınıza katıyorsunuz ve bu insanın kendisiyle beraber getirdiği alışkanlıkları da kabul ediyorsunuz. Ediyorsunuz çünkü ilk başlarda bu farklılıklar hoşunuza gidiyor. Fakat an geliyor kendinizden bile sıkıldığınızda batmaya başlıyor bu sonradan hayatınıza giren insanın bazı alışkanlıkları.
Birlikteliğin ilk günlerinde (yıllarında bile diyemiyorum bakın) eşiniz yatağınızda yanınızda uyurken onun nefes alıp verişi sizi deli gibi mutlu ediyordu. Fakat aylar sonra farkettiniz ki o nefes alıp veriş değil, aslında bir kereste hızarıymış. Horlaması karşı apartmandan duyuluyormuş. Bu nedenle yataklarını, odalarını ayıran çiftler tanıyorum. Çorabını ters çıkarıp, odanın orasına burasına atanlar, yemek yerken ağzını şapırdatanlar, öğlene kadar uyuyanlar, bunlar hep sonradan bize batan, rahatsız eden yönleri karşımızdakinin. Bunlar işin latife kısımları. Ama boşanma istatistiklerine geçmiş ironik nedenler olarakta kayıtlara geçiyor.
İnsanların büyük bir kısmı için artık ilişkilerinin dayanılmaz ve yürütülemez bir kurum haline gelmesinin nedeni şu anda birlikte oldukları insanın ilk zamanlar beraber oldukları, eğlendikleri, flört ettikleri, aşık oldukları insana artık benzer yanlarının kalmaması.
Yeni başlayan bir ilişkide, lise yıllarında, üniversite sıralarında yada hayata yeni atıldığımız dönemlerde sevgilimiz ile birlikte olabilme fırsatları yakalamak için her anı değerlendirirken artık evlenmiş barklanmış, borçlanmış, harçlanmış ve fazlasıyla hırpalanmış olarak eve gittiğimizde tek ihtiyacımız ayaklarımızı uzatıp, yan gelip yatmak oluyor önceliklerimiz doğal olarak. Sinemaya her zaman gidebilirsiniz nasıl olsa. Fakat eski sen, eski eşine kapıdan girer girmez sarılıp uzun uzun öpüşürdün kapı aralığında en azından. Ama şimdi üzerindeki fazlalıkları bile birisini bulsan ona çıkarttıracaksın.
Bu minik ve zararsız değişimler aslında bir çığ gibi büyüyerek hem seni hem de eşini altında ezer hale gelir zamanla. Bir DOMİNO ETKİSİ yaratarak zincirleme hataları beraberinde getirmeye başlar.
Birikir, birikir, birikir…. Birikicek yer bulamayıncaya kadar bekler ve ardından patlar artık taraflar… Yaşanan patlama o kadar şiddetlidir ki, ortalığın tozu, dumanı dağılmaya başlayınca yılgın, bezmiş ve lime lime olmuş iki yorgun savaşçı kalır er meydanında. Yaraları birbirleri tarafından sarılamayacak kadar derin ve birbirlerinin yaralarını göremeyecek kadar gözleri sönmüş iki yorgun savaşçı…
Beyhudedir artık çabalamak… Çabaladıkça dibe doğru çekildiğini hissedersin hayatının. Sana bile yabancı gelir çabalarken şaşkınlıkla seyrettiğin sen. Gitsen gidemezsin, köklerin bırakmaz yakanı; kalsan kalamazsın, viranedir artık yaşadığın şehir.
Yorulmuşsundur, yenilmişsindir, yıkılmışsındır. Uzanıp kalırsın yere, yüzün masmavi gökyüzünde ve kırık dökük hatırladığın bir melodi dilinde…
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan
Seyir defterini başkası yazsın
Çınarlı, kubbeli mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın