Hiç düşündün mü, başımıza gelen ya da gelmeyen, bizi bulan ya da bulmayan her şey istek ve arzularımızla değil de kendimize bakışımızla, şu kısacık hayattaki var oluşumuzla, duruşumuzla ilgili. Bence aşk, buna dâhil.
Bir şeyi çok istersek sahip olacağımıza inandırıldık. Yıllar boyu. “İstemek,” dediler, “birinci kural. Ama çok isteyeceksin.” Sokaklarda sırtı çökük, boynu bükük, bir karış suratla yürüyüşümüz bundan. Çok istedik ama olmadı. Niye’sini kimse bize söylemedi. “Yeterince istememişsindir, çaba göstermemişsindir,” diyen oldu sahi. Düşürdük yüzümüzü, yürümeye devam ettik. İçimizde bir yığın hayal kırıklığı. Bence aşk da buna dâhil.
Kalbimizin tavan arasında kilitli tuttuğumuz sandıklar var. Aşk sandıklarımız. Heves, tutku ve tüm güzel niyetlerle kendimizi adadıklarımız. Yalnızca sevgili değil; işimiz, bir dönemki meşgalemiz, adım attığımız şehir ya da çıktığımız yolculuk… Yani kalbimizi çarptıran her insan ve her an. Yaşadığımız ve sonrasında tozlu sandıklara kaldırıp unuttuğumuz.
İnsanlar görürüz, gözleri boncuk boncuk bakan, konuşurken, susarken, bilet sırasında ya da otobüs durağında beklerken ışık saçan erkekler, kadınlar. Bizi kararmış yüzlerimizden utandıran, dünyaya öyle ışıl ışıl baktığımız zamanları hatırlatanlar. Tedirgin olur, hemen mutluluklarına –ve kendi sürekli mutsuzluğumuza- bir kılıf uydururuz. “O şirkette çalışsaydım ben de gülerdim elbet.” … “Eh, mutlu olacak tabii, ona âşık, çok güzel bir karısı var.” … “Aman o hep öyledir zaten, Pollyanna!”
Sandıkları açalım…
Senin hayatında hangisi olmadı ki? İlk işine başladığın ya da uzun süren işsizlik döneminin ardından kabul haberini aldığın günü hatırla. Arkadaşlarınla yaptığın kutlamaları, şirket binasından içeriye girişini, dimdik yürüyüşünü, ayaklarının zeminle tüy gibi hafif buluşmasını, bakışlarındaki parlaklığı, canlılığı… İşine aşkla bakışını… Peki, ne kadar sürdü? Cuma günlerini iple çekmeye başladığında kaçıncı haftandaydın? Yöneticinden ilk ne zaman şikâyet edip iş yeri dedikodularına katıldın? Başlangıçtaki hevesini kendi ellerinle, kendi isteğinle söndürmeye ne zaman başladın?
“Ama koşullar, insanlar…” diyeceksin. Haksızlığa uğradığını söyleyeceksin. İlk günkü mutluluğunu senden alan bir suçlu arayacak parmakların. Bu sefer kimi göstereceksin?
Kişisel tarihinde beyaz bir sayfa açtığın o ev geliyor mu aklına? Her odasını özenle düzenlemiştin, duvarlara en uygun rengi bulana kadar göbeğin çatlamıştı. Mobilyaları tek tek seçmiş, yastık kılıflarından kahve kupalarına kadar her ayrıntının “bir bütünün parçasıymışçasına” birbirini tamamlamasını, seni yansıtmasını istemiştin. Ev güzel olmasına olmuştu da, ruhunda bulamadığın bütünlüğü pasta tabaklarının deseninde aramak pek doğru olmamıştı sanki. Ruhun ipi kopmuş balon gibi çatılara, bacalara çarpa çarpa ilerlerken kim bilir ne paralar ödeyip de aldığın kadife yastıklı “okuma koltuğu”, kısa süre sonra kıyafetlerin üst üste yığıldığı, eski tarihli gazetelerin yerlerde süründüğü bir köşeye dönüşüvermişti.
“Ama zor bir dönemden geçiyordum…” diyeceksin. “Kolay dönemlerde evine, hayatına, sevgiline âşık olmak ne kolay, değil mi?” dersem, belki biraz güceneceksin…
Hadi başka bir sandık açalım. İşte dokunmaya en korktuğun. Acı, pişmanlık, kırgınlık ve kararsızlıkla hatırladığın. Sandıktan çıkan yine ilk günkü hisler. Bedenin her hücresinden taşan bir mutluluk hali. “Sonunda,” diyordu içinden bir ses, “ben de buldum, ben de. Beni de çok seven biri var…” Peki, sonra ne oldu? Niye sürmedi? Sevgiyi sürdürecek tek bir hal varken bitmesine neden olan öyle çok olasılık var ki…
“Onu çok seviyorum ama…” diye başladın, değil mi? “… biraz daha spor yapsa, sevdiğim kitapları okusa, bu kadar televizyon izlemese, kız kıza dışarıya çıkmalar filan artık olmasa, yağlı yemese, kısa giymese, erkek erkeğe maçlara gidilmese, azıcık da kilo verse, ne olur sanki?”
Belki de mutluluğunun anahtarını ona teslim edip beklemeye başladın: Hayatıma hoş geldin, hadi mutlu et beni! Kim, bunun yükünü uzun süre taşıyabilir ki? Aradı aramadı, öyle dedi böyle demedi, yeterince sevmedi, üzerime düşmedi, gerektiği kadar kıskanmadı ya da fazla kıskançtı… Bir türlü istediğin gibi olamadı, değil mi?
Arkadaşım anlatmıştı, sevgilisiyle üç-dört ayda bir, “genel değerlendirme yemeği”ne çıkıyorlarmış. Bir nevi toplantı gibi. Güzel mezelerle, şık kadehlerle süslenen masaya ilişkilerini, kişiliklerini, onları gerçek kılan tüm hallerini yatırıyorlarmış. Sıra tatlıya geldiğinde ikisi de “değişmesi, gelişmesi gereken” özelliklerini not etmiş, sindirmeye çalışıyorlarmış. Bu tür toplantıların ilişkiden verim almak, değişmek ve gelişmek için önemli olduğunu söylemişti arkadaşım. Banaysa düşüncesi bile korkunç gelmişti. Kadın dergilerindeki “Ona küçük sürprizler yapın, yataktan kalkar kalkmaz saçınıza fön, gözünüze kalem çekin,” tüyoları gibi. Bir türlü yetmeme, yetinememe hali. Hem “verim” de ne demekti?
Ben kusurlu olmayı sevenlerdenim. Küçüklüğümden beri. Yaş ya on beş ya on altı, “Önce kendini seveceksin tüm kusurlarınla ki,” dedim, “başkasını da olduğu gibi sevebilesin.” Değiştirmeye, hamur gibi biçimlendirmeye, pişirmeye çalışmadan. Kendin olabilme özgürlüğünü isteyeceksin. Kimseden değil, kendinden isteyeceksin bunu. Bunu yapabilmek için de önce “ne” olduğuna bakacaksın. Yargısız, endişesiz, korkmadan, kendini kimseyle kıyaslamadan. Böyle dümdüz, dolaysız bakacaksın ki kendine, başkasına da aynı gözlerle bakabilesin, yargılamadan. Öğrenmelisin bunu, dedim. Aşk, dostluk ya da mutluluk… Adını ne koyarsan koy. Aradığın şeyi önce kendinde göreceksin. Hem zaten, kendinde olmayanı başkasına nasıl vereceksin?
Küçük bir alıştırma: Her şey varmış aslında!
Küçük bir alıştırma
Gel seninle küçük bir alıştırma yapalım. Oturduğun yerde dikleştir sırtını, gözleri kapa ve içine bir bak. Kalbinin ışığını görebiliyor musun? Öyle hemen görünmez, sabredeceksin. Nazdan değil, bazen kendi kendinin önünü kapadığından. Korkularınla, yargılarınla, diline olumsuzluk olarak vuran kaygılarınla, eleştiren ya da çekinen bakışlarınla, “asla” ya da “daima” ile başlayan sözlerinle, “ama” diye başlayan kaçışlarınla. Bunların hepsi, güneşini örten bir parça bulut aslında. Toplandıkça ışığını kapatan, içini ağırlaştıran ve yüzünü her geçen gün biraz daha karartan.
Şimdi devam et kalbine bakmaya, verdiğin her nefesle o bulutları biraz daha arala. Bırak, nefesinin rüzgârıyla akıp gitsinler. Belki hemen ve bir anda değil ama mutlaka hareketlenecek, sonra usulca önünden çekilecekler. Sonsuza dek değil tabii, biliyorsun, gene gelecekler. Ama bu sefer içine çöreklenmeyecekler, sen sakince izlerken onlar da yavaşça geçip gidecekler. Güzel başlangıçlara, kendinle kaldığın anlara, hayatına, kısacası sana gölge düşüremeyecekler.
Belki o zaman anlayacaksın; çok istemek, mücadele etmek, peşinden gitmek, azla yetinmemek, gözünü yükseklere dikmek gibi sloganlar değil gözlerdeki ışığı sağlayan. Yapman gereken tek şey kendine bakman. Mutluluk mu dedin, kendi mutluluğundan sorumlu olmayı bileceksin. Aşkı mı soruyorsun, önce kendi kalbine bakmayı öğreneceksin. Aradığın özeni, anlayışı, şefkati önce sen kendine göstereceksin.
Bilmiyorum, bir gün kalkıp diyecek misin: “İstememe gerek yokmuş, her şey varmış aslında!”