Sakın! Sakin deme, sakın!
Bir düşün olan biteni önce, bir adım dışarı çık kendi yaşamından ve bak. Bak bir zamanlar hiç düşünmeden neleri nasıl harcamışsın kendinden. Gözün görmemiş, ruhunun sesini duymamışsın.
Neden biz hep başkalarını ihtiyaçlarının farkındayızdır da kendimizi hiç ama hiç fark etmeyiz? Sanki fiziki olarak gözümüz, kulağımız var da ruh gözümüz yok mu içimize baksın, ruh kulağımız yok mu iç sesimizi duysun? Var, var tabii ama biz bundan dahi haberdar değiliz. Arada belki garip cılız bir ses duyarız da onu da gaipten gelir zannederiz.
Duygu nedir hiç düşündün mü? Sevgi, şefkat nasıl oluşur, huzur nerede saklıdır? Nasıl bir anda öfke, kızgınlık ortaya çıkar? Zihnimizin duygu kutusu mu var? Yaşadığımız olaylara göre biraz az biraz fazla oradan mı çekip çıkartırız biz bu duygu denen ŞEYleri.
Özde, bir ruhun var bir de bedenin. Duygu ise, ruh ile bedenin sürtünmesinden ortaya çıkan statik enerji. Zihin her şeyi olduğu gibi bu enerjiyi de anlamlandırmaya, maddeleştirmeye çalışıyor. Maddeleştirdiğimiz yani didiklemeye başladığımız zaman ise kinetik enerjiye dönüşüyor ve biz ona “duygu” diyoruz. Sürtünme derecesine göre de azı var, çoğu var, bir de senin ihtiyaç duyduğunu sandıkların var. Sen o cılız sesi duymayı reddettikçe hep ihtiyaç duyacakların da var.
Herkesin ihtiyacı var. Kocanın ihtiyacı var, annenin ihtiyacı var, çocuğun ihtiyacı var, kardeşim, arkadaşım yine kocam herkesin senin vereceğin bir şeylere ihtiyacı var. Senin de var.
Bazen sen kendine dair bir ihtiyacı dile getirmeye kalktığında, belki defalarca farklı şekillerde anlattığında kendini hep şöyle derken bulursun; “beni duyan var mı? Hey orada birileri var mı?” Yok çünkü sen de ruhunun sesini duymuyorsun. İhtiyacın olduğunu düşündüğün şeyler ruhunun değil, egonun ihtiyaçları. Sen bunu yaptıkça da sürtünmenin derecesi hep artıyor.
Bu süreçte sen hiç bir şey yokmuş gibi devam edersin sonra da kaptırırsın kendini başkasının yoluna, biraz sevgi ve şefkat uğruna. Sanırsın ki tek ihtiyacın azcık sevgi, biraz şefkat. “Ruhumun neye ihtiyacı var?” sorusunu da hiç sormazsın kendine. Hele birazcık sevgi aldın mı iyice unutur yok sayarsın ruhunu. O kadar uzun zamandır bu soru hiç sorulmamıştır ki artık sorsan da verecek cevabın yoktur. O ses de iyice cılızlaşır hatta duyulmaz bir hale gelir. Sen sormazsan kimse de sana sormaz zaten. Sen de öylece devam edersin.
Bütün bunlar olur geçer, sen hep sevgi dersin, anlayış dersin sıcaklık dersin ve hep denge beklersin. Olmadı mı, yetmedi mi öfke çıkar, kızgınlık, hırs, kin ve sen mutsuzum dersin, umutsuzum.
Beklersin ki bir gün o sevgi dediklerin, anlayış gösterdiklerin bunu görsün ve sana karşılığında dengeli bir sevgi versin ve adil olabilsin. Senin gösterdiğin anlayışı o da sana gösterebilsin. Bu beklentiyle yıllar da geçer, olaylar da ardı ardına geçer. Sor bakalım; Sen kendine adil misin?
Bir gün egona dank eder ve sen “ama ben” dersin. Bir anda herkes çok şaşırır. Nasıl yani derler sana? Nasıl ama sen? Bu böyle gelir böyle gider. Sen de bu yolda, sana ait olmayan bir sistemle, ister yürür, istersen de yürümezsin.
Sen olan bitene sadece bakakalırsın. Egon biraz daha acır, ruhunla bedenin çok daha hızlı sürtünür ve sen bunu “ihtiyacım olan şeyi, onca fedakarlığıma rağmen bana vermiyorlar” diye ağlar dolanırsın etrafta. Sen ruhunu dinlemediğini hiç bilmezsin, sadece egonun sivri yerlerinin artık seni kestiğini, kanattığını hiç anlamazsın. Fedakarlığın, kar etmek için bir şeyleri feda etmek olduğunu hiç düşünmezsin.
Hiç öyle bakakalma, evet doğru, bu hayatta biri sana zorla bir şey mi yaptırdı? Sen tercih ettin ve sen yaptın. Bir şeyler almak ümidiyle bir şeyler verdin. Şimdi niye ağlarsın? Sonra sevgi de almadın mı? Aldığını da mı fark etmedin? Yoksa egonun beklentisi mi bu değil di? Az mı geldi?
Beklentini dile getirdin mi? Beklediğin kişi gerçekten tam olarak istediğini sana verebilecek bir hayata ve bakış açısına sahip miydi?
Yoksa senin egon hayali bir insan mı yarattı?
Sakın deme. Sakın!
Sakın “bunu bana nasıl yapar?” deme. Asıl bunu sen kendine NASIL yaparsın?