Aşkın, erotizmin ve cinselliğin konu alındığı ve hakkında derin derin ve her boyutunda sayfalar dolusu yazıların yazıldığı böyle güzel bir sayıda kendime yazacak başka bir konu bulamadığım için önce kendimden, ardından da sizlerden af dilerim. Ama ne yapabilirim ki? Etrafımda son birkaç aydan beri dolaşan Azrail ve ona hizmet eden diğer meleklerin, yine etrafımda dolaşan tanıdığım yada tanımadığım bir dolu insanla hesaplaşmasına kayıtsız kalamazdım ki…

Böylesine arzulu ve ihtiras dolu ve ortalık aşk kırmızısına bulanmış iken kusura bakmayın sizleri biraz matem siyahlarına götüreceğim…

Önce kız kardeşimin kayınpederi kaybetti yaşamını. Sanırım Aralığın 24’ü gibiydi. Ardından malumunuz Tsunami felaketinde 225 bin (belki de daha da üstünde bir rakam) insan yitti, gitti. Ocak ayının ve yeni yılın, yeni umutları daha yeşeremeden ben büyükannemi kaybettim. Azrailin, trafik canavarı ile yaptığı işbirliği sonucu bayram tatilinde kaybettiğimiz onlarca yurttaş. Ve en sonunda da ihtiyar bir kedinin hayatının sona erdiği haberini alınca oturup uzun uzun düşündüm şu Ölüm denen zıkkımı. İnsan ancak başına bir felaket geldiği zaman, yani hayatının akışını bir süreliğine de olsa durdurduğu zaman düşünebiliyor bu konuyu…

Ölüm olgusunun varlığını yadırgamıyorum aslında. Doğum karşısında dengelerin sağlanabilmesi açısında gerekliliğini bile savunabilirim hatta. Benim takıldığım husus biraz daha farklı. Galiba bu aralar doğanın kurmuş olduğu dengenin aksi yöne doğru bozulması hususunda.

Son dönemlerde aldığım kötü haberler ve bireysel ve/veya toplu ölüm haberleri içinde bulunduğumuz dünyanın irili, ufaklı hepimizin bir elekten geçtiği hissine kapılıyorum…. Gittikçe azalıyoruz sanki şu koca dünyada… Bu durum karşısında hissettiğim acı ve üzüntü yine bu yüzden hissettiğim “bi başına kalmak” duygusunu bastıramıyor maalesef…

Üstelik de yazılı ve görsel basına da bol miktarda malzeme oluyor doğanın insanlığa verdiği bu cezalar. Felaket tellallığına soyunuyorlar en ateşlisinden. Sonun başlangıcını ilan ediyorlar. Daha henüz doğmamış, ama elbet bir gün doğacak olan çocuğa şimdiden boxer siparişi vermiş olmanın mutluluğu ile insanları gereksiz bir ahiret telaşına sokuyorlar….

Umursadığımdan değil, bu çizilen tablodan duyduğum rahatsızlık. Ölümden yada ölümün gelmesinden, sondan yada sonun gelmesinden, hesap vermekten, hesaba çekilmekten değil rahatsızlığım. Kendi hesabımı ben kendime verebiliyorsam, dileyen herkes ile de paylaşabilirim. Ne zaman isterlerse. Ama ne gereği var şimdi bu çığırtkanlığın ???

Beni rahatsız eden sadece ve sadece “bi başına kalmak” düşüncesidir, bu doğal ve eninde sonunda gerçekleşecek olan sürecin içerisinde. Elbette ki yeryüzünde kalacak son insan olacağımı iddia etmiyorum. Olmamayı bütün kalbimle de diliyorum… Ama düşünsenize… Çoğu zaman şikayetçi olduğumuz kalabalıklar ve kendimizi içlerinde yapayalnız hissettiğimiz insanlar… Eksilen, gittikçe azalan ve ancak yokluklarında hissedebileceğimiz, varlıklarını düşünmeden ve farkında olmadan kabul ettiğimiz, kanıksadığımız kalabalıklarımız…

Çoğullukları, bizim tekilliklerimizi gidermeye yetmese de, içlerinde kendimizi yapayalnız hissetsek de, ne kadar ihtiyacımız olduğunu varlıklarına, insan ancak bi başına kalınca anlıyor… Aslında hayatlarımızı ne kadar da doldurduklarını ancak onları kaybettiğimiz zamanlarda anlıyoruz.

Bu bayram sabahı elini öpmeye gidemedim büyükannemin ve öğle yemeklerinden sonra yürümeyi tercih ettiğim balıkçılar barınağındaki kahvede bulamadım Seyfi amcayı elinde denizden yeni çıkmış balıkların bulunduğu poşetiyle. Ve eminim ki ihtiyar kedisini kaybeden arkadaşım akşamları bilgisayarının karşısında iken kucağındaki boşluğun acısını hissediyordur şu anda.

Gittikçe eksilerek devam ediyor hayatlarımız. Onlar eksildikçe, bizlerden de birer parça eksiliyor aslında. İçimizde oluşturdukları boşluklara alışmamız zaman alacak ama asla eskisi gibi olamayacağız. En azından yalnızlığımızın bile farkına varabilmemiz için onların varlığına ihtiyacımız olacak. Belki de hayat kavgası denilen ve bizleri içine çekip, derinlere indikçe kaybolmamızı engelleyen bu sanal sahne gittikçe vazgeçilmezliğini yitireceği için bu kadar insanın eksilmesi sonucunda bizler de daha fazla hissedeceğiz artık bi başınalığımızı.

Oysa, aşk vardı şimdi yazacak. Tutku vardı. Erotizm, cinsellik, tinsel ve cinsel uyum vardı yazacak… İnsanın doğasında varolan bilinmezliği karşı cinste aramak ve bu arayışın verdiği vahşi hazlar vardı… Aşkın koyu kırmızısına bulanmak ve onunla yuvarlanmak vardı şimdi sırada… Ama yaşam her zaman kırmızı değil. Tıpkı her zaman siyah yada her zaman beyaz olmadığı gibi. Benim için biraz dayanılır kılanda işte bu çok renkli ve çok sesliliği yaşamın. Aynı anda bütün renkleri içinde barındırıyor olması. Benim yolumda simsiyah, zehir gibi acı bir siyah sokağına düştü bugün… Daha renkli günlerini de paylaşmak üzere…

Emre Sakaryalı