Aşk konusunda çektiği acıların ne kadar çok kişiyi felsefe eşelemeye sevkettiğini bilemiyorum ama sayının yüksek olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Bazıları cepten mesaj olarak çekilmesi mümkün olacak kısalıkta (256 karakter) özdeyişlerle, aforizmalarla, duvar yazılarıyla tatmin olarak hasar gören zırhını tamir edip tekrar muhasara kuvvetlerine katılacak kadar şanslıdır, bazıları ise Amerikan Psikyatristler Birliği APA”nın bir süredir savunma mekanizması saydığı “entellektüelleştirme” yoluna gitmek zorunda hissederler kendilerini.

Gençlik yıllarında sonradan utanılacak aşk şiirleri yazma ile başlayan bu hastalık, toplum tarafından fark ve tedavi edilmediği takdirde pençesine düşenleri “komik” duruma düşürebilir. Aşkın varlığına inanıp, gerçek aşkın kendisine tesadüf etmeyişini bir türlü yorumlayamayan bir neslin yetişmesinin temel sebebi bu hastalıktır; ne yazık ki geçen yüzyıllardaki aşk hastalığı veremi bile tedavi eden uzak Alman sanatoryumları bile bu derde deva olmamaktadır.

Fildişi kulesine çekilenler, zırhlarını kuşanabilmek için harcadıkları çabalar derinleştikçe aşkın doğasından ileri gelen ve çözülmesi yeterince zor sorunların yanı sıra batılılaşma sürecinin sırtımıza bağladığı ek bir safrayla daha başetmek zorunda kalmaktadırlar. Kule sakinlerinin farkı sadece sorunun hakkında bilgi sahibi olmalarıdır; sorunu çözmek zor bir sürecin sonunda ve ancak zaman içinde çözülecek gibidir. Bu sorun aşk alanındaki bir kavrayış/tanımlama ve uygulama çatışmasıdır, tespit ettikleri bu sorunu sizlerle paylaşmak üzere beni memur eden kule sakinleri adına sizleri bilgilendirmek istek ve azmindeyim.

Teorem:
Bu ülkede “aşk” tanımı, esası itibariyle doğuludur ama ilişkileri belirleyen kriterler batılı, modern kriterlerdir.

Aşk kavramı ya da ideası son zamanlarda ne kadar afazik bir anlam kaymasına uğramışsa da, bu topraklarda aşktan bahsedildiğinde hepimizin kafasında yaklaşık aynı hisler belirir, kalbimiz aynı şekilde çarpar. Bizler, aşkı maruz kaldığımız televole kültürüne rağmen (ve artık kısa bir süre için gibi gözükse de hâlâ) hayatın anlamı olarak kabul eden, aşkı uğruna can verip can alınacak bir mukaddes gibi gören ve aşkı her kula nasip olmayacak “transandantal”, üstün bir duygu olarak tanımlayan bir kültürün çocuklarıyız.

Sözlü ve yazılı kültürümüz, şarkılarımız, türkülerimiz neredeyse tamamen aşk üzerinedir ve aşkı yüceltir; bugün bile bu ülkede yazılan şarkıların en az %98”i aşktan bahseder. Toplum tarafından küçüklükten başlayarak bu şekilde yapılandırılan algılama yapımız aşkı erişilmez, tanımlaması zor, sokakta ya da evimizde göremeyeceğimiz, Kaf Dağı dolaylarında bulunduğu tahmin edilen, uğruna ölünecek veya öldürülecek, hayatımız boyunca gözümüzü dört açıp aramamız gereken bir his olarak kodlar ruhumuza.

Doğunun anladığı haliyle aşk, aklın kabul etmeyeceği derecede irrasyoneldir, oysa doğuda bu mecnunluk hali neredeyse imrenilen bir rütbedir. 2002 yılı itibarıyla ciddi bir erozyon geçirmiş olan aşk anlayışı, batılı bakış açısıyla yeniden tanımlanmış ve bizlere bu şekilde kabul ettirilmiş değildir; modern batı dillerinin aksine sevgi ve aşk diye iki ayrı kavrama ve kelimeye sahip oluşumuz sanırım dikkatli gözlerden kaçmamıştır.

Oysa, böylesi bir aşkı hayata geçirmek için vermemiz gereken ödünlere, göstermemiz gereken çabaları göstermeye hiçbirimiz hazır (ve niyetli) değiliz esasında. Sorulduğunda herkesin bir aşk isteyeceğinden kuşkum yok, ancak “gerçekçi” olunup daha azıyla yetinildiği bir vaka. Fiziksel ve sosyal ihtiyaçları olduğunu kabul eden mantıklı insanlar olarak, bu ihtiyaçlarımızın tatmin etmeye çalışmak farkında olmasak da “batılı” bir tutum. Hayatımızı sürdürürken, flört ya da evlenmek için çevreyi süzen gözlerimiz son derece rasyonel kriterlere dayanarak karar veriyor – soruları karşı taraf bilmese de yapılan bir çeşit “Aşk Seçme ve Yerleştirme Sınavı”dır aslında. Fiziksel olarak çekici, güzel, alımlı, iyi huylu, bizimle aynı eğitim seviyesinde ve benzer sosyal gruplardan, birlikte zaman geçirmekten hoşlanacağımız, gelir seviyesi aynı adaylar arasında yapılan bu sınavın sonucu neredeyse matematiksel denecek bir kesinlikle hesaplanıyor; tüm alanlarda verdiğimiz puanlar bizim tarafımızdan belirlenen katsayılarla çarpılıyor, sosyal başarı puanları ekleniyor ve çıkan sıralamada en üstteki adaya “gönül düşürülüyor”. Bu adaydan istenen cevap alınamazsa en yüksek ikinci puanlı aday mülakata çağrılıyor ve süreç bu şekilde devam ediyor.

Böyle bir teoriyi akıldan geçirmek bile yaralayıcı olabiliyor, yine de üzerinde düşündükçe kabul etmemek için verilecek çok az kaçamak cevap bulabiliyor insan. Kurduğu ilişkilerde maddi-manevi verdiği kadar alamayan kendisini aldatılmış hissediyorsa, kimse diğerinin mizacından kaynaklanan huysuzluklarını, uyumsuzluklarını kabullenemiyor veya en azından gözünü kapatamıyorsa, “aşıklar” birbirinin kusurunu merhamet ve sevgiyle örtmüyorsa, arkadaşlara ve dostlara karşı sevdiğini koruyamıyor ve utansa da arkasından konuşuyorsa, kimsenin değil yıllarca aylarca beklemeye bile tahammülü yoksa ortada o çok istenilen aşkın boy atması için bereketli toprak kalmamış demektir. Aşkın bizden beklediği, aşkın namusu diyebileceğimiz bu ve benzeri davranışlar için harcanması gereken emeği harcamaya niyetimiz yok uzun boylu, belki 20.yy”da derviş olunamayacağı gibi 21.yy”da da aşık olunmayacak ; durum bu ise bile bunu itiraf etmemiz gerekli.

Ülkemizde ilişkiler konusunda en büyük sorunun “iletişim” olduğu dışında çok dar bir mutabakat alanımız var aşk hakkında; gerisi karışık. Bu bile “aşkı yaşayışımızın” ne kadar batılı olduğunu gösteriyor. Şirketlerin koridorlarında ayaküstü, “cafe”lerde oturarak, parklardaki bankalara tüneyerek, evlerde fiskos masası başında fısıldaşarak ya da meyhanede masalarında ağlaşarak yapılan sohbetlerde karşıdan beklenilen en önemli ortak erdem dürüstlük, sorunlarını birbirleriyle açıkça konuşamayan sevgililer arkadaş çevreleriyle genelde faraziyeye dayalı ve durumu kötüleştiren analizler yapıp duruyorlar. Karşı tarafın açık “oynamaması” o kadar derin bir sorun ki, çoğunlukla diğer kriterlere sıra gelmesi için acılı konuşma seansları yapmak ve birbirini kıra kıra karşı tarafın dilini öğrenmek gerekli oluyor, çünkü kimse karşısındaki kişiye “sen benim hayatımın aşkı değilsin, bununla yaşamayı öğrenmeliyiz!” diyemiyor.