Aşık Veysel’e sormuşlar:  “Sizce aşk nedir?” Aşık Veysel gülümsemiş ve şöyle demiş; ”Seversin, kavuşamazsın, aşk olur…”

 

Onun neyini sevdiğini bilmezsin. “Çünkü, çünkü, çünkü…” diye düşünürsün, aklına binlerce şey gelir, ama yine de bomboşsundur. Ve o kadar dolusundur ki onunla, konuşamazsın. Sözcüklere hapsedersen hakaret edecek gibi hissedersin içinde yanan, dolup taşan şeye. Ve her zaman mutlu etmez bu içindeki seni. Louis Aragon demiş ya, “Mutlu aşk yoktur” diye.

 

“Hiçbir şey elinde değildir insanın:

Ne gücü, ne güçsüzlüğü, ne de yüreği.

Açtığını sansa da kollarını, gölgesi bir haçtır onun.

Paramparça olur avucunda sımsıkı tuttuğu mutluluk.

Bir garip, bir acılı boşluktur günleri.

Mutlu aşk yoktur.

 

Bir başka kader için giydirilmiş

Silahsız askerlere benzer hayatı.

Çaresiz, kararsız kaldıktan sonra akşamları,

Neye yarar ki sabahları erkenden uyanmaları.

Söyle bunları bir tanem, tut gözyaşlarını.

Mutlu aşk yoktur.”

 

 

Gerçekten de, eninde sonunda mutsuz eder aşk bizi. Dıştan büyüleyici bir görünüme sahip, cezbedici bir sarmaşık gibidir. Ama içi çürümüştür. Zehirlidir. Zehirler ona yakalananı. Ve o zehir, yaşam soluğu gibi gelir onun sevdalısına. Her nefes alışında biraz daha ölür, yok olur. Ama kıyamaz yarattığı onca güzelliğe. Öldüremez onu öldüreni, ve kendi ölümüne göz yumar.

Mazoşistçe sanki? Ama her aşık biraz aptal, biraz da acıdan zevk alan cinsten olur zaten. Aptaldır, çünkü bile bile lades’tir aşk. Yanacağını bile bile korlara savurmaktır kendini. Kül olmak, sonra cesur bir hayalcilikle o küllerden yeniden doğmayı ummaktır. Her sabah O’nu düşünmek, her sabah yeniden ölmek… Sürekli bir acı. Öyleyse bu azaba neden devam ediyorsun?

 

Azap, arapça kökenli bir sözcüktür ve “azb” kökünden türemiştir. “Azb” ise “zevk” anlamına gelir. Bazen dildeki küçük incelikler her şeyin anlamını açıkça ortaya seriveriyor. Zaten Platon da şöyle diyor, “Aşk acı veren zihinsel bir hastalıktır.” Aşk bir hastalık ya da hata olsa da, herkes bir kere aşık olur hayatında; ancak aynı hatayı ikinci kez sadece aptallar yapar.
 

“Kurtarmasun allah beni bu derd-i hevadan
Derdun ile dil bağlamayan zevkini bilmez
Dindirmesün alah gözümün yasını zira
Aşkın ile kan ağlamayan zevkini bilmez.”  Divan şairi Avni, yani Fatih Sultan Mehmet’e aittir bu dizeler.
 

Ve bazen öyle “aptallar” vardır ki aşka düşen, aptallıklarına doymayıp ondan zevk de alırlar. En büyük aptallık umutsuz bir aşkın pençesine düşmek olur bazen. Araya yollar girer, Leyla ile Mecnun’a olduğu gibi. Bazen başka insanlar girer, bazen de başlayan ilişki hazırlar o aşkın ölümünü. Bir de arada ne yolların, ne insanların olduğu çeşidi vardır; karşılıksız aşk diyoruz biz buna. Platon, aşkın acı veren bir zihinsel hastalık olduğunu söylerken, aşkın bu acı, çok acı türünün kendisinin ismiyle anılacağından bihaberdi belki de.

Ancak ister Platonik, ister karşılıklı olsun, duygular kişiye özeldir. Ona aittir tamamen. Ortada mükemmel gibi görünen bir ilişki olsa dahi, kimse kimseye aynı oranda duygular beslemez. Herkes kendi kafasında, kendi düşlerinde yaşar aşkını. Ve bu düşlerin gerçeğe yakınlığıyla doğru orantılı olarak aşk, mutluluk veya mutsuzluk getirir sahibine.

 

“Tek kişilik kalabalıktır aşk.
Aşk tek kişiliktir; ikinci bir kişiye bilet yoktur.
Kendinin yayasıdır aşkta ikinci kişi,
Kendinin mayası; herkes sevgisini sever.” (Yılmaz Odabaşı)

 

Elimize kalemlerimizi, fırçalarımızı alırız. Karşımızda bir model vardır. Güzel midir, çirkin midir, kimseye söz söylemek düşmez! O’na bile düşmez. Biz’izdir aslında hep önemli olan, yaratan. Renkleri karıştırarak başlarız önümüzdeki tuvale O’nun resmini yapmaya. Nasıl görüyorsak onu, öyle yansıtırız. Kimse öyle görmez belki onu, belki gerçeğinden apayrı bir resim çıkar ortaya sonunda, ama kim görebilmiş O’nun gerçek çehresini? Var mı hem öyle birşey?

Sonsuz bir heyecan, sonsuz bir coşkuyla çizeriz, boyarız. Oluşan şey, sadece O’nun yüzü değildir. Belki de O’ndan eser yoktur o tuvalde. Biz varızdır. Aşık olan biz. Tüm o boyalar, kalemler, fırçalar, renkler bizimdir.

 

“Her seven sevilenin boy aynasıdır

Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır.” Özdemir Asaf.
 

Seven bir sanatçı, bir yaratıcı oluyor. Kendinde ne varsa karıştırıyor boyasının renkleriyle, ve çiziyor, çiziyor. Nasıl görüyorsa öyle çiziyor, ve sanat yapıyor. Çünkü ortaya çıkan eser, “güzel” oluyor. Hem de resme modellik yapan çehre güzel olmasa da…
 

“Güzellik bakanın gözlerindedir, bakılanda değil.” diyor yeniden Özdemir Asaf. Şu uzun yazıyı, beş cümleyle özetliyor.

 

Zaman geliyor, aşk kendinden vazgeçmek oluyor. Ben’liğini bir kenara atıyorsun, sadece “aşk” oluyorsun. Müthiş bir çekim bu sanki… Dünya’nın Güneş çevresinde dönmesi gibi, Mevlevilerin dönüşü gibi. Dünya aşık mı Güneş’e? Belki öyle. Onun gözlerinden bakamayız ki, “hayır” diyelim. Binlerce çehresi var aşkın. Binlerce bedende vücut buluyor, ete kemiğe bürünüyor. İşte öyle acıtıyor ancak. Birçok isim de veriliyor aşka. Tensel deniyor, mecazi, hayali, ilahi deniyor…  Aşık, sevdiğinin resmini çiziyor. Belki onda gerçekte olmayan renkler de katıyor eserine. Sonunda ortaya öyle birşey çıkıyor ki, güzelliği dudakları uçuklatıyor, bir kez daha aşık ediyor. Bu kadar güzel olması şaşırtırken, resimdeki yüzün aslına dokunamamak acı veriyor.

 

Aşka tutulup sarhoş olanlar öyle bir hale geliyorlar ki, deli deniyor onlara. Ulaşamamak, ateşi körüklüyor, yaratıcılığa yaratıcılık katıyor, aşk dallanıyor budaklanıyor, bir küçük damla denize dönüyor. Aşk iç içe sırla. Arapça’da “cnn” kökünden gelen bütün kelimeler bir şekilde saklama manası içeriyor zaten.


Mecnun, “aklını saklayan” demek iken; cenin, “karında saklı olan”; cennet, “saklı bahçe”; can, “tende saklı olan”; canan ise, “canda saklanan” manasına geliyor.

O’ndan bir parka alıp saklıyorsunuz, en değerli şeyiniz gibi. Sonra çoğaltıyorsunuz o parçayı. Çoğalıyor, çoğalıyor. Artık size dar gelip, sizi binbir parçaya ayırmadan once bir şeyler yapmanız gerektiğini anlıyorsunuz. Ve haykırıyorsunuz, “Seni seviyorum” diye.

 

Bile bile kendi ölümünü hazırlamak gibi. Ama resim o kadar güzel ki… Bu kadar çok renk olduğunu bilmiyordunuz bile aşka düşmeden once. Tek başınasınız. Ne olursa olsun yalnızsınız ama. O bir resim sadece. O’nun kendisi değil, ve siz istediniz bunu. Zaten hep böyle oluyor şu aşkta. O’ndan bir küçük tohum yeterli sadece, yedi tepeyi sarmak için sarmaşıklarla, ağaçlarla.  Nesneler gelip geçiyor, bir obje oluyorlar çoğu zaman. Aslolan “aşk” oluyor. Bir sürü maske takıyor önünüzde, bir sürü farklı dansla çıkıyor karşınıza. Ve hepsi sizin güzelliğinizden oluyor. Sizin gözlerinizden.


”Nasılsa öyle yaşanacaktı
söylenecek bir bahane hep vardır
ha bugün yalnız
ha günün ötesi
seni sevmek
beni harcamak olmayacaktı

sana yüklediğim anlamları
senmişsin gibi düşünme
aldanırsın.
sen o anlamlarla
sadece bende varsın

Ben seviyorsam
sen bahanesin”. (Özer Bal)

 

Leyla aslında hiç de güzel değilmiş. Mecnun’a sormuşlar:
“Onca sıkıntı bunun için miydi?”
Mecnun yanıtlamış:
“Hayır gönlümdeki Leyla içindi!”

Kays, Leyla’ya olan aşkından “Mecnun” diye anılır olmuş, “aklını saklayan” olmuş. Onca zaman kavuşamamış sevgilisine. Hep Leyla’yı düşünmüş, gönlünde yaşatmış, yeniden yaratmış onu. Ve o an gelmiş, Leyla bulmuş Mecnun’u çölde. Onca yıldan sonra ilk kez bakıyorlarmış birbirlerinin yüzüne. Onca yıldır hayallerinde yaşattığı o yüz, şimdi etiyle, kemiğiyle karşısındaymış. Mecnun’un dudaklarından şu sözler dökülmüş:

“Ben bensem sen kimsin?

Sen sensen ben kimim?”

Böyle reddeder Mecnun Leyla’sını. Reddeder, ve kendi Leyla’sına geri döner. Kendi içindeki Leyla’ya. Tamamen ona ait olana. Işte böylece, Mecnun’un aşkı belki de ilahi aşka dönüşür. Ancak ilahi aşk dedikleri de zaten kişinin kendi özüne duyduğu o aşk olmaz mı? Aşık Veysel’in bildiğini Mecnun da bilir elbet. Kavuşamayınca aşk olduğunu. Ve reddeder kavuşmayı. Hem zaten büyüyü bozacaktır kavuşmak. Hayalle gerçeğin kavuşması her zaman hoş olmaz. Ve Atilla İlhan gibi “Git başımdan” demek gerekir bazen, o çizdiğimiz resmin ilham kaynağına.

 
 

AYSEL GİT BAŞIMDAN  

 

Aysel Git Başımdan

Aysel git başımdan ben sana göre değilim

Ölümüm birden olacak seziyorum.

Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Aysel git başımdan istemiyorum.

 

Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün

Dağıtır gecelerim sarışınlığını

Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,

hiçbir dakikamı yaşayamazsın.

Aysel git başımdan ben sana göre değilim.

Benim icin kirletme aydınlığını,

hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

 

Islığımı denesen hemen düşürürsün,

gözlerim hızlandırır tenhalığını

Yanlış şehirlere götürür trenlerim.

Ya ölmek ustalığını kazanırsın,

ya korku biriktirmek yetisini.

Acılarım iyice bol gelir sana,

sevincim bir türlü tutmaz sevincini.

Aysel git başımdan ben sana göre değilim.

Ümitsizliğimi olsun anlasana

hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.

 

Sevindiğim anda sen üzülürsün.

Sonbahar uğultusu duymamışsın ki

içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,

uzak yalnızlık limanlarına.

Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,

Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.

Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.

Sakın başka bir şey getirme aklına.

Aysel git başımdan ben sana göre değilim,

ölümüm birden olacak seziyorum,

hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.

Aysel git başımdan seni seviyorum.

 

Aşk gerçeği yoğurmaz. Bir küçük gerçek parçasıyla başlar her şeye, sonra aşığın yüreğiyle beslenir, rengarenk olur, kızgınlaşır bir kor tanesi gibi.

 

“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bıraksam korkudan gözleri sislenir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

hayır sanmayın ki beni unuttular
hala ara sıra mektupları gelir
gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

yalnızlıklarımda elimden tuttular
uzak fısıltıları içimi ürpertir
sanki gökyüzünde bir buluttular
nereye kayboldular şimdi kim bilir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir.”     (Atilla İlhan)

 

Mutlu aşk yokmuş, ve tek kişilikmiş aşk. Bir mum gibi yanıyormuş aşık olan, ve kendi içine içine eriyormuş, damla damla, ağlar gibi. Bir düş gibi, ve paha biçilmez bir resim. Modeline gösterseniz o resmi, tek bir benzerlik bulamayacak belki kendisiyle. Ama siz seviyorsunuz. Öyle bir sevmek ki, sigarayı bırakabilen siz, bırakamıyorsunuz için için yanıp durmayı. İstemiyorsunuz çünkü. Öyle bir sevmek ki bu, Mecnun’un Kabe’deki tek duası, içinde onu yakıp kül eden, kavuran, öldüren aşkı yok etmek, acıya bir son vermek değil; daha fazla, daha fazla aşk oluyor!

 

“Tanrım, aşk belasıyla beni tanıştır.
Bir an bile aşk belasından uzak tutma beni.
 Elinin bolluğunu dert isteyenlerden esirgeme
yani bir sürü belalara müptela et beni.

 Ben olduğum sürece beladan dileğimi çevirme
çünkü ben belayı istiyorum, bela ister beni.

 Sevgilimin güzelliğini gittikçe artır.
Bela geldikçe derdine daha beter müptela et beni.

Vücudumu onun ayrılığında öyle hafif kıl ki
hafif esen sabah rüzgarı bile ulaştırabilsin ona beni.

 Kibirlilik edip fuzuli gibi bana
ey Tanrım, bir an bile başbaşa bırakma kendimle beni!”

 

Bu yakarışlar karşılıksız kalmaz elbet. Kim acıyı arar da bulamaz? Ölüm acısından sonra en şiddetli acının “Aşk acısı” olduğu psikologlar tarafından da doğrulanmışken, daha fazla söze gerek yok sanırım. Kimileri için gereksizdir aşk. Hele karşılıksız ya da imkansız olanından olabildiğince uzak durmak gerekir. Ama bazen nefes olur aşk, hem zehirli hem de kutsanmıştır. Sanatçı için ilhamdır, hayattır. Sezen ne demiş?

“Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk.”

 

Acıtsa da, hayat nefesi olup gizlice zehirlese de, öldürse de, aşık olana ait o resim. Ve tamamen onun renklerim var, aşk var, aşık olanın kendisi var o tuvalde. Aşık olduğu kim ise, bahane.

Zeynep Oğuz