Geçen yıl, bir barda, hafif sarhoş kafayla bir arkadaşımın ajandasına yazdığım bir hikaye “Beklemek”… En sevdiğim hikayelerimden biri… Beklemek üzerine… Doğru kişiyi görür görmez tanımak üzerine… Kaybetmek ve korkular üzerine…

Mutlu ve mutsuz sonlar; sonu gelmez tutkular; üzerinden zaman geçtikçe kendini ve olanı daha net görebilmek üzerine… Bangır bangır bir müzik eşliğinde sarhoş kafayla yazmak üzerine…

“Gelir tabii…” Gelmek mastarının en umutlu, en geniş, en tereddütlü çekimlerinden biri… “Gelse!”, desen, anlarım ki daha bir coşkulusun beklemek için. Ama “gelir” diyorsun bana. Gelir.. Endişelenme.. Hep geldi… Bu sefer de gelecek… Seni inandırmaya çalışıyorum ama benim de sesim titriyor gelir derken. Oysa bana geç, sana henüz erken.. Deme!..

3 sene önceydi. Yine böyle yağmurlu bir günde Bankalar Caddesi’nde 45 dakika beklemiştim onu. Sığınabilecek saçak altları vardı elbet, ama ben ıslanmak istedim ona kötü hissettirmek için. Ne kadar çok bekletse o kadar iyiydi benim için. Hastaydım, hafif ateşim vardı ve ne kadar çok ıslanırsam o kadar dimdik duracaktım karşısında.

Beklemek öyle pasif bir eylemdir ki, etkin olarak beklemeyi beceremeyen çoğunluk bilinçsizce doldurmaya çalışır o zamanı. Otuz saniyede bir saatlerine bakarlar. Bir sağa, bir sola yürürler. Şansları varsa başka bir “bekleyen” bulup devamsız bir sohbeti zorlarlar. Ciddidir suratlar yapayalnız beklerken. Beklemeden önlerinden geçenlere boş bir sayfa sunarlar isteksizce.

Sen bilmiyorsun ne beklediğimi. Efendim? Evet, otobüs durağı burası. Ama ne biliyorsun otobüs beklediğimi? Belki de birazdan bir araba duracak önümde, şoför sağ ön kapının penceresini aralayıp ismimi seslenecek… Peki, tamam, seslenmek geçişli bir fiil değil demek? “Bana seslenecek” diyelim o zaman. Yüzüm gülecek. Saatime bakıp sitem edeceğim ve ben arabaya binerken senden bir farkım kalmayacak. (…) Peki… Araba falan gelmeyecek tamam mı? Kabul! Otobüs bekliyorum. Ve beklemeyi kolaylaştıracak ne bir kitap var yanımda, ne de konuşacak biri… Acıdın mı bana “beklemeyen”? Önümden yürüyüp giderken anladın mı gerçekten beklemeyi neyi zorlaştırdığını? Ha? Söyleyeyim sana: Elime koluma yer bulabildim de, bakışlarım çok sahipsiz kaldı beklerken. Otobüsün geleceği yöne diktim gözlerimi, ama bir yandan da tedirginim çünkü tam da o yönde, az ileride rüküş bir kadın durmuş, bilmem ne bekliyor… Başını bana doğru her çevirdiğinde ya kafasının üzerinden sanki o yokmuş gibi yola bakıyorum, ya da daha kötüsü, suçüstü yakalanan bir röntgenci gibi başımı öne eğiyorum. Bakışlarım daraldı. Saatime saplıyorum onları sık sık… Ve sen, sen, meşgul olduğunu her haliyle belli eden sen, acıyarak yüzüme bakıyor ve önümden geçip gidiyorsun! Bak, ben de meşgul biriyim tamam mı? Hem sen ne bileceksin benim hangi otobüsü beklediğimi, nereye gideceğimi, ne yapacağımı? Bu duraktan geçen üç ayrı otobüs var. Her birinin on ayrı durakta durduğunu varsayarsak düşün bir! Düşündün mü? Çarp bakalım üç ile onu! Otuz eder tastamam. Ben hangi durakta ineceğim biliyor musun? Hayır. Şimdi bekliyorum. Ama beklemem bittiğinde herşey yoluna girecek. Ne? Otobüste ne mi yapacağım? İyimser ol. Belki cam kenarında bir yer bulur, sahipsiz bakışlarımı kaldırımlarda yürüyen insanlara çevirir, serbest çağrışımlar diyarında kaybolurum. Belki de seni düşünürüm… Otobüsle yanından geçerim, bir kez daha göz göze gelip, sanki seni ilk kez görüyormuşum gibi boş boş bakarım suratına… Bakışlarım bana bakan gözlerini yakalayamadan havada asılı kalır… Sen hemen hatırlarsın beni… Seni hiç farketmemiş olduğumu sanırsın… Durağın önünden geçerken gördüğün yüzün aslında ne kadar da meşgul, hayır dalgın, hayır hayır içine kapalı, duygusal, derin bir insana ait olduğunu anlarsın. Bana acıdığın için pişman olursun. Belki de adımlarını hızlandırıp, hayır hayır, koşup, benim otobüsümü yakalamaya çalışırsın…

Ama biz bunu hiç yapmayız öyle değil mi? Bir an için gördüğümüz, o an içimize kazınacağımı anladığımız o yüzlerin peşine hiç düşmedik… Offf… Ne diyorum ben? Otobüs senin yanından geçse dahi arkan dönük olacak bana. Sıkışık trafikte belki dakikalarca birlikte ilerleyeceğiz. Ben senin ıslak saçlarını, yakalarını kaldırdığın pardösünü, çamur lekeli beyaz külotlu çoraplarını, küçük adımlarla yürüyüşünü seyredeceğim. Seni hep tanıdığımı hissedeceğim. Sen olduğumu hissedeceğim… Elindeki torbada ne olduğunu merak edeceğim… Kim olduğunu, o minicik kalbinde neler sakladığını tahmin etmeye çalışıp kendimden uzaklaşacağım… Otobüs yanından geçerken –geçer, eminim- başımı çevirip gözlerinin içine bakarım. Yakalayabilir miyim bakışlarını? Sonuna dek denerim. Evet, evet, daha da ileri gidip camı tıklatır, hatta yumruklarım… Tek bir an dahi gözlerimin içine bakman için… Çırılçıplak görebilir misin beni o tek bir anda? Ben sana tüm kapıları açarım, söz! İçimdeki ve dışımdaki camlara yaslanıp neyim var neyim yoksa anlatırım sana… Sonra? Sonra.. Trafik aniden açılır ve sen gölgeler ve imler perspektifinde gittikçe küçülür, küçülür ve sonra bir ağacın ya da ne bileyim, bir binanın arkasında kalır, içine, içime gömülürsün… Ah! İner miyim otobüsten? Koşar mıyım sana doğru? Hayır! Hayır?

Dakikalar birbirini kovalıyor, ama o bir türlü gelmek bilmiyordu. “Gelir…”, dedim kendi kendime. “Gelir… Hep geldi…” Bir keresinde daha çok bekletmişti beni. Hiç unutamam o günü… Şubatın ilk günü, benim doğumgünümdü. Güne onun telefonuyla uyanmış, ne söylediğini anlayamadan sesini dinlemiştim sadece… O ses… Aşkın sesi… Ne olduğunu bilmediğim bir mucizeye dair bir şeyler içeren, o vaatkar, o coşkulu, o pürüzsüz ses… Bana gelecekmiş, bir sürprizi varmış, duş alacakmış, köpeğini Cenklere bırakacakmış… Ve tüm bu anlaşılır cümleler arasında tatlı, tombul, pembe sesi… Kah kıkırdayan, kah “sözde” ciddileşen, şarkı gibi bir uğultu… Uğultulu bir şarkı…
Evet, o tapınılası sesin kulağıma sevgisini fısıldayacağı an için tüm bir gün bekledim evde.. 1 Şubat’tı evet, doğum günümdü..

Yarım saatin sonunda iyice ıslanmış, öfkeli ve aç olduğumu ayrımsayıp geldiğinde ona sıralayacağım sözleri bir kez daha gözden geçirmeye koyuldum. Her gözden geçirişte biraz daha kırıcı kelimeler, daha zehirli sitemler ekledim kafamdakilere… Ve en sonunda, hiçbir şey söylememeye karar verdim. Ona gülümseyecek, tutkuyla sarılacak ve ciğerlerimi parçalarcasına öksürmeye koyulacaktım. Ateşim olduğunu farkedecek, ıslak saçlarıma dokunacak, gözleriyle çevrede korunaklı saçaklar arayacaktı. Üzülecek, ezilecek, suçluluğun yıprattığı sesiyle benden defalarca özür dileyecekti. Bense hiç önemi olmadığını, onu sevdiğimi, hasta olmadığımı söyleyip yüzünde sevgi dolu ıslak bakışlar dolaştırırken bir öksürük krizine daha girecektim.

Canım istediğinden değil, planıma katkıda bulunsun diye bir sigara daha yaktım. Filtresiz kısa Camel.

“Gelir!”, dedim…
(…)
Geldi…
Olmadı… Olamadı…

Onu görür görmez anladım bir şeylerin yolunda gitmediğini. Bakışları! Ah! Bakışları! Öyle uzaktaydı ki benden… Köşeyi döner dönmez gördü beni, öksürmeye başladım. Bakışlarını indirdi. Bunu beklemiyordum. Suratıma bakarak yürürdü hep. Suçlu, aşık, coşkulu, öfkeli ya da mutsuz… Ama suratıma bakarak yaklaşırdı hep bana… Öksürdüm. Planlanmamış bir öksürüktü ama onun suratını çözümlemeye çalışırken unuttuğum oyunumu hatırlattı bana. İkileme düştüm. Özenle hazırlayıp yüzüme yerleştirdiğim maskem kayıyor, altından çıkan çocuk suratım titriyor, ellerim maskeyi yakalayıp tekrar yerine yerleştirmek istercesine yanaklarımdaki su damlalarını siliyor, gözlerim saatime yönelmek istiyor, ama kahretsin ki onun suratına çivileniyordu! ÇOK SEVİYORDUM ONU BEN! ÇOK! ÇOOOOOK! Ve o anda ıslak kaldırımlara dikilmiş gözleri ve yüzünde ilk kez gördüğüm o karmakarışık, dalga dalga ifadeyle bana doğru yürürken, ben kendimle, onunla, binbir türlü paranoyayla, yıllar yılı gizliden gizliye beslediğim tüm korkularımla, içimdeki boşluğa geri dönme ihtimaliyle, o boşluktan fırlayan geçmişin gölgeleriyle, yanan ciğerlerimle mücadele ediyordum. Başım dönüyordu. Tatlı bir histi bu… Bir an için tadını çıkardım. Öksürdüm. Sigaramı yere attım. Ona doğru bir adım atmak istedim; ayaklarıma komuta edemedim. Yolun kenarına parketmiş bir arabaya yaslandım. Dizlerimin bağı çözülmek üzereydi; lanet olası kaslarımı kontrol edemiyordum. Yavaşça kaldırıma, bir su birikintisinin içine oturdum. Artık ona bakmıyordum. Gözlerim kapalı, öylece oturdum, bekledim. “Gelir”, dedim. “Gelir, beni kucaklar, kaldırır, ısıtır, doktora götürür…”

Hissediyordum. O bana yaklaşıyordu.
Hissediyordum… Mucize benden uzaklaşıyordu…
İlk tıraş olduğum günü hatırladım. O andaysa sakallıydım…
Ölmekte olduğumu hissettim, kusacak gibi oldum, film koptu…

Otobüs geldi ergeç… Bindim. Sen önümden geçip gideli en fazla beş dakika olmuştu. Otobüs çok doluydu. Değil oturacak bir yer bulmak, giriş basamağından yukarı dahi çıkamadım. Yüzümü kapıya döndüm ve arkamdan otobüse binen genç sevgililerin omuzları üzerinden kaldırımda yürüyen insanlara bakmaya başladım. Ne kadar uzaklaşmış olabileceğini hesaplamaya çalıştım. Bir binaya girmiş, ya da bir ara sokağa sapmış olman düşük ihtimaldi. Av malzemeleri satan dükkanlar, salaş büfeler ya da senin ilgini çekmeyecek mağazalar vardı sadece… Arka sokaklarsa tehlikeliydi senin için. Az ötede genelevler olduğunu herkes bilirdi.. Yok hayır, emindim, yürüyordun… Bekledim… Seni görsem ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece görmek istiyordum.

Gözlerimi açtığımda yanımda diz çökmüş, eliyle başımı kaldırmış, şarkı söylüyordu. Ya da ben öyle sandım. Bu sefer yere değil, bana bakıyordu; gözlerimin içine… Mucizeye göz kırptım. Gülümsedim.
Ah! Evet! Bu sensin! Sendin! Demek torbanın içinde şemsiye varmış. Yağmurun içinde, yağmura dokunmadan yürüyorsun. Trafik çok sıkışık. Tam düşündüğüm gibi… Seni seyrediyorum. Bağcıklı ayakkabıların su birikintilerinin üstünden atlarken tombul yanakların titriyor mudur? Ya da gözlerini kırpıştırıyor musundur? Tamam! Saçmalıyorum! Abuk sabuk düşünmeye başladım. Ama elimde değil… “Bu O!”, diyorum içimden. O kim ki? Saçmalıyorum… Üfff.. Seni sevdiğimi hissediyorum!
Yüzündeki o ifade kaybolmuştu. Sevgi, şefkat ve hüzün dansediyordu gözlerinde… O anda böyle düşündüm. Dans… Duyguları gözbebeklerine vururdu hep, dalga dalga, usul usul… Bir şeyler söyledi. Sanırım kalkmamı söyledi. Daha iyi hissediyordum. Doğruldum. Bir süre oturup, hiçbir şey anlamadan yüzüne bakmaya devam ettim. Gözlerim kayboldu, bakışlarımın yerini iki tane soru işareti aldı, suratına dikildi. Evet, o ifade hala ordaydı. Sevginin, hüznün ve şefkatin altına sinmiş, saklanmış o acayip ifade… Ağzımı açıp bir şeyler söylemek, sormak istedim ona… Sersem gibiydim. “Bir açıklama yap bana.”,dedim. Bir an sustu, gözleri yine yere dikildi.

Ve otobüs seni geçti. Yüzüne baktım. Ne kadar da güzelsin… İleriye bakıyorsun, gözlerin buğulu… Acaba ne renkler? O kıvır kıvır saçların altındaki kafandan neler geçiyor? Gör beni! Gör artık!

Sadece özür diledi. Dahası vardı, biliyordum, ama açıklama yapmadı. Neden geciktiğini sorduğumu sandı, oysa ben… Ben… Ne soruyordum bilmiyorum… Benden neden bu kadar uzak olduğunu soruyordum galiba. O ifadeyi… Kolumdan tuttu ve şarkı söyledi: “Kalkabilecek misin canım?” Canım? Canım? Canım?

Beni hissetti! Başını kaldırdı ve tereddütsüz gözlerimin içine baktı. “Biliyorum.”, dedi. “Hepsini biliyorum.” Gülümsedi. Galiba… Gülümsedi mi?

Zar zor ayağa kalktım. Biraz numaradan, biraz gerçek, yalpalayarak boynuna sarıldım. Kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. Başlangıçta usul usul, sonra ağlaya ağlaya… Beni sardı, başımı okşadı, kulağıma bir şeyler mırıldandı. Ama neden ağladığımı sormadı. Sormadı… Neden sonra bir taksi durdu önümüzde, sanırım bana sarılı haldeyken o durdurmuştu. İçim burkuldu. Ben gözlerim kapalı omuzunda salya sümük ağlarken o, gözleri yolda, taksi bekliyor, durduruyor, muhtemelen parmaklarıyla şoföre gizli mesajlar veriyor, adamın gözlerinde anlayış kırıntıları arıyordu. Kendimi bok gibi hissettim. Sanki bütün dünya yıkılmış, sadece o, ben ve pos bıyıklı taksi şoförü kalmıştı. Ve o, sanki adamla gizli bir cephe oluşturmuştu bana karşı; yalnızdım. Şaşkındım… Kolumdan arabaya doğru çekiştirdi. “Binelim.”, dedi. İtiraz edecek gücüm yoktu, itaat ettim. Yere attığı şemsiyesini aldı, kapattı, benimle beraber arka koltuğa bindi. Cephe bölünmüştü. O benimdi hala! Gözlerimi kapattım…

Evet, gülümsüyor… Tanıdı beni… Utandım… Kimbilir durakta nasıl baktım yüzüne? Kimbilir şimdi nasıl bakıyorum? Evet, ineğim otobüsten.. İlk kez… Son kez…

Bir ara gözlerimi açtım. Üşüyordum. Eli elimin içinde kıpırtısızdı. Bana bakmıyordu. Pencereden dışarı, kaldırımda yürüyen insanlara dalıp gitmişti. Arada irkiliyor, gözleriyle bir tipi dikkatlice süzüyor, sonra bakışlarını bir başkasına çeviriyordu. Onu hiç böyle görmemiştim. Öksürdüm. Bana baktı, gülümsedi. O ne? Gözlerinden yaşlar boşanıyordu…

Otobüsten inebildim.Sanırım o epey geride kaldı. Geri dönüp koşmaya başladım. Kafamın içinde uçuşan düşüncelerin kimisi beni tedirgin ediyor, kimisi heyecanlandırıyor, kimisiyse korkutuyor, ama hiçbirini yakalayamıyorum. Düşünceler parmaklarımın arasından sıyrılıp giderken bıraktıkları hisler aklımı karıştırıyor. Ama tüm bu karmaşadan daha güçlü, berrak bir farkındalık içindeyim.
Nerdesin? Kendimi tanıyamaz oldum. Hayır! Asıl şu an tanıyorum kendimi… Yıllardır, çocukluğumdan beri ne olduğunu bilmediğim bir mucize bekledim. Kendime inanmak istedim. Sihirli bir dokunuşa bağladım tüm umutlarımı. Çoğu zaman aptal bir romantik olduğuma inandım, nehrin akışına bıraktı kendimi. Ve… Bugün… Oysa ne de sıradan bir gündü bugün… Nereye gidiyordum biliyor musun? Aslında hiç de öyle meşgul değildim, otobüs beni dayımın işyerine götürecekti. Bilgisayarında bir sorun varmış, ona bakacaktım. Boş gezenin boş kalfasıyım ben. Ufff.. Neler geçiyor aklımdan? Şimdiye kadar rastlamış olmalıydım sana.Nerdesin?

“Bebeğim, ne oldu?” Benim için endişelenip ağladığına inanmak istedim ama bilirdim onu, böyle zamanlarda çelik gibi soğuk kanlı olurdu. Yok, hayır, başka bir şey vardı. Gözlerimi yüzünden pardösüsüne, oradan da çamurdan lekelenmiş beyaz külotlu çoraplarına kaydırdım. Sanki bir cevap, bir delil arıyordum üzerinde. Bir şey söyleyecek gibi derin bir nefes aldı, ağzını açtı, ama konuşmadı.

Koşuyorum, koşuyorum… Bankalar Caddesi’ne mi saptın acaba? Anlayamadın mı otobüsten ineceğimi? Tanıyamadın mı mucizeyi yakalamış bir adamın bakışlarını? Bankalar Caddesi’ne sapmalıyım.

Konuşmak yerine gözlerini yine yola çevirdi. Kah otobüsteki insanlara, kah kaldırımdakilere bakıyor, titriyor, ağlıyordu. “Saçma!”, dedim yüksek sesle. Sesimdeki acımasızlığa şaşırdım. Bana bakmadı bile. Sadece elimi daha da sıktı. Evet, kesinlikle bir şey arıyordu yollarda. Öksürdüm. Bu sefer acınası bir halde, kusarcasına… “Hastaneye gidiyoruz.”, dedi yüzüme bakmadan. Babam elimden tutup sünnetçiye götürdüğü günden beri hiç böyle hissetmemiştim. Bilinmeyene gidiyordum. Erkekliğimi kaybedecektim, mucizeyi kaybedecektim, onu kaybedecektim. Sonra… Yine bir an şoförle onun karşısında yalnız hissettim kendimi. O herif nereden biliyordu nereye gittiğimizi? Ben duymadan ona ne zaman söylemişti? Sessiz bir anlaşmanın karşısında çaresizdim… Paranoya!

Evet! Bu o işte! Bir taksinin içinde şimdi. Of! Bu o! Bu o! Yanında biri var. Sakallı, pis bir herif! Elini tutmuş.
Ne yapıyorum ben? Şimdi ne olacak? Demin mucizeye göz kırpmıştım, şimdiyse benden uzaklaşıyor. Başını bu tarafa çevir! Gör beni!

Şoföre durmasını söyledim sinirle. O, başını bana çevirdi. Tek bir saniye baktı gözlerimin içine. Sonra, bakışları ıslak yanaklarımı teğet geçip arkamdaki kaldırıma döndü. Gözleri parladı sanki. Yüzü yine dalga dalga değişti, elimi bıraktı… Şoför konuştu: “Burada mı?” Adam sıkkın bir ifadeyle dikiz aynasından bana bakıyordu ama sanırım soruyu bana sormamıştı.

Evet! Başını bu yöne çeviriyor… Ah o hüzünlü bakışlar… O adamın değil, benim gözlerimi yakalasalar! Mucize! Haydi!

Şoförü yanıtladı: “Evet, burada duralım.” Beni onaylamasına şaşırmıştım. Oysa, oysa ben.. Sadece ilgisini çekmeye çalışıyordum. Karşı koymasını, hastaneye gitmek için ısrar etmesini, bana sarılmasını… Offf… Taksi durdu.
Zaman durdu.
Beni gördü.
Taksi dondu.
Hayır, mucize falan değil, hayal de görmüyorum! Taksiyi durdurdu!
Beni gördü!

Herife parayı kim verdi hatırlamıyorum. Herife para verdik mi, onu da hatırlamıyorum. Önce ben indim, sonra o… Bana doğru bir adım attı, ağzımı açtım, yanımdan geçti ve yürüdü…

Kilitlendim…. Bana doğru geliyor… Lanet olsun! Lanet! Ben… Ben… Doğru mu bu? Ne bu? Ağlıyorum… Yerime çivilendim sadece… Onun gözleri, gözlerim… Ahhh… Şimdi yanımdan geçip gitse de olur… Mucize bu kadar işte… Şimdi ölebilirim ben…

Ne diyorum ben? Ne geçmiş var, ne gelecek…. Sadece sonsuz bir şimdi boyunca o bana doğru yürüyor, zaman durdu. Ağlıyor, ağlıyorum…
(…)
İşte tam karşımda! Arada bir kopukluk oluyor, kendime geldiğimde sarılmışız…
Çok güzel kokuyor…

Ve…
Bu kadar…
Ne anlatıyordum ben?
Ha evet…
O gitti…
O gitti…
Gelir mi?
Gelmez!

Aycan Çankaya

1976 yılında İstanbul’da doğdum. 1994’te Saint Benoit Fransız Lisesi’nden, 2000’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Öğrencilik yıllarımda ilgilenmeye başladığım hipnoz ve NLP’yi 2 yıl boyunca pratisyen hekim olarak çalıştığım özel poliklinikte kısmen uygulama şansım oldu. 2002 yılında evlendim ve hekimliğe ara vererek ilaç sektörüne girdim. İki yıl kadar medikal danışman, bir yıl kadar da ürün yöneticisi olarak çalıştığım süre boyunca NLP Practitoner, NLP Master Practitioner, Reiki ve Hipnoterapi eğitimleri aldım.