Çoğumuza ‘dünyaya en yakın yıldızın hangisi’ olduğu sorulduğunda ya ‘bilmiyorum’ der, ya da bir süre düşünür, ‘Alfa… bilmem neydi’ diye anımsamaya çalışır gibi yaparız. Oysa ki basitçe ‘Güneş’ diyebilenimiz ne kadar azdır. Bu durum aslında astronomiye ve kozmolojiye ne denli ilgisiz kaldığımızı gösterir. Ama öte yanda astroloji denildi mi burçlar, yıldız falları, yükselenler, zodyak, doğum haritaları, Mars ve Satürn’ün etkileri… diyerek sayıp döker ve birşey bilmeden kehanetlerde bulunup atar tutarız.
Herkes evreni kendi bilgisi kadar bilir, düşüncesi kadar yorumlayıp açıklayabilir ve farkındalığı kadar yaşar. Aksi halde, genel bir tanım olarak belki yine bir ‘canlı’dır, ama ‘yaşamış’ sayılmaz. Yaşam da zaten anlamına varılmadıkça yaşanmış sayılamıyor. Yani dünya ancak biz onu nasıl anlayabiliyorsak öyledir. Bu, zihinlerdeki dünyadır ve o nedenle de herkesin dünyası farklı ve ‘kendine göre’dir. Evren hayal dahi edemeyeceğimiz kadar büyükse, yaşam bu denli karmaşıksa ve bizler de bu sahnede isek, demek ki zihnimizi evrensel gerçeklere açabilmeli, her geçen gün bilgimizi ve farkındalığımızı artırmalıyız. Bunun da ilk koşulu tüm yanılsamalarımızdan hızlı ya da yavaş, ama bilinçle kurtulabilmektir.
‘Nasıl oldu da buradayım?’, ‘Nereden geldim?’, ‘Nereye gidiyorum?’ sorularından önce, “Bugün için ancak bunları ve bu kadarını biliyorum, o nedenle böyle hissediyorum” diyebilmeli ve bütün doğru bidiklerimizden kuşku duymakla işe başlamalıyız. O zaman öncelikle pek çok şeydeki nedenselliği kavrayabileceğiz. Sıradan olmayan bir düşünce dünyasına erişebilmek önce iyi bir gözlemci olmakla başlar ve ne kadar nesnel olabilirsek yaşamımıza o kadar anlam kazandırabiliriz. Zihin-beden-davranış ilişkisini çözmeye başlamak önce ufkumuzu genişletecek, ardından da bize düşünce dünyamızdaki özgürlüğümüzü kazandıracaktır. Ve düşünce gücümüzün, ondaki yorum yeteneğinin yaşamımızı nasıl değiştirdiği görülecektir. Yaşama esir olmamak için onun kurallarını doğru kavrayabilmeliyiz. Çözümün olasılığı da başlangıcı da bu koşula bağlıdır.
Kuantum mekaniğinin herkes tarafından kabul edilebilir tek bir yorumunun olmaması bir yandan onun geliştirilebilirliğini sağlarken, öte yandan da özellikle felsefî boyutta onu istediği gibi eğip bükerek mantığıyla çelişen anlamsız ve yanıltıcı yorumlara taşımaya çalışan bilgisiz ve çıkarcılara da fırsat tanıyabilmektedir. Bu amaçla da doğadaki belirsizliklerde kuantum mekaniğinin sağladığı çok geniş olasılıklar kıyasıya, ama mantığıyla çelişen biçimlerde kullanılabiliyor. Yani bu uydurma-kuantum düşüncede gerçekte ne gözlemci söz konusudur ne de gözlenen bir sistem. Tabii bu durumda en basit gerçeklerin dahi bilinçsizce çarpıtılması söz konusu olabiliyor, bir de olan biten herşey için sözde-kuantum yorumlamalar. Böylelikle aslında gülünç oluyorlar, ama ne yaparsınız ki inananları var… Klasik fizik dilini dahi bilmeyenler, matematiksel düşünceden zerre kadar nasibini alamamış olanlar, felsefî boyuta bir adım dahi atamamış olduğu apacık görülen kişiler, ‘kuantum’u kullanıyorlar.
Sıradan bilgiyle ancak içinde fiziksel olarak yer aldığımızı varsaydığımız ‘mekanik evren’, o da kısmen yani erişebildiğimiz fiziksel bilginin sınırları elverdiği ölçüde anlaşılabilir. ‘Bilginin bilgisine’ varabilmeniz ise pozitif bilimin nedenselliğine vâkıf olmanın yanında içsel farkındalıkla mümkün olabilir. Tarih boyunca hemen tüm uzakdoğu felsefelerinin, büyük yogilerin ve sufîlerin çabası bu farkındalığa mümkün olduğunca erişebilmek olmuştur. Ancak bugünün düşünürleri ve gerçeğin yolcuları artık geçmişin ustalarından daha fazla bilgi ve imkana sahipler. Çünkü ister geçmişin düşünürleri isterse dinkoyucuları söz konusu olsun, onların ellerinde doğa ve fizik bilimlerine ilişkin yeterli bilimsel bilgi mevcut değildi. Bilimsel bilgi bakımından onlardan hiç birisini bırakınız Einstein veya Hawking’i, Newton’la dahi kıyaslayamazsınız. Tabii ki herkes gibi onlar da görevlerini yerine getirip dönmüşlerdir. Tekrar geleceği varsayılanlar da artık o aynı kişiler olmayacaktır. Çünkü öyle bir şey, evrensel gelişime de kozmik realiteye de aykırıdır. Dolayısıyla onlara karşı duyulduğu kabul edilen saygı ve hayranlık, kendilerine değil de ancak hatıralarına duyulabilir. Daha garibi ve yanıltıcı olanıysa onların sözlerinin, buyruklarının ve önerdiği sistemlerin mutlaklığını ve değişmezliğini varsaymaktır. Çünkü o zaman ancak yerimizde sayar, hattâ göreceli olarak geriye gitmiş oluruz. Yani bilimle ve bilimsellikle desteklenmemiş mistisizm yozlaşmış, akıntısı olmayan sularında yaşamdan iz kalmamış durgun bir göl gibidir. Allahtan, temiz sularla beslenip, sürekli deşarjı olan, yani kendini yenileyerek ‘yaşayan’ aktif bir hazneye dönüştürülebilirse hayatiyet de yeniden boygösterebilecektir. Bugün ise onların döneminden farklı olarak elimizde güncel bilgilerle sistematize edilmiş, adına kuantum düşünce denilen bir araç var. Yanılmaktan korkmadan, gerekirse geçici yanılgılarımızla da olsa, tüm olasılıkları değerlendirmeye çalışarak ve geçmişin tüm bilgi birikiminden yararlanarak, koşulsuz özgür irade ile bu yolda yürüyebilmeliyiz. Unutmayalım, biz onları çözümleyene kadar tüm nesneler ve varoluş unsurları az ya da çok değişmeye devam edeceklerdir. Kuantum hakkında ifade edilebilecek genel doğrulardan birisi de onun zihinsel özgürlüğe olabildiğince izin vermesi ve bu sayede onun genel yapısını ve karakterini de giderek özgürleştirmekte olmasıdır.
Zamanın tam ve doğru bir tanımı yapılamamıştır ve yapılamayacaktır. O nedenle dördüncü boyuta ve onun gerçekliğine ilişkin olarak söylenebilecek tek şey, bizim için gerçek zamanın ‘şimdi’ olduğudur. Wolf, zamanın gerçekte hareketle bir ilişkisinin olmadığını söyler; doğrudur, ama o zaman da anlaşılamaz olarak kalır. O nedenle mekanik-doğrusal-sözde ölçülebilir dünya zamanı hakkında az çok bigi sahibi olmadan reel zaman hakkında fikir sahibi olamayacağımız anlaşılacaktır. Cisimlerle, hızla ve göreli hareketle, kısacası üç boyutla ilgisi olmayan o hareketsiz zaman, kolayca anlaşılamayabileceği gibi ölçülemez de. O halde ‘öteki zaman’ için iki seçenek kalıyor. Ya gerçek zaman olarak ancak ‘uzay-zaman’dan söz edilebilir, ya da zaman yoktur. Çünkü o, cisimlerin boyutları, hareketi ve birbirleri ile ilişkisine bağlı olan ‘göreli zaman’ değil; belki bir bakıma ‘ışık hızı sabiti’ ile ilintili, ama gerçekte düşüncemizin hareketine bağlı olan zaman’dır. Böylesi bir zaman kavramının geçmişle de gelecekle de ilişkisi olamaz.
Varolan evreni tanımlamada ve açıklamada üç boyutun yeterli olmadığının anlaşılması bilimadamlarına ister istemez alışılmışın dışında ve ötesinde düşünebilmenin kapılarını açmıştır. Bu da ister istemez (hep sorup durduğumuz gibi) Big Bang’in herşeyin değil sadece içinde bulunduğumuz evrenin başlangıcı olabileceğini; Büyük Patlama’dan önce de zaman ve uzayla birlikte başka evrenlerin varolmuş olması gerektiği fikrini oluşturmuştur. Tabii bunun doğal sonucu olarak bundan sonra da farklı büyüklüklerde başka Bing Bang’lerin olabileceği…
Paranormal denilen olaylar evrenler arası etkileşimler sonucu meydana gelmektedir. Bu kapsama zamandaki bükülmeler, paralel evrenler, zamanda yolculuk, karadelikler, ruhlar dünyası ve bugün için açıklanamayan tüm tinsel ya da kuantum’a ilişkin konular dahil edilebilmektedir. Gerek varoluş gerekse de karşılıklı etkileşim bakımından dalga boyları birbirine uyumlu maddeler ya da enerji birikim ve oluşumları evrenleri oluştururlar. Paralel evrenler arasında da girişim ve etkileşim söz konusu olabilir. Daha gelişmiş algılara sahip olanlar, gerek bu ‘girişim’leri gerekse de aynı boşlukta çok daha kolay yer değiştirebilen, daha süptil ve farklı enerji birikim ve oluşumlarını (adına ruh, hayalet, cin, üstün varlık… vd. denilebilir) algılayabilir veya hissedebilirler. Yani bütün bu oluşumların, evrenler arası girişimler ve etkileşimlerin farkındalığı çoğu zaman gözle görülemeyecek inceliktedir.
Bugünkü bilgimize göre, kuantumun iki ayağından ya da iki göstergesinden ‘parçacık’, bu dünyaya ait bir fenomendir. Ama ‘dalga’ dediğimiz tarafı sadece içinde bulunduğumuz fiziksel dünyanın konusu değildir. O aynı zamanda paralel evrenlerin, veya henüz algılayamadığımız diğer evrenin veya evrenlerin de konusu, unsuru ve (şimdilik) ‘fizik ötesi’ kabul ettiğimiz, varoluşun görünmeyen ama farkedilebilir/hissedilebilir olan farklı bir boyutu ile iletişimin aracıdır. Kuantumun önemli sorularından birisi, aynı sistemin aynı anda birden fazla farklı durumda (veya boyutta) bulunup bulunamayacağıdır. Kuantumcu düşünürlerin bir bölümü atomaltı parçacıklar için mümkün olan böyle bir şeyin maddenin bütünü için de söz konusu olabileceğini, hattâ olması gerektiğini kabul ediyorlar.
Öyle görülüyor ki ileride ‘zamanda yolculuk’ daha yaygın biçimde gerçekleştirilebilecekse dahi mekanik araçlarla değil, çok daha farklı biçimlerde yapılabilecektir. Hattâ belki de yapılmaktadır. Fiziksel bedenimizi oluşturan maddelerin dalga boyları, yani yapılarının ‘kabalığı’ ve ‘dayanıksızlığı’ zamanda yolculuk için uygun değildir. Sadece içinde bulunduğumuz fiziksel evrenin koşullarına uyum sağlayabilen fizik bedenlerle de böylesi bir yolculuk hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Fizik bedenlerimiz buraya aittir. Ama biz tüm varlığımızla sadece buraya ait değiliz ve olmamalıyız da… Dr. Robin Hanson’a göre paralel evrenler sanıldığı gibi birbirlerinden tamamen bağımsız olmayıp, aksine birbirleriyle etkileşim halindedirler. Bu durumda algılayabildiğimiz bu üç boyutlu dünyamızda olan bitenler aslında çok boyutlu başka bir dünyada üretilmiş ya da gerçekleştirilmiş gerçekliklerin sadece kısıtlı birer yansıması olmaktadır.
Paralel evrenler kuramı, çağdaş kuantum düşüncesinin insan zihnine bir armağanıdır. Öncelikle onu alışılmışın dışında çalıştırmakta, daha sonra da insan aklının, zihninin, zekâsının, kısaca düşüncesinin sınırlarını zorlayarak yepyeni çözümlemelere ulaşmasını, ardından da olasılıklarla uğraşmasını sağlamaktadır.
Paralel evrenler fikrine eksik ve tek yanlı-koşullu bilgimizle ve kendimizi koşullandırarak bakmaya çalışırsak ancak hayal görebiliriz. O nedenledir ki ileri düzey kuantum düşünürleri her birimiz için birden fazla, kimilerimiz için de çok sayıda benliğe sahip olmanın kaçınılmaz bir gerçeklik olduğunu söylemektedirler. En basit şekliyle astral seyahatler bu deneyimi kısmen olsun kazandırabilirler. Ama böyle bir denemeyi ruhçuların yanıltmaya müsait ortamlarında ve öncülüğünde değil de ya uzman ve yetkin bir parapsikoloğun ya da oldukça ileri düzeyde bir yoginin nezaretinde gerçekleştirmelisiniz. Üstelik o zaman dünyanın bizi nelerle ve nasıl oyaladığını farketmiş olursunuz. Tabii bizler öyle istediğimiz ya da bgöylesi yanılgılara uygun ortamları bizzat kendimiz hazırladığımız için. Ama yine de nereden gelip nereye gittiğimizden daha önemli olan şey ‘kim’ olduğumuzdur.
Anılar, geçmişte yaşadıklarımızdan zihinlerimizde kalan izler ve izlenimlerdir. Bir olaydan, görüntüden, bilgiden hepimiz farklı etkilendiğimiz gibi, onunla ilgili yorumumuz da, bizde bıraktığı iz ve izlenimler de pekalâ farklı olabilir. Bu sürecin işleyişi herhangi bir nedenle, yani örneğin hakkındaki bilgilerimizin değişmesiyle, dogmalarımız ve yerleşik inançlarımıza uygun olup olmamasıyla, olayın veya olgunun nedenselliğine ne ölçüde vâkıf olduğumuzla; kaçınılmazlığına ya da zorunluluğuna dair değerlendirmemizle dahi ilişkilidir. Yani bilgi, görüş ve değerlerimizin farklılaşması ölçüsünde onlara ilişkin yargılarımız, iz ve izlenimlerimiz de değişip dönüşebilecektir. Değerinin veya öneminin değişmiş, etkisinin azalmış ya da örneğin acısının hafiflemiş olması gibi nedenler dahi onlara bakışımızla birlikte bizleri, geçmişimizi de dönüştürebilmenin mümkün olduğu anlayışına eriştirebilecektir.
‘Benlik’ konusunda da kuantum düşüncenin yaklaşımı öncekilerden çok farklıdır ve hepimizin ‘birden fazla’ benliğe, çok sayıda da değişken altbenliklere sahip olduğumuz esasına dayanır.
Paralel evren, görülebilir gözlemlenebilir fiziksel evrenin ötesinde bir başka boyutta başka evren veya evrenlerin de olabilirliğine dair paradokstur. Bir başka anlatımla, nasıl 14 milyar yıl önceki Büyük Patlama ile bizim evrenimiz oluşmaya başladıysa, boşlukta meydana gelen kuantum dalgalanmalarla başka evrenlerin de oluşmuş ve oluşmakta olabileceği düşüncesidir. Bu ve benzeri paradokslar eskiden sadece birer fantezi kabul edilirken, bugün en azından tartışılabilir durumdadır. Mesele üç boyutun ötesinin var olup olmamasıdır. Matematikçiler kavramsal olarak tanımlıyorlar da geriye kalanlarımız ne yapabilir?
Sürekli iki veya üç boyutlu düşünmeye alıştırılmış beynin durup dururken dördüncü boyutu düşünebilmesi ve kabullenebilmesi oldukça zordur. Einstein da başlangıç olarak üç boyutlu uzayın dördüncü bir boyuta daha uzandığından ve paralel evrenlerin birbirlerine köprülerle (Einstein-Rosen köprüsü) bağlanabildiğinden söz etmişti. Paralel ya da alternatif evrenlerin aynı uzayda, ancak dördüncü bir boyutta mevcut olup diğer evrenlerle karadelikler aracılığıyla bağlanabileceği öngörülmüştür. Arada da zaman duvarı vardır. Ancak bu köprüler kullanılabildiğinde evrenin çok uzak noktalarına kısa sürede ulaşmak mümkün olabilecektir.
Ne yapalım ki, hemen herkes ‘kendi’ dünyasını tek gerçek kabul ediyor ve daha farklı yaşamların, oluşumların veya başka dünyaların da olabileceğini düşünemiyor. Ama böylesi olasılıkları inkar edenler, yine de âhirete, cennet/cehenneme, bunlar salt dinsel söylemler oldukları için ‘iman’ edebiliyorlar. Dinsel inancınız ne kadar güçlüyse ve hurafelere inanma derecesinde dogmatikse, metafiziğe ve onunla birlikte ‘sözde kuantum’a da hiç sorgulamaksızın o kadar inanırsınız. İşin bir başka yönü, inançlarınızla uyuştuğunu düşündüğünüz faraziyelere inanmaya zaten hazır olmanızdır. Çünkü dinsellik bir bakıma yanlış hipotezlere körü körüne bağlanmaktır. Zaten dogmalar ve şuursuz inançlar zihnin prangaları değil midir? Hele de toplumun neredeyse bütünü ya da büyük bir çoğunluğu tarafından paylaşılıyorsa. Oysa ki bu tür inançlar ne kadar hâlisane duygular ve iyi niyet içerseler de, bu onların özünde akıl ve bilim dışı olmalarını ve istismara müsait oldukları gerçeğini değiştirmez. Yine de ancak düşünmeye başlayanlar fark yaratıyor, farkında oluyor, aydınlanıyorlar…
İçinde bulunduğumuz evrene dördüncü boyuttan bağlantılar demek olan Einstein-Rosen köprüleri veya tünelleri, sonsuza kadar uzanmazlar; ancak başka bir boyuta ve evrene geçişin yolu ve aynı zamanda ilişki ya da geçiş oluşturdukları her iki evrenin de parçalarıdırlar. Sorun karadeliklerin muazzam ve dayanılmaz çekimgücünden kaynaklanmakta, bu da fizik bedenler veya ne denli güçlendirilmiş olursa olsun bilinen ya da tasavvur edilebilen uzay araçlarıyla yapılması düşünülen bir yolculuğu bugün için imkansız hâle getirmektedir. Karadeliklerin uzayın bilinen standart yapısını, geometrisini bozup zamanın akışını da saptırıp bükerek değiştirdiği son derece açıktır.
Einstein kuramları paralel evrenlerin ‘mümkün olabileceği’ni öngörmekle birlikte, klasik-materyalist düşünürler bunu ‘mümkün görmemekte’, diğer bir kısım kuantum düşünürleri ise mutlaka ‘olması gerektiği’ni ileri sürmektedirler. Onlara göre sorun, üç boyutlu düşünen insan beyninin böylesi bir kavramsal tasarımlamaya uygun ya da hazır olmamasından kaynaklanmaktadır.
Çok sayıdaki evren kuramlarından son yıllarda en fazla taraftar bulanı ‘Steinhardt-Turok modeli’ olup bu kurama göre evren birbirini sürekli izleyen sonsuz sayıda ve sıralı olarak ‘genişleme’ (şişme) ve ‘büzüşme’ evrelerini yaşamaktadır. Böyle olunca zaten zamanın başlangıcı da sonu da anlamını yitiriyor, çünkü onlara gerek kalmıyor. Kaldı ki ‘başlangıçta ne vardı’ sorusu da gereksiz olduğundan, artık ‘sorulamaz’ hâle geliyor.
Döngülerdeki ardışıklık esnasında oluşan entropiler (düzensizlikler), her sonraki evrensel oluşumda varoluş, aslî ve diğer yan unsurları gibi, bilinmeyen madde türlerinin de kaçınılmaz biçimde yenilenmesini sağlamaktadır.
Evrendeki genişleme tezi son yıllardaki gözlemlerle zaten doğrulanmaktadır. Bu periyottaki geri dönüşümünse ne zaman başlayacağı henüz kestirilemiyor Sadece ana varoluş döneminin başlangıcından bugüne 14 – 14,5 milyar yıl geçmiş olduğu tahmin edilebiliyor; hepsi bu. Kuantum mekaniğine ve ‘sicim kuramı’na uygun olan Steinhardt’ın teorisi, bir bakıma sürekli oluşumu da evrenin kendisini durmaksızın yenilemesini de büyük ölçüde açıklayabiliyor. Ama nasıl ve nereden bakarsanız bakınız, büyük patlama sonsuz uzayın her neresinde meydana gelmiş olursa olsun, onun yanında-yöresinde veya ötesinde bir başka şeyler de vardır veya “olmuş – olmakta – olacak”tır.
‘Sıralı seyir’ ya da ‘ardışık varoluş’ esasına göre değerlendirirsek, paralel evrenlerden bir türü, bir önce bulunduğumuz yani ‘geldiğimiz’ yer; diğeri ‘şimdiki dünya’; bir sonraki ise bundan sonra ‘gideceğimiz yer’dir. Ama paralel evrenler bunlar değildir. O nedenledir ki tanımlanmaya çalışılan paralel evrenlerle karıştırmamak için, bize göre bunları ‘ardışık evrenler’ biçiminde adlandırmak daha doğru olacaktır. Bu evrenlerdeki yaşamlarımız her defasında fiziksel, mental ve diğer bedenlerin yeniden oluşumlarıyla veya vücut bulmalarıyla, yani reenkarnasyonlarla hiç durmaksızın sürüp gidecektir.
Oysa ki bir de yaşadığımız âna göre varolan, ya da varolmakta olup da bizlerin farkedemediği, gerçekte kastedilen paralel evrenler söz konusudur. Ve kendisini yeterince geliştirebilmiş ya da belirli bir amaç için görevlendirilmiş olan çok ama çok az sayıdakiler aynı anda bunların birden fazlasında bulunabilirler. O bakımdan geçmişe bakıp da, açıkça söylenmiş hattâ bazı kutsal kitaplara da girmiş olan “ben, filancadan önce de vardım” ve benzeri sözlerin hem ardışık evrenler söz konusu edildiğinde, hem de kuantum düşüncenin ışığında paralel evrenler konusu kısmen anlaşılabildiğinde, söylenilebilir olması da, anlaşılması da, açıklanabilmesi de mümkün olabiliyor. Tabii nasıl ki ardışık evrenler ancak biz onları farkedebildiğimizde var olabiliyorlarsa ve farkındalığımızdaki ya da yoldaki, idraktaki eksiğimizi, ancak bilmeksizin ya da algılamaksızın, ısmarlama inanç demek olan ‘iman etmek’le yapay biçimde giderebiliyorsak; aynı şekilde gerçek anlamdaki paralel evrenlerde varolduğumuzu deneyimleyebildiğimizde onlar vardır, edemiyorsak (bizim için) yokturlar. Kaldı ki paralel evrenler, ancak önceki yazılarımızda sözettiğimiz gibi doğrusal dünya zamanının söz konusu olmadığı, daha doğrusu zamanın bulunmadığı kendi ortamlarında söz konusu edilebilir. Onların anlaşılabilmesi, burada iken yanılarak sarfettiğimiz ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ kadar ‘bu-şu-o’ kavramlarının da ‘zaman’la birlikte ‘bükülüp başkalaşması’ ve burada iken sahip olabildiğimiz sınırlı ve dolayısıyle yetersiz algılarımızla anlaşılabilmesi mümkün olmayan çok daha farklı bir anlayış ve idrake sahip olmamızla mümkün olabilecektir. Uzakdoğu inançlarındaki ‘boşluk’ ya da belki biraz daha nihilistçe bir tanımlamayla ‘yokluk’ işte bu demektir. Zaten, yine eski metinlere göre, herşey boşluktan gelir ve yine (başkalaşmak üzere, veya eğer öyle inanıyorsanız ‘b’â sü bâd’el mevt’ için) boşluğa dönecektir. Ama kuantum düşünce bize evrende adına boşluk denebilecek öylesine ‘gereksiz’ bir yerin varolmadığını ya da varolamayacağını anlatmak ister gibidir. Bizler de haksız sayılmayız ki; bu duyularımız, bu algılarımız ve bu aklımızla bizler onları ‘boşluk gibi’ görebiliyor veya sözde-öyle gözlemleyebiliyoruz. Yani Russell, tanrının varlığı konusunda, ileride bir gün sorguya çekilirse; “O zaman ben de ‘Ne yapayım, yeterli kanıt yoktu ki’ derim” derken hiç de haksız ya da günahkâr gibi görünmüyordu.
Bu kurama göre geçmişe, şimdiye, geleceğe; hattâ çok önceki geçmişlerden çok uzaktaki geleceklere kadar her şeyin ve herkesin paralel evrenlerde mevcut olması (yani defalarca mevcut olmamız) gerektiğine dair kanaatimizin, nedenselliğin kaçınılmaz ve zorunlu sonucu olduğunu belirterek birkaç büyük fizikçinin önemli görüşleriyle devam edelim.
Unutulmaması gereken bir husus , Wolf’un işaret ettiği gibi paralel evrenlerin birbirlerini etkileyecek olmalarıdır.
Bu konunun önemli teorisyenlerinden Everett’in çoklu evrenler kuramındaki farklılıkları basitçe şöyle açıklayabiliriz:
a. Evren, kuantum düzeyinde ne kadar alternatif kuantum bölünme
olasılığı varsa o kadar seçim yapabilir.
b. Her evrendeki gözlemci, aslında eşi ve benzeri olmayan, çünkü oluşumu
da koşulları da farklı olan özgün bir evrende yaşar. O koşullara ‘göre’ yaşadığı için de, varolsa dahi koşulları farklı olan diğer evrenlerle yeterli iletişimi kuramaz.
c. Evren (ve tabii ki tüm diğer evrenler de) her an kuantum alternatiflerle
karşı karşıya ve onlarla iç içedir. O halde her bir evrendeki kuantum oluşumlar
da, kendine özgü kabul edilen koşullar nedeniyle durmaksızın değişebilecektir.
Ama biz mi onların gölgesiyiz onlar mı bizim, bunu kestirebilmek zor. Belki de “hem o, hem de o”dur ve öyle olduğu için ‘herşey iç içe’ de olabilir. Zaten bir kez varoldularsa birbirleriyle iletişim ya da etkileşim içinde olmamaları mümkün değildir.
Stephen Hawking’in “Kütle Çekiminin Kuvantum Teorisi”ni geliştirirken varmış olduğu ‘Evrende Onbir Boyut’ olduğuna dair sonuç, bilim çevrelerinde hayli ses getirmiş ve ciddi heyecan uyandırmıştı. Ona göre, bilinebilen dört boyutun (uzunluk, genişlik, yükseklik ve zaman) dışında kalan yedi boyut yumak halinde ve sicimlere sarılı olarak evrenin her noktasında mevcuttur. Buna “M Teorisi” ya da “Herşeyin Teorisi” denilmektedir. Biz de bugüne kadar hep dördüncü boyuttan sonra, başka boyutların da olması gerektiğini söyleyip durduk. Çünkü aksi halde ‘sonsuzluk’ kavramı dördüncü boyutta takılıp kalıyordu ve doğrusal olmayan uzay-zamanı dahi sonsuzluğun kısmen anlaşılabilirliği ya da tasavvuru için yeterli olmuyordu.
Daha yüksek bir boyuta ait bilgilerin göreceli olarak daha düşük boyuttaki oluşumda gözlemlenebilir veya kısmen algılanabilir hâle gelebilmesi için önce o boyutta çözümlenebilecek durumda, yani kodu açılabilecek düzeyde olması gerekiyor; tabii kod açıcının da aynı düzeyde gelişmiş olması. Aksi halde bilinemiyor, ya da farkedilemiyor. Ancak bu sayede daha yüksek boyutlu bir evrenin oluşumu ya da üretimi olan nesneler, olaylar, şeyler üç boyutlu dünyamızda ‘anlaşılabiliyor’ veya ‘gerçekleşmiş’ kabul edilebiliyor. Bir başka göz veya akıl, bu duruma ‘paralel bir dünyadan gelen yansıma’ adını verirse, bu durumda buna da karşı çıkmamak gerekiyor. İşte fizikle metafiziğin, ya da üçü de aynı kaynaktan gelen “zaman + uzay + maddenin tekilliği” kavramı da bu algılayışı hem kolaylaştırmakta hem de yönlendirmektedir. Kaldı ki vahdet-i vücûd’un bir bakıma çağdaş denilebilecek kozmolojik izahına da böylelikle adım atmış oluyoruz.
Hawking’in kuramına ne kadar nüfuz edebilirsek ruh, maneviyat, telepati ve durugörü-duruişiti gibi metafizik olup da ruhçuların bilgisizlikleri nedeniyle bozup çarpıtarak, yalan yanlış biçimlerde aktarıp zihinleri bulandırmış oldukları konularda daha nesnel ve nedensel düşünmeye başlayabiliriz.
Bu gizemler, Hawking’in öngörüsüne göre ancak yirmibirinci yüzyılın sonlarına doğru aydınlanabilecek. Hep birlikte izliyoruz… Bize göre bu, ancak dördüncü boyuta dair tanrısal evren formülünün oluşturulması olabilir; ve yine de geride daha öteki boyutlara dair gizemler hep varolmaya devam edecektir.
İnsan DNA’sındaki yapısal değişimlerle birlikte, periyodik olarak gerçekleşen ve yaklaşık 12 000 yılda bir geçilen foton kuşağının da etkileri bir süredir gözlemlenmeye başlanmıştır. Başka boyutlara ya da ortamlara ait varlıkların, objelerin gittikçe artan sıklıkla görülmeleri bu nedenledir. Onlar hep vardı; geçmişte bazılarına melek isimleri verildi, kimilerine ise üstün varlık. Gerçekteyse onlar hep bizimle birlikte idiler; dün öyleydi, bugün öyledir, yarın da öyle olacaktır. Yanlış olan bir yandan dünyamızın düzenini bozarken, kendi gelişimimizi ihmal edip idrakimizi ve farkındalığımızı geliştirmeksizin onları birer kurtarıcı gibi görüp, bir an önce ‘biat etmek üzere üstün varlıkların gelişlerini beklemek’tir. Unutmamak gerekir ki evren hepimizindir, sadece bizim değil; ve dünyamız sadece bizlere bırakılamayacak kadar değerlidir. Daha sıklıkla gözlenmekte oluşumuz, gözleyenlerin sayılarının artmasından değil, idrakimizin ve bizim de artık onları farkedebilmemizdendir.
Sonuçta paralel evren(ler) düşüncesi (alternatif ve ardışık evrenler, köpük evrenler ve çoklu evren kuramları dahil), kimilerine göre sadece felsefî bir kavram; kimilerine göreyse kendi dinsel dünyalarının en önemli figürü olan ‘ebedî âlem’e inancı güçlendirmek ve bu düşünceye basitçe, ama yine ‘bilmeden’ çanak tutmaktır. Dikkatlice bakılırsa bugün hemen bütün dinci siteler ve âlimler (!) paralel evren ve karadelik fikrine sıkı sıkıya sarılmakla kalmıyorlar, üstelik bu sayede binyıllar öncesinin kutsal metinlerinde bunlardan sözedildiğini (her zamanki gibi) öne sürmekten de çekinmiyorlar. Bu nasıl bir simülasyon zekâsı ve ne tür bir aldatmacadır, anlaşılır gibi değil. Peki, eğer bütün bu bilgiler oralarda varsa, sizler bugüne kadar nerelerdeydiniz? Kutsal kitapların ahlâk, sosyoloji, felsefe ve hukuk metinleri olduğunu öne sürmek bir yana, şimdi de onların doğabilim eserleriymiş ve bütün bilimsel müjdeleri binyıllar öncesinden vermiş, hattâ yollarını da göstermiş olduklarını varsaymaktan daha büyük bir saflık ve aldatmaca olabilir mi? Tabii bunun üzerine de her inanca mensup ‘şifreciler’ türeyebiliyor… Onlar işi gücü bırakmışlar, “… kitabın burasında şunu… şunu demek istemiş ve buna… buna işaret edilmiştir” diyebiliyorlar da diğerleri bu tür istismar ve hezeyanlara nasıl inanabiliyor, böylesine ‘uçuk’ları nasıl medyatik yapabiliyorlar; doğrusu anlaşılır gibi değil. Aslında gayet iyi anlaşılıyor da, şimdi anlatması sakıncalı olabilir…
Gerçekteyse, bir adım daha atıldığında, evrende hiçbir şeyin ‘ebedî olmadığı’ ve olamayacağı; yani gidileceği varsayılan âlemin de ebedî ve durağan olmadığı; ve o durağın da son durak olmayacağı anlayışına erişilmiş olunuyor ki, bu da yine klasik dinlerin sonunun geldiğini, sığınmaya veya kanıt bulmaya çalıştıkları yeni felsefelerin de kendilerini aynı şekilde yadsımakta hattâ reddetmekte oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Bu durumda sizce de Buda-Tao-Zen-Sufî geleneği’nin farklılığı ve zenginliği bir kez daha ortaya çıkmış olmuyor mu?
Farkına varılabilir en büyük gerçeklik olan ‘birlik’ duygusunun önündeki engel zihnimizdir. Çünkü o kıyaslayıcı, yarışmacı ve ayrıştırıcıdır. Tek ve aynı kaynaktan geldiğimizi anlamamız bu nedenle mümkün olamıyor. Halbuki yaşam tek, varlıksa ‘bir’dir. Ama biz önce zihin ve maddeyi ayrıştırıyor, sonra herşeyi kategorize ediyor, ardından maddeyi bölmeyi başardıkça güvenlik, yarışma ve farklılık güdüsüyle sahte bir kişilik oluşturuyor, sonra da onu gerçek ben’in yerine geçecek sahte benliğe dönüştürüyoruz. Hiçbir şeyin sürekli olamayacağı gerçeğini inkâr ederek sözde kalıcı ama gerçekte yapay ilkeler icat ediyor, veya icadedilip bizden önce benimsenmiş olanların gönüllü ve bilinçsiz izdeşleri haline geliyoruz. Bir kez seçim yapmış olmanın sorumluluğunu üstlenmeye kalktığımızda artık ısrarcı ve tarafgir olmamız da kaçınılmaz oluyor. Küçük dünyamızdaki basit tutkulara, hırslara önce bağımlı ve derken tutsak olup hiç de değmeyecek çıkarlarımız uğruna acı çekiyoruz. Bütün bunların nedeni doğa değil, onu önce bozan, sonra da kalkıp en temel gerçeklikleri dahi yanlış anlayan bizleriz. Oysa ki bu yolla gerçek başarıya ulaşmak da mutluluğa erişmek de mümkün olamaz. Sadece bir süre daha kendimizi kandırmaya ve avutmaya devam etmiş oluruz, hepsi bu.
Yani bir yanda insanın aklını, gücünü ve emeğini sömürenler; öte yanda ise adetâ kendi gerçekliğini feda etmekle veya onu yozlaştırmakla meşgul olan kendisi var.
Dünyadaki yaşamımız bir sinema perdesindeki gelip geçici ve ancak bir kısmı sonradan hatırlanabilen görüntüler gibidir. İnanç biçimlerinin, sistemlerinin böylesine çok ve çeşitli olmasının nedeni bunların hiç birisinin insanın temel içsel sorunlarını çözememiş olmasıdır. Bir başka ifade ile insanın henüz yeterince bilinçlenememesi ve buna bağlı mutsuzluğudur. Mutlu olduğunuzda ya da kendinizi öyle hissettiğinizde hiçbir basmakalıp inanca da onların sıradan ve yapay ritüellerine de ihtiyacınız kalmaz. Çünkü o zaman zaten ve kısa yoldan tanrısallığın güzergâhına dahil olmuşsunuz demektir. Ama insana karşı, doğaya karşı suç işlemişseniz, ne yaparsanız yapınız, ne kadar maddî-fiziksel değer biriktirmiş olursanız olunuz, mutlu olamazsınız. Kaldı ki mutlu olunmadıkça tekâmül de mümkün değildir. Bildiğiniz bütün gerçek büyük üstadları gözünüzün önüne getirin, tümünün de ‘dingin’, kendisi ve çevresiyle barışık, eline silah almamış ve aslâ zor kullanmamış kişiler olduklarını göreceksiniz.
Tanrının, insanları keyfince yaratan, sonra onları yarıştıran, durmaksızın sınava çeken, ardından da notlar verip başarılı-başarısız kabul edip tek bir yaşamın ardından ödüller ve cezalar verdikten (cennet/cehennem gibi) sonra olayı sonlandırarak, sizinle ilgili hesabı kendine göre kapatan bir figür olması sizce mantıklı mıdır? Yoksa size hep böyle ya da buna benzer biçimlerde anlatılıp bu nedenle bir de ondan o sonsuz cezalandırma gücü nedeniyle ölesiye korkmanız söylendiği için mi böyle inanıyorsunuz?
Dinin ve dinsel inançların zihnimizi nasıl biçimlendirdiğinin, kalıplara soktuğunun ve davranışlarımızı yönlendirdiğinin farkında mısınız? Ama işte gerçekte bizi ruhsal evrim ve bilinçsel tekâmül yolundan alıkoyan budur. Tanrısallığın doğru kavranmasının önündeki en büyük engel de, onun sonsuz ışığının içimizde aydınlanıp gerçek kendi’mize erişebilmemize mani olan da bu tür korku-kökenli stereotiplerdir. Çünkü gerçekte sevgisizliğe dayanan, korkutmaya ve güvensizliğe, sürekli tedirginliğe odaklı bir anlayışla tekâmül yolunda ilerleyebilmek de, farkındalık içerisinde gelişme sağlayabilmek de mümkün olamaz. Cezalandırılma korkusuyla ‘iyi’ olmak, gerçekte ‘iyi insan olmak’ demek değildir. Zaten ödül ve cezaya ilişkin kayıtların tutulduğu yer semavî bir makamda değil, kendi içimizdedir.
Bize göre böylesi bir dinsellik, strese ve sürekli kaygıya bir tür gönüllü bağımlılıktır. Zihnimizin, gelecek vaadleri uğruna ipotek altına alınmasıdır; özgürce tekâmülün inkârıdır. Gerçek şu ki asıl dindarlar, bir yandan bütün inançlara karşı hoşgörülü ve yeterince saygılı, onları kritik edebilir; diğer yandan ise daha üst enerjilerle, nadilerle ve çakralarla hemhâl olabilmiş kişilerdir. Düşünceleri ve dünyaları yüzeye/çepere değil, derine/içsel merkez’e yönelik olanlardır. Ritüellere ve törenlere değil içsel farkındalığa, şefkat ve merhamete önem verirler… Oysa ki, maalesef ruhsal bakımdan hemen hiç gelişmeden gelip gidenlerimiz çoğunluktadır. Böylesi dinsel-ruhsal bağımlılıkların kimyasal bağımlılıklarından, madde bağımlılıklarından işlevsel bakımdan hiçbir farkı yoktur; nihayetinde iki tür de bağımlılıktır. Acaba bunların da bağımlılık olduklarını bilemediğimiz gibi, bilmeyi de istemiyor muyuz; ya da öylesine ağır biçimde mi koşullandırılmışız?
‘Doğru bakış’ ve ‘doğru görüş’le yola çıktığımızda; niyet, karar ve düzenlemelerimiz doğruysa, ilham da zaten pozitif olacağından çok şeyi başarabiliriz. Bu olumluluğu sağlayıp sürdürecek üç şey sevgi, şefkat ve merhamet’tir. Doğru kuantum çözümlemeyi başarabilirsek, dualarımızın gücünü ve etkisini de farkedebiliriz. Zaten ilk olumlu etkilerini öncelikle kendi üzerimizde gözlemleyeceğimizden hiç kuşkunuz olmasın. Aksi halde başkalarına nasıl yararı olabilirdi ki!
Her ruh hâlinin vücut kimyasallarımızı nasıl etkilediğini unutmamalıyız…
Meditatif düşünce gücüyle, iyice yalıtılmış kapalı mekânlardaki suyun pH değerinin bir derece artırılıp azaltılabildiğine; veya elektronik rastgele-seçici’nin ‘0’ (sıfır) ve ‘1’ değerleri üreten sürecinin, örneğin ‘1’lerin daha fazla gelmesini sağlayacak derecede etkilenebildiğine dair kesin laboratuvar verilerine erişildiğini “Down the Rabbit Hole”dan (‘What the Bleep Do We Know’un devamı) biliyoruz. Bu deneylerdeki süjeler dört budist-Zen rahibi idiler. Aynı yöntemle, yani düşünce gücünü kullanarak artık fotoğraf filmleri gibi hassas zeminler üzerinde görüntü oluşturabiliyor, sudan başka kar tanelerinin biçimlerini de etkileyebiliyoruz. Ve daha bunlar gibi pek çok örnek… Peki insan vücudundaki pH değerinin bir derece artırılması durumunda ne olur derseniz, yanıtı çok basittir: O insan ölür. Önce ‘yoğunlaşan’, sonra da tek noktaya ve amaca ‘yönelen’ bilinçli zihnin gücüdür bu. Ve tabii ki bir başka biçimiyle de holografinin kanıtı. ‘Nazar’ ve ‘dua’nın da gizemleri çözülecek (hattâ kısmen de olsa çözülmüş) gibi görünmüyor mu?
Öte yandan insan auraları da aslında fiziksel bir gerçekliktir, dahası ölçülebilir enerji dalgalarıdır. Bütün auralar kişilerin ruh hallerine, fiziksel (bedensel) ve ruhsal bakımdan sağlıklı olup olmadıklarına göre renk, parlaklık, boyut, yoğunluk ve nihayetinde ışınım frekansları bakımından da farklılık ve çeşitlilik göstermektedirler.
Bazıları bütün bunlara yanılarak, yani ya yanlış bilgilenme sonucu ve öyle inandığı için, ya da terminoloji hatası yaparak ‘ruhsal güçler’ diyebiliyor. Böylesi, birilerinin işine geliyor da olabilir. Oysa ki mesele basitçe ve sadece o kapasiteye erişim ve onu doğru kullanabilme sorunudur ve işin ilginç yanı, bu durumun ‘rûhaniyet’le hiçbir ilişkisi yoktur. Bu imkân ve yeteneğimizi geliştirebilirsek zamanda önce geriye, daha sonra da ileriye gidebiliriz. Çünkü her iki ‘hâl’ de birbiriyle bağıntılıdır. O bağ ise ‘ebedî şimdi’dir.
Kısacası gözlemlerimizin, düşüncemizin ve mevcut kapasitemizin dünyayı değiştirebilme gücü vardır. Ama önce ‘inanmak’, sonra da ona ‘erişebilmek’ koşuluyla.
Bütün bunlara neden-sonuç ilişkisiyle bağlı olan ‘aydınlanma süreci’ne, bir bakıma zihinsel kodlarımızın kendi irademizle, olumlu ve gerçekçi yolda manipülasyonu sayesinde girilebilecektir. Birey olmaktan ‘bir olabilme’ sürecine geçiş ancak bu sayede mümkün olabilir.
Soru şudur: “Dinsel seçimlerimizi biz mi yaptık, yargılarımızı biz mi oluşturduk; yoksa bizim adımıza birileri düzenleyip bizlere dayattılar mı?” Bunun yanıtını da başkaları değil, ruhbanları araya sokmaksızın bizler, kendimiz vereceğiz. Gelişimin, aynı zamanda (ve öncelikle) değişim demek olduğunu unutmadan ve değişimden aslâ korkmaksızın!.. Dünya ve evren de durmaksızın değişirken, en azından onu yakalayabilmek için!..
Tabii ki bu durum, örneğin doğum tarihlerimize bakarak ‘kaderimizin pin kodu’nu çıkaranlara da bırakılamayacak birşeydir. Zaten nasıl bırakılabilirdi ki. Şimdi gelin, altıbuçuk milyar insanın doğum tarihlerini belirledikten sonra bu yöntemle her birinin pin kodlarını çıkardığımızı varsayalım. Birbirini tutan sonuçlar hep aynı karakter yapısını ve buna bağlı olarak benzer kader oluşumunu mu gösterecektir? Ya da diyelim aynı tarihte (bugün) dünyada onbin bebek doğdu. Hesaplandığında tümünün kaderlerine ilişkin pin kodu aynı çıkacaktır. Yaşamlarının ve tabii kaderlerinin de birbirine benzeyeceğini söyleyebilir misiniz? Böylesi bir vargının ne kadar saçma, yanıltıcı, basit ve anlamsız olduğunu, tartışmaya bile değmeyeceğini takdir edersiniz. Ama bunlara inanmaya hazır öyle çok insan var ki.
Herşeye rağmen, kendi evrenimizi anlayamadığımız sürece paralel evrenlere dair kuramların doğruya yakın biçimde anlaşılabilmesi mümkün olamayacaktır. İçinde bulunduğumuz fiziksel evrende bugün için tahmin edilebilir 200 milyar galaksiden söz ediliyor. Peki sonrası…, hattâ öncesi…? O nedenle paralel evrenler ve benzeri kuramların, daha uzunca bir süre kuram olarak kalacağı, belki zamanla çeşitlenip geliştirileceği; fantezilerle süslenip içine bilip bilmeden bolca metafizik ve mistisizm karıştırılacağı; ve her şeye rağmen bundan sonra da insan zihnini durmaksızın meşgul edeceği anlaşılıyor. Umarız bütün bunlar insanın ‘kendini bilme’ gibi çok daha gerekli olan çabasını askıya almasına, insan olarak şimdiki ân’a dair sorumluluklarının idrakine (tüm canlılara saygı, doğayı koruma… gibi) engel teşkil etmez.