İlk defa yıllar önce halada ve kayınvalidemde görmüştüm bu taşları. Taşları az buçuk tanırım ama bunlar taş desem taş değil, fosile benzer garip oluşumlardı. O gün bugündür internette ansiklopedilerde, kitaplarda sağda solda haklarında daha fazlasını öğrenmek için iz sürer dururum, ne yalan söyleyeyim yazılı hiç bir şey bulamadım. Ben de yine üşenmedim, her zamanki gayretkeşliğimle bilgileri ilk elden, yani taşların sahibinden topladım. Bilimsel ya da değil orası tartışılır ama ilginç hikayeler doğrusu.

Bu taşlar hakkında ilk söylenecek şey, taştan çok salyangozların ilk çağlardaki akrabalarının fosillerini andıran bir yapıya sahip olmaları. Kendi aralarında ikiye ayrılıyorlar, düz olan yüzeylerindeki spiral oluşum çok kıvrıksa erkek, kıvrım az ise dişi oldukları söyleniyor. Taş dünyasında dişi ve erkek oluşum kavramına alışkınız zaten de, bir de bu taşların yavrulayabildikleri de söylenince “nasıl yani???” diyivermişim birden. Gerçi bizdekiler hiç doğurgan değillermiş, en yenisi 33 en eskisi 50 senedir halada, hatta 50 senedir onda olanların 100 seneden uzun bir aile içi mazisi var ama hiç çoluk çocuğa karışmamışlar, nüfus planlaması yaparak artıp eksilmeden bu günlere kadar gelmişler. Taşlar nasıl yavrularmış atıyorsun diyenler olabilir. Bizimkiler yavrulamamış ama yavrulayanları var diyor hala, yalan mı söyleyecek koskoca kadın? Hem organik kökenli taşların- örneğin incilerin-  canlı bir organizma gibi yavruladığı da bilinen bir gerçek. Gerçi ben hiç doğuran bir inci de görmedim ama en azından inci kolyeleri olup da o pürüzsüz yüzeylerin üstünde zaman içinde yamru yumru çıkıntılara sahip olan kişiler duydum.   

 

Peki madem canlılar, neyle besleniyorlar diye sordum haliyle. Cevap ilginç: Taşlar bir kere kullanılmadıkları sürece kapalı bir kutu içinde karanlıkta tutuluyorlar. Yok öyle vitrin süsü gibi ortalığa dizilmeler. Kutunun içinde taşlaşmış bir kutsal toprak parçası, tuz, un ve şeker karışımı var. Kulağa garip geliyor ama taşlar ciddi ciddi bunlarla besleniyormuş. Ne belli beslendikleri, yerken gören duyan var mı dedim, görülmüyor ama o taşlaşmış toprak parçası yıllar önce küçük bir armut büyüklüğündeyken şimdi ikiye bölünmüş ve parçaların en irisi bir elin baş parmağının en üst boğumu kadar ya var ya yok. Diğer bölünen parçalar ise bugün o kutuda mevcut değiller.

Taşlara bakıyorum dikkatle. Bazılara daha bir semirmiş gözüküyor gözüme, kesin bunlar diğerlerinin haklarını da yiye yiye bu hale gelmişlerdir diye düşünürken, öğreniyorum ki bu ziyafete rağmen taşların boyutları değişmezmiş. Ne büyüyorlar ne doğuruyorlar, sadece yaşıyorlar. İnanış bu yönde.

Peki tuz, un, şeker temin etmek kolay da, peki ya kutunun içindeki o toprak parçası biterse ne olacak? Toprak parçası kutsal topraklardan geliyormuş. Menşei konusundaki bilgi, bu taşların Hindistan’da bir bölgede yerden kaynayarak çıktığı ile sınırlı. Bu yerden kaynama olayını kafamda canlandırmaya çalışıyorum, bir yılancık taşı gözesi var, taşlar yerden fışkırıyor filan. Ne var? Taşın doğurduğuna inanınca buna da haydi haydi inanır insan. Bize ise Hindistan’dan değil Mekke’den gelmiş,  ama Mekke’de sadece hac zamanı ve belli bir yerde satılıyormuş, toprağı da oradan temin edilirmiş. Ancak her gidenin bulamadığı düşünülürse pek de pazar işi satılan bir şey olmadığı kesin. Öyle fazla ortalıkta bulunmayan, genelde sorulduğu zaman pek kimsenin bilmediği taşlarmış bunlar. Hikaye bu.

Bu taşların şekil, aile ilişkileri, beslenme alışkanlıkları, anavatanları ve hicret hikayelerinden sonra, nihayet kullanım şekline ve amaçlarına geliyoruz.

Aslında adını aldığı hastalığın tedavisinde kullanılıyor daha çok; yani yılancık hastalığı, ya da tıbbi ismiyle Erisipel. Hastalık streptokok adı verilen bir mikrobun sebep olduğu bir üst deri iltihabı aslında. Diğer döküntülü hastalıkların aksine yüz ve baldırlarda kendini gösteriyor, en önemli belirtileri yüksek ateş, diş şeklinde uzantılar yapan kırmızı döküntüler, parlak ve gerginleşen deridir. Bulaşıcı olmakla birlikte genelde aile içinde salgınlarla kısıtlı kalır. Daha çok hassas ve sinirli insanlarda, şeker hastalarında ve alkol kullananlarda görüldüğü saptanmıştır. Tıp, penisilin ve ılık kompres önermekte ve günümüz ilaçlarıyla 3-4 gün içinde yılancık geçmektedir.

Peki taşlar ne yapmakta? Bazı tıp doktorlarının da kabul ettiği bir uygulama yılancık taşları. Ağrılı bölgeye taşlar bir dua ile yapıştırılır. İlginç olan başka bölgede durmayan taşlar ağrılı yerin üstüne konduklarında yer çekimine meydan okuyarak, koyuldukları yerde ya ağrı geçene ya da taşı yapıştıran kişi onları yine dua ile geri alana kadar durmaktadır. Genelde yılancık ağrısı ve şişleri için kullanılmakla beraber herhangi bir ağrıyı veya şişi de tedavi ettiği söylenmektedir.  

Gelelim taşın ağrıyan yere tutturulma ritueline. Öyle her önüne gelen bu yapıştırma işini yapmıyormuş. Bunu yapan birinden el almak gerekiyormuş ki genelde bu el alma olayı “ocak” sayılan hanelerde nesilden nesile aile içinde yapılan sade bir tören. Duası okunuyor, şifa veren kişi sizin de bu şifayı verebilmeniz için size el veriyor, bitti. Ocak olan hanedeki erkekler iltimas sahibi onlar törensiz olarak bu yetiye sahip oluyorlar. Yani, eşim de bu yetiye sahip ama gülmeden duayı okuyup bana el vermeyi becerebilir mi ciddi kuşkularım var. “Gelin”iz diye bize doğrudan intikal eden bir şey yok yani. Yeni aile yasasına göre hakkımı arasam mı acaba? Neyse… Bu bizim aile içi miras meselemiz.

Gelelim tedaviye. Hasta kişi 3 gün boyunca aç karnına şifayı verecek kişiye geliyor ve taşlar baş parmak tükürüklenerek ağrılı yere tutturuluyor. Tükürüğün panzehir olduğuna inanılıyor. Üçüncü günün sonunda ise taşların işi bittikten sonra, kaynatılmış ve ılıtılmış nane ile ağrıyan yere kompres yapılıyor. Niye nane? Çünkü:

Yılanın sevmediği yarpuz, gider gelir başucunda biter.  

Yarpuz neymiş: Nane. Hastalık neydi: Yılancık. Bilmem net anlaşıldı mı bağlantı?

Bu zamanda kim uğraşır bunlarla,  yılancık taşına sahip ocak sayılan bir hane bulacaksın da, o hanedekilere vakti zamanında el verilmiş olacak da, 3 gün boyunca aç karnına gidip orana burana tükürükle tutturulmuş taş yapıştıracaksın da şifa bulup iyileşeceksin, ohooo uzun iş diyenler: Şimdi teknoloji ve bilim ilerledi, zor geldiyse veya bu yöntemi inanması güç bulduysanız doktorunuzun yazdığı penisilini alıp paşa paşa kullanırsınız olur biter.

Müjde Apay

1969 yılında İstanbul’da doğdu.Şişli Terakki Lisesi’nin ardından, İstanbul Üniversitesi Turizm ve Otel Yönetimi Bölümünden mezundur. Alison University Psycology Diploma ve Biology and Behavior of Psycology Sertifika, Psikiyatri Derneği Temel Psikoloji programlarını tamamlamıştır. 2009 yılına kadar Turizm ve Bilişim Sektörlerinde çalıştıktan sonra spritüel gelişim alanında çalışmak ve hizmet vermek üzere kurumsal hayata veda etme kararı almıştır. Müjde Apay, Klasik Sistem Usui Reiki Master’ıdır ve Reiki eğitimlerini destekleyen Işık Köprüsü, Çakra-Aura eğitimlerini almıştır. Eğitim ve uygulamalarından edindiği bilgi ve tecrübeleri, hem şifa uygulamalarında hem de Reiki eğitimlerinde etkili bir şekilde kullanmaktadır.