Özgürlük :

1 – Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî.

2 – Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet.

Saygı :

1 – Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram.

2 – Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu.

Sevgili Türk Dil Kurumu’muz tarafından bu şekilde tanımlanan, bu iki kuzen kavram hakkında yazılı düşünmek istiyorum bu ayki yazımda. İnsan ilişkilerinin olmazsa olmazları bence ikisi de. Kendi kendime soruyorum; “hangisinin eksikliği daha büyük problem?”. “Acaba, bu iki kavram hakkında neler katmışım dimağıma?” merakıyla açılıyorum bu defa deryaya… Önce biraz geniş açıdan, sonra konulara odaklanarak…

Düşünüyorum da özgürlüğün hiç olmadığı bir ortam olamaz aslında, yani yönetim komünizm bile olsa özgür biri vardır daima en tepede. Ama nereye kadar ve ne kadar özgürlük? Bir Kral mesela veya Padişah da olabilir toplum adına karar veren, ama onun da sınırsız değildir özgürlüğü, yardımcıları vardır danıştığı, an’aneler vardır dışına çıkamayacağı. Günümüz dünyasında bu çeşit yönetimler pek kalmadı ama popüler bir yönetim sistemi olan demokrasi bile “özgürlüğe dayalı” gibi görünse de, aslında hükümetin irade özgürlüğüne dayalıdır, yani kanun koyucuların. Sisteme göre hükümeti halk seçiyor ama çoğunluğu mu?

Neyse toplumsal özgürlükten, kişisel özgürlüklere geçip sıralayayım aklıma ilk gelenleri:

a)     Düşünme Özgürlüğü.

b)     Yazılı veya Sözlü, Kendini İfade Etme Özgürlüğü.

c)      Giyinme, Soyunma Özgürlüğü.

d)     Davranış Özgürlüğü.

e)     Seçme Özgürlüğü.

f)       Sevme, Sevmeme Özgürlüğü.

g)     Yaşama Özgürlüğü.

h)     Maddi Özgürlük.

i)        Manevi Özgürlük.

 

Bütün bu özgürlük türlerinden öte, bu kavramın tanımına baktığımda, görüyorum ki böyle bir söyleme uyacak derecede özgür tek bir irade olabilir, o da “Allah!” Hiçbirimiz O’nun kadar özgür olamayız. Ki zaten bizler istesek de beynimizin çalışma sistemi, içgüdülerimiz ve sosyal şartlar buna izin vermez. Hiçbirimiz sınırsız özgürlüğü kaldıramayız çünkü donanımlarımız bu arzuya karşılık veremez. Düşünsel anlamda “Nirvana’ya ulaşmak“ mümkün olsa da, Aman Tanrım” filmini izleyenler ne demek istediğimin fiziki boyutunu daha kolay algılayacaktır…

                    

“En özgür bilinen insanlar hiç mi kurallara uymaz” dediğimde ilk aklıma gelen isimlerden Aysel Gürel, ne iyi etmiş de deliliğe vurmuştur işi, ki aksine aşırı derecede zeki bir kadın bence.

Hangimiz başa çıkabiliriz özgürlüğün tanımındaki gibi olmakla? Her şeye kendi karar veren, içinden geleni yapabilen, her türlü dış etkenden bağımsız. Bağımsızlıkla özgürlük de kardeş kavramlar gibi görünseler de aralarında epeyce fark var aslında. Özgür ama bağımlı olabilirsiniz. Mesela, sigara içmek bağımlılıktır ve kullanım tercihiniz, kötü olmakla birlikte özgür bir seçiminizdir.


Bu tanıma en yaklaşmış insan okuduğum kadarıyla OSHO,  onu da bu kadar özgürlük düşkünü kılan hayata başlangıç yılları. Çünkü anne ve baba baskı ve dayatmaları olmadan, kendi kendini yetiştirmiş. Henüz okumamış olanlar için biraz aktarayım; OSHO doğumundan kısa bir süre sonra annesi ve babası tarafından ninesi ve dedesinin yanına bırakılır. Bu iki yaşlı insan kendilerine emanet edilen torunlarını doğayla baş başa bırakıp hiçbir olumlu veya olumsuz yaptırımda bulunmadan, kendi kurallarını yaratışına şahit olmayı tercih etmişler ve ortaya muhteşem bir varlık çıkmış “Özgür İrade”. Trafik kurallarına bile uymayacak, bir rivayetten ötürü ormana gidip tek başına günlerce ölümü bekleyebilecek kadar özgür desem… Tabii kendini ifade edene ve fikirleri benimsenene kadar çektiklerinin her biri ibretle okunacak cinsten ama yılmamış! Özellikle de bir felsefe profesörü olup, üniversitede derslerinin dolup taştığı bölümleri…

Kitabın adından da anlaşılıyor zaten bu adamın ne kadar özgür ve özgürlükçü olduğu, “Provokatör Mistik” ve kapakta şöyle bir cümle yer alıyor OSHO için; “İsa’dan sonra yeryüzüne gelen en tehlikeli insan.” Neden peki? Çünkü OSHO özgürlük savaşçısı. Yani düzen için zararlı görülenlerden! Ama o bile bir iradeye bağımlı ve ondan kurtulmak için yaşamış. Aslında ondan çekinenler korkmakta kendilerine göre haklılar çünkü onlara göre OSHO sadece, her bir hücrenin kendi özgür seçimlerini yaşamasını savunuyor ama düzenciler her bir hücrenin bedenin kurallarıyla ve beden için yaşamasını isterler. Anlamak istemedikleriyse aslında OSHO’nun da aynı şeye ama farklı yoldan ulaşma çabası,

yani hücrenin bunu özgür iradesiyle seçme ve gerçekleştirme hakkı! Hepimiz hayatlarımızı Yaratan yüce güce borçluyuz ve onun sayesinde yaşıyoruz ama O bizi, kendisine ulaşma ve arama yollarında özgür bırakmış. İster trenle, ister uçakla, ister gemiyle, Yunus gibi ister yürüyerek… Nerden, nasıl giderseniz gidin, sesinizi duyar, kucak açar O.

YETER Kİ O’NA GİDİN VE BUNA ÖZGÜRCE İNANIN!

 

İnsan duygusal ve güdüsel bir varlık. Bu her ne kadar matah bir özellikmiş gibi algılansa da uygulamada hiç de iyi bir özellik değil! Duygusal yerine duyarlı, güdüsel yerine iradeli olabilmek esas marifet. Özgürlükle duygusallığın ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. O zaman sorarım size, ne için özgür olmak isteriz? Cevap; duygularımızın çığlıklarına kulak verdiğimiz ve onları tatmin etmek istediğimiz için değil midir? Duygularımız ve güdülerimiz olmadan içimizde herhangi bir eylem fikri belirebilir mi? Tabii ki düşünerek bir eyleme kalkışabiliriz ama onun amacı nedir, neyi tatmin etmek isteriz, hangi duygumuzu? İnsan henüz beynince tanımlanmamış bir şey karşısında nasıl hareket eder düşünün?


Beyinlerimiz referans sistemiyle çalışan birer cihaz. Yani ilk bilgiyle, yeni karşılaştığındakini karşılaştırıp karar veren… o ilk bilgilerde henüz bilinçlerimiz devrede değilken ve süzgeçlerden geçip sınıflandırılmaksızın depolandığından Allah psikologlara sabır versin döndürüp duracaklar bizi çocukluğumuza duygusal travmalarımızı tamir etmek için…

Hep birlikte bir duygu oluşturalım hemen şimdi ama eminim her birimizinki farklı olacaktır.

Ben size bir kelime vereyim ve siz de bu kelimenin sizde oluşturduğu duyguyu düşünün.

MOKAVO.

Hiçbir anlamı yok mu?

Ne yani şu an bu kelimeyi hafızanızdaki tüm diğer kelimelerle karşılaştıran beyniniz bir duygu oluşturmak için bir tane bile ilgili kelime bulamadı mı?

Mokavo zararlı mı, yararlı mı, yenir mi, içilir mi, acı mı, ekşi mi, rengi ne?

Hiçbir bilgi yok mu?

Peki nasıl karar verecek beynimiz?

Bir ipucu vereyim kendisi bir tür hayvan oluyor.

Şimdi beyinlerimiz için arama hedefi daraldı haydi nöronlar iş başınaaaa…

Şimdi de, sevimli mi, ısırır mı, kokar mı gibi sorular mı geçiyor aklınızdan?

Yine mi bulamadınız Mokavo’nun ne olduğunu?

Ona benzeyen bir hayvan söyleyeyim öyleyse size, Koala.


İşte şimdi beyniniz Mokavo hakkındaki ilk duygunuzu belirledi ama NEYE GÖRE? Tabii ki Koala hakkındaki duygunuzu referans alarak. Koala sizin için tehlikeliyse Mokavo da tehlikeli, şirinse şirindir. Yani ondan korkup korkmayacağınıza Koala hakkındaki duygunuz referans oldu bile. Hayatını uyuyarak geçiren bir hayvandan korkulur mu hiç? Bu arada “Koala” Aborjin dilinde “asla içmeyen” anlamını taşıyor, bu hayvana bu ismin verilme sebebiyse Koala’ların günde 1-2 kilo arası yaprak tüketirken neredeyse hiç su içmemeleri. He kaçımız hayatında Koala gördü, dokundu diyecekseniz işte fotoğrafı yanda. Peki Mokavo hakkında ne hissediyorsunuz şimdi?

 

Hal böyleyken çocukluğumuzda bir hayvanla ilk karşılaşmamız çok önem kazanıyor değil mi? Çünkü hayatımız boyunca karşılaşacağımız her hayvanı sınıflandırırken beynimiz hep o ilk referansa başvuracak. Bu sebeple çocuklarla hayvanlar arasındaki ilk etkileşim çok önemlidir gelecekte onlarla ilişkisinin ne yönde olacağı konusunda. Eğer siz de babamın gençliğinde yaptığı gibi bir örümceği öldürüp çocuğunuzun gözüne sokmaya çalışır ve “bundan mı korkuyorsun?” derseniz o ürperti benimki gibi, hemen her insanda, her örümcek gördüğünde ve benzer bir canlıyla karşılaştığında irkilme hissi ve “kendini savun” duygusu yaratacaktır. Gerçi ben örümceklerle aramı düzelttim diyebilirim ama n’olurdu babam yüzünden böyle bir mesele için çaba harcamak zorunda kalmasaydım…

Evet tabii ki büyüyüp bilinçlenince alt bilincinize müdahale edip, olumsuz duyguları olumlularıyla değiştirebilirsiniz. Yani insan yedisinde neyse yetmişimde de o olmak zorunda değil artık! Şanslıyız ki bugün bu konuya yönelik bir çok teknik geliştirildi. Psikanaliz, Reiki, NLP, EMDR gibi ve geliştiriliyor da. Ama ne olur önceden önlem alabilse anne babalar, okuldaki öğretmenler, çocuklara olumsuz cümlelerle yaklaşmasalar, korkutmasalar herhangi bir konuda, yapamazsın, edemezsin demeseler.

Günümüzde felsefe, mantık gibi derslerin kaldırıldığı okullarda müfredata konulsa bu teknikleri öğreten dersler. Çok şey mi istiyorum? Bence fizik kimyadan çok daha gerekli “Birey”sel dersler. Çocuklara birey olma fırsatı verilse, kendi kurallarını, değerlerini oluşturmak için Epistemoloji öğretilse fena mı olur, biliyorum bu hiçbir hükümetin işine gelmez ama istiyorum bir gün Dünya o düzeyi yaşasın!

Şimdi gelelim duygusal işletim sistemimizin özgürlüğümüzle ilgisine;

Duygusal kararlarımızı ilk referanslarımız belirlediğine göre duygularımıza yaslanarak özgürlük talep etmek pek de mantıklı görünmüyor bu durumda. Şöyle açayım konuyu: Ben patlıcanı oldum olası (patlıcanın dilime değdiği ilk anda oluşan duygu itibariyle) sevmem ve bunun sebebi kendisiyle küçüklüğümde aramızda oluşan duygusal bir travmaya dayalıdır, hemen abartmayın travma kelimesini yıllarca sürdüğü için kullandım, sadece Rahmetli Annemin o gün ki pişirme şeklinden olsa gerek tadı acı gelmişti bana… Ama duygusal hafızam bana her patlıcan gördüğümde o acı tadı hatırlattığından, özgür duygularım bana patlıcandan uzak durma seçimini yaptırırdı taa ki bilincim patlıcanın günlük nikotin ihtiyacımızı gidermede önemli bir sebze olup, sigaradan uzak durma konusundaki desteğini öğrenip duygusal şemama karşı gelene kadar.

İşte mikro düzeyde bir özgürlükler çatışması. Hangi karar merciinin istediği gerçekleşecek? Duygusal özgürlüğüm patlıcan yeme acı diye bas bas bağırırken, bilincim onun sesini bastırıp patlıcan faydalıdır yiyeceğiz diyebiliyor. Bu en basitinden bir örnekti, zorlaştıralım mı konuyu?

Mevzuya tensel bakalım mesela;

Her insanın bedeni cinsel anlamda bir potansiyelle doğar ve ömrü boyunca bu kredisinden kullanır ve bu kişinin özgürlüğüdür. Yine aynı soru geliyor akla “neye göre ve ne kadar özgür?” Diyelim ki tercihiniz ne olursa olsun biri sizi tahrik etti, içinizde şehvet duygusu uyandı ve üreme içgüdünüz tam kapasite faaliyette, ne yaparsınız? Allah Allah sesleriyle saldıramazsınız değil mi? Duygusal özgürlük böyle durumlarda tıkanır, yani karşı tarafın özgürlüğü söz konusu olduğunda… Bakalım o kişi sizinle cinsel potansiyelinden bir bölümü veya tümünü paylaşmak isteyecek mi? Diyelim ki onun duygu ve güdüleri de aynı yönde… Ya ikinizin de başka eşleri varsa, hatta evliyseniz? Olaya ahlak kuralları katılınca duygu öldü! Bu durumda duygu ve içgüdüler içsel özgürlükler konusunda çok da geçerli referanslar değil belli ki! 

Bir başka örnek daha vereyim; mesela midelerimiz bizlere acıktığı sinyalini verir ama neyi, nasıl yiyeceğimizi belirleyemez! Ne kadar yiyeceğiniz midenizin istiap haddiyle ilgili olsa da neyi, nasıl yiyeceğinize duygusal seçenekleri mantıkla irdeleyen iradeniz karar verir. Bu durumda cinsel potansiyelinizi kiminle değerlendireceğinizi, üreme içgüdünüz ve şehvet duygunuz değil varsa kişisel değerleriniz yoksa toplumsal değerler belirler, yani ahlak kuralları… Burada da bir başka özgürlük konusu ortaya çıkıyor, kimin, hangi toplumun ahlak kurallarına göre.

Ki “ahlak kuralları” nasıl ve nelere göre oluşturuluyorsa o kuralları öğrenip kendi ahlak kurallarınızı oluşturma özgürlüğünüz de var. Bunun  için de Epistemoloji okunmalı, okutulmalı!


Yeri gelmişken bir kez daha bu uğurda hayatını vermiş olan, objektivizm felsefesinin mimarı, değerli filozof Ayn Rand’ın o muhteşem sözlerinden kısa bir bölümü buraya almak istiyorum. Bir soru ve onun cevabı;

“Vaktini kadınların peşinden koşarak ziyan eden bir adamın kendini adam yerine koymadığını, hor gördüğünü söylediniz. Bunu biraz açar mısınız? 

Bu durumdaki bir erkek seks açısından sebep ve sonuç ilişkisini tersine çeviriyor demektir.

Seks insanın kendine olan saygısının ve kendine biçtiği değerin ifadesidir.

Fakat kendini değerli bulmayan bir erkek bu ilişkiyi tersine çevirmeye çalışır.

Kendine olan saygısını cinsel fetihlerin ona kazandırmasını bekler; ki bu imkansızdır.

Kendi değerini onu değerli bulan kadınların sayısından anlayamaz. Buna rağmen bu umutsuz uğraşıda ısrar eder.”

 

Hemcinslerimin ve hatta karşı cinsten bir kısmın da günümüzdeki davranışlarına baktığımda yukarıdaki tarif içimi acıtıyor açıkçası…

Ne kadar zavallı bir konum… Öz saygıyı kazanmak için farkında bile olmadan böyle bir eyleme ihtiyaç duymak! Toplumun iki yüzlülüğü de cabası “erkeğin elinin kiri” yaklaşımı… Aslında neyin üzerini örttüğünü görüyorsunuz değil mi? Tabii ki bu konu kişisel bir özgürlük içeriyor… Ama öz saygı yitirilerek değerlendirilen bir özgürlük… Kendine saygısı almayan biri sevdiğine veya diğer insanlara saygı duyabilir mi? Bu durumda hangisi daha önemli,  öncelikli ve olmazsa olmaz diye bir kere daha soruyorum; saygı mı, özgürlük mü? Gerçi işi bilime dayandırıp, erkekleri “içgüdülerinden dolayı önüne gelen dişiyle çiftleşmeye meyilli bir hayvan” seviyesine indirgeyen ve monogami poligami kavramlarıyla olayı ilmi ve sempatik göstermeye, açıklamaya, kabul görmesini sağlamaya çalışanlar var ama diyorum ya kişisel özgürlüklerinizi içgüdüleriniz ve duygularınız belirliyorsa yandınız! Hatta, aslında neyi nasıl, neden yaşadığının farkında olmayan herkesimden bu tür insanlar etrafta dolaştığı sürece toplumca yandık!!!

 

Düşünelim, gerçekten de “iradeli” olabilir mi insan? Her konuda bu kadar ince eleyip sık dokuyarak karar vermeye ve duygularımızı tamamen göz ardı etmeye başlarsak nasıl biri oluruz? Ki hayat yiyecek seçmekten çok daha zor kararlar vermeyi gerektiriyor.

Mesela, bir insan hakkında düşünmek, onu sorgulamak, yargılamak, sevmek veya sevmemek. Hani derler ya elektriğim tutmadı, aslında o ilk karşılaşmada yaşanan, enerji alışverişinden çok daha fazlasıdır. “Savcı” isimli yazımda masaya yatırdığım gibi, beyin tüm duyu verilerini değerlendirir ve ışık hızıyla kararını verir bu insan iyi, zararsız, akıllı, sevecen, vs… Dilediğinizi düşünmekte özgürsünüzdür o an ve yanılma ihtimaliniz çok yüksektir çünkü karar tamamen duygulara dayalı olur. Ve o ilk referans belirlendiği an oluşan, o kişi hakkındaki olumlu veya olumsuz duygunuzu değiştirmeniz artık güçlü bir irade gerektirmektedir. Kişisel değerleriniz ve duygusal şemalarınız örtüşürse o insanla çabucak kaynaşırsınız.

 

Peki duygular sürekli yanıltır mı insanı? Tabii ki hayır ama duygular insanın hayati fonksiyonlarını sürdürebilmesi için programlanmış, basit, alt bilinç şemaları olduğundan ve insana üst bilinç ve irade denilen armağanlar bahşedildiğinden elimizdeki programlardan yeni olan versiyonu kullanmak bana daha mantıklı geliyor, yanılıyor muyum? Ekranına bakmakta olduğunuz cihazla bağlantılı bir örnek vermek gerekirse, neredeyse her sene kendini yenileyen Windows dururken hangimiz klasikleşmiş DOS kullanıyoruz, ki çok severdim!

 

Söylediklerimden tüm duygular tu kaka anlamı çıkaranlar duygularının esiri olmuştur şu an itibariyle. Tabii ki çok ama çok güzel duygular vardır, mesela benim için, hiçbir zaman tadamayacağım annelik duygusu… Ki bu konuda karşı cinsi aşırı derecede kıskanıyorum bir erkek olarak! Bir varlık yaratmak muhteşem bir duygu olsa gerek!!! Ama ya sonrası; olduktan sonrası kolay mıdır? Bir birey yetiştirirken en zor meseleler gelir özgürlükte tıkanır. Her evde az veya çok özgürlük savaşları yaşanır, yaşanıyor ve yaşanacak.

 

Haydi biraz durup düşünün anne ve babanıza kendinizi bir birey olarak kabul ettirebilmek için ne sıkıntılar çektiğinizi. Evden kaçanlar, içinden geleni yaptığı için küçük veya büyük çaplı şiddete maruz kalanlar, ki anne ve babalar yüksek oranla, bilinçlerini yitirdikleri anda ve yine bir duygu olan öfkeyle gelişen bu uygulamaları sonrası büyük pişmanlık duyarlar ama korkutmak da en kolay çözüm gibi görünür daima onlara, taa ki çocuk bu korkuya rest çekene dek sürer bu trajedi! Veya benim gibi bir gerilim sonrası kapıya yöneldiği an “nereye gidiyorsun?“ denerek durdurulanlar ve daha neler neler, yani bir çeşit poker oynanır evlerde… Hemen her ulusal kanalımızda bir “kadın programı” var(dı) bu hassas konunun sonuçlarını her gün ekrana taşıyan. Yaşken eğilen ağaçları gözler önüne seren…  Çünkü Ergenlik çağı=Özgürlüğün kazanım çağı, tam bir savaş dönemi! Gencin gelecekte kullanacağı kuralları kimin belirleyeceğinin tayin zamanı!

 

Anne ve Baba kendi açısından haklı görünür. Bin bir zorlukla ve onca emek sarf ettiği yavrusunu koruma içgüdüsü ve kaybetme korkusuyla sürekli onun adına kararlar alırlar. Çok az anne baba çocuğuna danışır onu ilgilendiren kararlar için ve özgür bırakır. Bazıları kararı ona bırakıyor “muş” gibi görünürken aslında günlük ve geleceğe dair tüm kararları onun adına almakta ve bunları dayatmaktadır, ki bu doğal olarak bebeklik evresinden başlar. Çocuğun giyeceğinden yiyeceğine her şeyine anne ve babası karar vermiştir ve öyle sürmesi gerekiyormuş gibi hissetmeleri de gayet doğal gelmektedir! Bilinci devreye girene kadar mutlu ama her anlamda mahkumdur çocuk. Benim babam hep, elektronik cihazlara olan düşkünlüğümden olsa gerek, bir otomobil servisi açmamı hayal ederdi, annemse doktor olmamı ama ben ikisi de olmadım.

 

Her çocuk uzun bir süre farkına varmadan sadece anne ve babasını mutlu etmek için yaşar çünkü anne ve baba mutlak doğruların öğrenildiği merkezdir beyinlerimizde. Onlar kusursuzdur taa ki hayata karışıp doğruların değişken olduğunu öğrenene kadar. Çocuk kendi doğrularını geliştirip, mutluluk kaynakları ebeveynlerin çizdiği çerçeveden uzaklaşmaya başladığındaysa çatışma kaçınılmaz hale gelir. Ne zamana kadar? Anne ve Baba çocuğunun seçimlerine güvenmeye, özgürlüğünü olumlu kullandığını görmeye başlayana kadar. Bu her aile için farklı olaylar, ayrı süre ve süreçler içeren bir yolculuktur…

 

Yeri gelmişken geçenlerde bir gazetede röportajını okuduğum Değerli Büyüğüm Çetin Altan’ın sözlerini paylaşmak istiyorum çünkü o kadar güzel ve anlamlılar ki;

“Çocuklara baba olmak onları mahveder. Sen kendin iyiysen çocuk nasıl yanlış olsun? Ben babamla övünüyordum. Onlar benim serseri olacağıma inanırlardı, neden? Çünkü baba olunca belli bir ritüel vardır. Babalar kendi hayatlarındaki eksiklikleri çocuklarında tamamlamaya çalışırlar. Sen kendin iyiysen çocuk nasıl yanlış olsun?

 

Ustamız gerçekten de haklı. Gel gör ki Anne ve Babalık duygusu insanı bilinçli ve mantıklı olmaktan uzak tutabilir en saygın ailelerde bile. Bu sebeple duygularımızın nasıl çalıştığını anlatmak istedim.

 

Peki çocuğunun kararlarını onun adına vermeyi alışkanlık haline getirmiş ebeveynler yavrularına iyilik mi kötülük mü etmektedirler?

O çocuğun büyüdüğündeki halini bir düşünelim. Tüm kararları kendi adına verilmiş, sorumluluk almasına fırsat tanınmamış bir genç, yuva kurduğunda bocalamaz mı? Kişiliğini ortaya koymasına izin verilmemiş olmasından dolayı eşi karşısında zayıf duruma düşmez mi? Kendi yuvasını kurmuş olmasına rağmen sürekli anne ve babasına danışmak zorunda kalmaz mı? Diyelim ki genç aslında danışmak istemiyor ama aile sürekli müdahale ediyor, bu durumda her konuda anne ve babasının gölgesinde kalmak zorunda olan kişi eşiyle neyi, ne kadar yaşayabilir?

Eşi bundan rahatsız olmaz mı? Hele ki iki eş de aynı konumdaysa olay aileler çatışmasına döner ve böyle bir evlilik yürütülemez!


Her genç bir gün mutlaka özgür iradesiyle baş başa kalacak ve bir çok kez bocalayacaktır. Çünkü birlerinin onun adına karar vermesine alışmıştır ve istemese de her defasında bu desteğe ihtiyaç duyar. Kendi kararlarını verip, sonuçlarını deneyimlemek bu yüzden çok önemlidir.  Ne kadar erken olgunlaşacağı alacağı sorumluluklarla doğru orantılıdır. Teorik olarak “iyi ve kötü” öğretilmiş olsa da pratik tecrübe edinmesine izin verilmeyen genç, nasıl yüzeceği anlatılıp sudan uzak tutulmaktadır. Neden mi, boğulabilme ihtimali yüzünden. Bu durumda suya girmek için hayatı boyunca can simidine ihtiyaç duyacaktır, yani destek arayacak ve sürekli birilerine tutunarak yüzmeye çalışacaktır. Bakın doğaya, anne ve baba yavrusunu doğumu sonrası bir süre besler ama ona ilk öğretilen avlanmak ve kendini savunmaktır. Lakin onlar konuşamadıklarından uygulatırlar, yani mutlak öğrenim yolu, deneyim!!! Balık yeme adabından çok onu yakalamayı öğretmek önemlidir ki yavru büyüdüğünde kendi başına avlanıp hayatta kalabilsin!

Anne Babalar çok uzağa değil, kendi anne baba ilişkilerine baksalar çocuklarını biraz olsun anlayacaklar, biliyorum onlar babalarının yanında, değil bacaklarını uzatmak çocuklarını bile sevemezlerdi ama devir her an “Seni Seviyorum” deme, kucaklaşma zamanı artık!

Bu konumdaki birey için cinsiyet ayrımı da yapılamaz ama zaten, yapısal olarak kadının eşine bağımlı olduğu toplumumuzda bir de üzerinde böyle bir baskıyla büyümüş genç kızlarımızdan sağlıklı birer aile kurmaları ve ebeveyn olmaları nasıl beklenir? O da kendi çocuğunu yetiştirirken muhtemelen anne ve babasını taklit edecektir. Erkekler cephesindeyse  aynı durum eşinin yönetiminde, amiyane tabiriyle “kılıbık” karakterler ortaya çıkaracaktır.

Oysa evlilik adı üstünde bir müessedir, iki ortak da denk güçte olmalı ve kim hangi konuda daha donanımlıysa yeri geldiğinde o bir adım öne çıkmalı, dümene geçmelidir Bence ve yalnızca çözemedikleri problemlerde, tıkandıklarında, destek istediklerinde aileler devreye girmelidir.

“Evlilik” de özgürlük ve saygı gerektirir!

Peki konu özgürlük olduğunda tüme mi varmalı tümden mi gelmeli?

Yani toplumsal özgürlükler için mi savaşmalı yoksa çekirdekten, aileden mi başlamalı yanlışlıkları düzeltmeye?

Daha batımızdaki toplumlar bunu aileden başlayarak çözme yolunu seçmişler ve çocukları anne ve babalarına karşı bile korumaya almışlar. Birçok devlet 18 yaşını dolduran genci bir birey kabul ederek hemen sorumlulukları üzerine yükleyip hayata atılma fırsatları sunuyor. Hatta ailesinden ayrılmasına destek oluyor (doğadaki gibi). Peki bu konuda ne kadar Avrupalıyız biz? Avrupa’ya gidip oradan sanatsal akımları, fikirleri sırtlanıp gelmekle Avrupalı veya çağcıl olunmadığı tam da burada kabak gibi ortaya çıkıyor. Hala geri kafalıyız! Ve kısa sürede bu değişecek gibi değil. Kültürel anlamda beslenemeyip gelişemeyen kesimi bir kenara bırakalım, en kültürlü dediğimiz ailelerde bile maalesef yanlış anne ve baba tavırları sonucu boşluk ve hatalar denizinde yüzen gençler yetişiyor. Bugün en mutsuz ve en yanlış uğraşlarda olan gençler maalesef varlıklı ailelerden çıkıyor. Her şeyleri var “görünüyor” ama içlerinde büyük boşluklar var aslında. Ait olma psikolojisi içinde, ve yalnızlık korkusuyla arkadaş gruplarında kalma adına olmayacak şekillere giriyor gençler, hepsi birer prototip, aynı tip kıyafetler, aynı tip kelimeler, aynı tip davranışlar, evde başkaldıramayıp sokakta siyaset maskesi altında özgürlük arayışları…

ÇÖZÜM ÇEKİRDEKTE!!!


Sevgili Aziz Nesin Usta ne diye “aptal” demişti bu milletin çoğunluğuna? E aile sistemlerimizden doğuyor çobana olan ihtiyacımız ve güdülen kişi olmaktan kurtulamayışımız. Şimdilerde moda olan (keşke bütün moda akımları bu kadar faydalı olsa!) ve birçok arkadaşımın kendilerine bahsettiğimde halen “o da ne?” diye şaşırarak sorduğu NLP ve benzeri, kişisel gelişim metotları bu sebeple hızla her şehre, her kesime, her insana ulaştırılmalı. Düşünce sistemlerimiz tedavi edilmeli! Doktorundan öğretmenine, devlet memurundan sosyetiğine, çöpçüsünden aydınına, halktan meclise hep birlikte uyanmalıyız artık! Vatandaş olmak evdeki ergen olmak anlamına gelmemeli! Devlet baba buyurur vatandaş yapar mantığıyla hareket ettiğimiz sürece özgürlüğün esamesi okunamayacak ülkemizde.

Türkiye, yavru vatan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için CAN vermiştir. Üzerindeki hakkı tartışılamaz ama bu onların kanunlarını oluşturma ve uygulama özgürlüklerine saygısızlık edebileceğimiz, sürekli müdahale edebileceğimiz anlamına gelmez! İhtiyaç duyup yardım istediklerinde ve haklı oldukları her konuda yanlarında olur yine canımızı veririz değil mi? Ana olmak bunu gerektirir! Ola ki yapma dediğinizi yaptığında canı yanmışsa yavrunuzun “ben söylemiştim” demek de değildir, şefkatle kucaklamaktır yeniden.

Her birimiz yetmiş yaşımıza da gelsek devlet babamızdan azar işitme korkusunu taşıyacağız.

Çünkü duygusal şemalarımızda Devlet=Baba / Ana=Yasa yani ikisi de otorite, e gel de karşı dur bakalım…

Oysa ki ne devlet,

Ne anne baba,

Ne de “Tanrı” korkulacak kavramlar değildir!

Dini özgürlüklere girmeyeceğim çünkü çıkışı yine aynı noktaya dayanıyor, yani konu hakkındaki duygusal şemalarımıza.


İşte tam burada kuzen kavrama bir göz atma zamanı geliyor, SAYGI!

Bir daha hatırlayalım mı Türk Dil Kurumu’muzun tanımını:

1 – Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram.

2 – Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu.

Saygı devreye girdiğinde ne olur? Bilinçli bir özgürlük ötekine saygı göstermesi gerektiğini öğrenir! Bu durumda benim sevme özgürlüğüm karşımdaki kişinin sevmeme özgürlüğüne saygı göstermek zorundadır. Sevgili Nazım Hikmet’e öykünerek; elma’yı seviyoruz diye elma bizi sevmek zorunda mıdır? Yani benim sevdiğimi annemin sevmeme özgürlüğü vardır ama sevgime saygı duymalıdır!

Aaah ahh rahmetliye gökten ay’ı indirsem beğenmezdi zaten… ama yaşasaydı…

 

Özelikle de ikili ilişkilerde çok hassas ve önemli bir unsurdur saygı. Bence sevgiden bile önceliklidir… Konunun derinine dalmadan önce sevmekle aşık olmayı aynı kefede tartmamak gerektiğini ifade edeyim çünkü aşk tamamen duygusal olduğundan yine çok güvenilir değildir ama sevgi zamanla oluşur, emek ister, güven gerektirir. Aşık olduğunuz kişinin iyi ve kötü yönlerini göz ardı edebilir beyniniz çünkü salgıladığı hormonlara ve amaca odaklanmıştır. Mümkün olduğunca uzun süre dopamin, seratonin, endorfin üretmek ve biran önce “doğru eş” olarak gördüğü kişiyle yeniden “kendinizi üretmek” istersiniz. Oysa Dünya’ya gelecek olan yavrunuz “Siz” değil “Kendi olmak” için var olur!

Aşkın baş döndürücülüğünden kurtulabilirseniz, sevdiğiniz kişinin iyi ve kötü yanlarını bilir, görürsünüz ve sevmeyi veya sevmemeyi seçersiniz! Çünkü sevgi kişisel değerlerin karşılıklı iletişimi sonrası oluşur. Bu yüzden birini sevebilmek için önce insanın kendini sevmesi ve sevilebilecek birini özgürce yaratması gerekir. Bunu başarmakla da bitmez, sevdiğiniz kişinin seçimlerine, değerlerine saygı göstermek gereklidir. Sizin için önemli ve değerli olmayan herhangi bir şey sevdiğiniz için çok önemli olabilir. İşte bu özgürlükler çatışmasını saygı durdurur.

Ne zor değil mi insan olmak? Ama hep söylediğim gibi, insan olarak doğmadık, insan olmak için doğduk! Yolun neresinde olursanız olun en büyük özgürlüğünüz kendiniz olmak ama diğer her bir bireyin aynı özgürlüğüne saygı göstererek! Özellikle de aileniz içinde!!!


Şimdi deseniz ki ahkam kesmek kolay, sen bunları ne kadar uygulayabiliyorsun imamlığa soyunmuş SEVEN efendi? Nereden çıktı bu yazı sanıyorsunuz? Terzi söküğünü dikmeye çalışıyor… Sevdiğimi kırdım “özgürlük” adına ve onun bunu düşünmemi istemesi üzerine döktüm içimi, hepinizle dertleştim bir nev’i, ve huzurunda özür diliyorum Sim Alem’dan !

Bir kez daha gösterdi olgunluğunu ! Anladım ki yine HAKLI !!! Ve iyi ki VAR !

Teşekkürler Anne, bir kez daha. Anneler günün kutlu olsun Tombişim ve tüm Annelerin…

Unutmadan!

Her konuda istediğiniz kadar özgür olun, hatta Dünya sizin olsun ve bir dediğiniz iki edilmesin, lakin yine yetmez!

Yanınızda, hiç maskeniz olmadan içinizi paylaşabileceğiniz, sevdiğiniz, sizi sadece ve sadece kendiniz olduğunuz için SEVEN o kişi yoksa,   sahip olduklarınızın hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Boşuna yaşıyorsunuz demektir;

Çünkü aşk, cennet de dahil her yere yanınızda götürebileceğiniz tek şeydir!!!

 

Not: MOKAVO’nun ne olduğunu merak edenleriniz için söyleyeyim, sadece benim uydurduğum bir kelime…