Ortaokul veya lise döneminde neredeyse her öğrencinin gittiği yerlerdir gençlik kampları. Bazıları gayet modern tesislerde eskrim, okçuluk falan öğretirken bazıları da “Kampımız doğa ile iç içe,” diyerek çok müşteri toplayacaklarını sanırlar. Hâlbuki bu sözün açılımı “Tuvalet ve sıcak su yok!” demektir.
Ben ve “hala taso oynayan” (zamanında büyük hakaretti!) bir grup arkadaşım 6. sınıfın sonunda bir kampa gitmek üzere otobüsteyiz.
Taso bir yaşam biçimiydi o günlerde. Kızlar tasolarını sevdikleri çocuklara verirler (Osmanlı’daki ‘yere mendil düşürme’ hareketinin moderni); erkekler ise “Ben 10 tane koyuyorum,” gibi cüretkâr laflar ederlerdi. Hatta tek taso ile başlayıp bir “taso imparatorluğu” kurma hikâyeleri gırla gidiyordu. Benim ise hiçbir zaman tasolarla aram iyi olmadı. Kaybedecek bir şeyim yokken bile risk almaktan çekinirdim. Tabi ki bir de cips sevmemem var nedenlerin içinde.
Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden (biraz sonra okuyacağınız yazı vesilesiyle ülkemizin en saygın üniversitelerinden birini Edirne’den Kars’a (!), 70 milyona (!) rezil etmemek için isim vermiyorum.) birinin kampına ‘kabul edilmişiz’. Evet! Kabul edilmişiz! Hem de birlikte gittiğimiz arkadaşlarımdan birinin o üniversiteden mezun babasının torpili sayesinde. Öyle böyle değil…
Annelerimizin “Belki zamanın olur da şöyle bir göz gezdirirsin,” diye çantalarımıza sokuşturduğu matematik kitaplarıyla birlikte otobüs yolculuğumuza başladık. Kampa vardığımızda ise ağzımız açık etrafımıza bakıyoruz. Büyük bir okulda okumamıza rağmen üniversitenin büyüklüğü akıl almaz geliyor bize. Üniversite de o yaşta ‘okul’ kapsamına girdiği için hep büyük bir bina ve üniformalı öğrenciler bekliyoruz. Karşımızda bulunduğu şehrin yarısını kaplayan koca üniversiteyi görünce şaşırıyoruz haliyle.
Kalacağımız yer de gerçekten hoş. Bize bir yatakhane ayarlamışlar. 4 kişilik odalarda kalıyoruz. Odalar temiz, düzenli. Tabi ki bazı eksiklikleri de var. Mesela sadece her koridorun sonunda bir tane tuvalet ve üç tane duş var. Benim gibi gimnotofobisi yani çıplaklık fobisi olan biri için havluya sarınmış bir şekilde tüm koridoru aşmak zor tabi ama bu diğer uygulamaların yanında hiçbir şey.
Adana grubu olarak erken geldiğimiz için odalarımıza çıkıp dinlenmemizi söylediler. Ezelden beri gezilerde yorulmayan ben tabi ki yorulmamışım, etrafı izliyorum. Birbirimize “Bu kamp hep böyle sıkıcı mı olacak?” diye sorarken toplantıya çağrılıyoruz.
Kampa ‘kabul edilen’ toplasan 60 kişi falan var. Herkes yüzünde garip bir ifade ile geziyor. Kampa ‘kabul edilmenin’ haklı gururu mu desem? En sonunda kendimizi tanıtıp toplantıya başlıyoruz. Kamp boyunca başımızda duracak üniversite öğrencilerinin konuşması içerik bakımından çok zengin. “ ‘Para verdik her istediğimizi yaparız’ diyemezsiniz”den, “Siz seçilmiş kişilersiniz”e kadar geniş bir yelpazede ilerliyor konuşma. Biz bu sözler karşısında bir şişinip bir somurturken biraz şaşı bir ‘belletmen’ (kendilerine böyle diyorlar) ölümcül darbeyi vuruyor: Kamp boyunca kola veya çeşidi içecekler içilmesi yasak! Öğrencilerde bir sessizlik baş gösteriyor ama tabi ki bu dumur hali çok sürmüyor. Yeni tanışmış olmamıza rağmen ‘tek yürek, tek bilek’ bahaneler üretmeye başlıyoruz. “Liste yapsak da herkes günde bir kere içebilse hem çok içmemiş oluruz hem de öyle işte, ha?” gibi öneriler duyuluyor. Benim ise umurumda değil.
İnsanların, özellikle çocukların, bana uzaylıymışım gibi bakmalarına sebep olan özelliklerimden biri de kolayı nedense sevmemem. Herhalde ailemin zamanında beni uyarırken ‘uzun cümleler’ kurmasından kaynaklanıyor. Hiç ‘cıs’, ‘kaka’ gibi laflar duymadan ‘Bak kola içersen midendeki şu dokuya zarar verir ayrıca time dergisi bu ay şöyle yazıyor…’ ile büyüdüğüm için böyle oldum işte.
Biz “Bundan kötüsü olabilir mi?” diye düşünürken böyle dendiğinde hep daha kötüsünün başa geldiğini hesaba katmamışız.
Beni ‘hakları olan’ kolayı almak için çırpınan insanlara bakıp gülme evresinden, ‘sisteme karşı baş kaldıran’ öğrencilerin önünde flama taşıma evresine getiren şey ise şu cümle: “Bu arada dondurma, çikolata vb. (gofret, bisküvi gibi hayatımın kroner damarlarını nasıl ‘vb.’ kalıbına sığdırabilir?) gıdalar da yasak.”
Neden ben de bilmiyorum ama ailemin ‘uzun cümle emir-komuta zincirinde’ çikolata gibi kakao içeren gıdalar konusunda bir aksaklık olmuş. Koladan nefret eden çocuk çikolata için ruhunu satacak hale gelmiş.
Cep telefonlarının yasak oluşu ve iletişimi sadece kartlı telefonlardan sağlayacak olmamıza karşı çıkacak mecalimiz kalmamış halde odalarımıza dağıtılıyoruz.
Bitti mi sanıyorsunuz? Hayır! ‘Nazi Subayı’ ilan ettiğimiz belletmenler tarafından darbe üstüne darbe yiyoruz. Biz gözümüze ilişen jetonlu bir makinenin arkasından ‘nanik’ yapan abur cuburlara sulanırken odalarımıza önümüzdeki 20 günün programı asılmış. Gözlerimiz bu nazi kampını biraz olsun eğlenceli hale getirebilecek tek şeyi arıyor: havuz. Fakat bulamıyor! Koskoca 20 günde sadece 12 gün falan sonra bir saatlik bir havuza girme zamanı konulmuş. O da kamp broşürlerine havuzumuz var demek için herhalde.
İşkence bitmiyor… O koca üniversitede en yakın yemekhane ‘belletmen’lerin deyimiyle ‘birazcık’ uzakta olduğu için günde üç öğün güneşin altında on kilometre yürüyoruz. Yemekler de o yürüyüşe iyi bir şey olsa bari. Benim kayısımdan çıkan kurdu ‘subay’lardan birinin önüne atarak şikayet ettiğimde aldığım cevap ise biz yiyeceğin özgeçmişinin araştırılıp yendiği evlerde büyümüş öğrenciler için şok edici: “Ne güzel işte fazladan protein.”
Her odada bulunan hoparlörler ile sabah 8 ‘sularında’ kaldırılıyoruz. Kalkış emri ise şu:
“Uykucu böööcek! Uykucu böööcek! Uyan! Uyan!”
Hakkını da vermek lazım bu saydıklarım dışında çok eğlendik. Diğer kamplarda olduğu gibi futbol, basketbol, voleybol oynandığı spor saatinde (ki ben bu zamanlarda bir kenarda Carmina Burana dinleyip kitap okurdum.) benim gibi ‘sıradan’ sporları yapmayan öğrencilere tenis, eskrim, okçuluk gibi olanaklar da sunuldu.
Üniversite olduğu için entelektüel faaliyetler gırla gidiyor tabi. Zamanımız kısa olduğu için her gün dolu dolu geçiyor. Origami, kağıtları hamur yapıp onlara şekil verme, satranç, tango, eskrim, okçuluk, müze gezmeleri, film gösterimleri, güncel konularda yapılan tartışmalar, geri dönüşüm konusunda seminerler, Japonca bilen bir öğrencinin düzenlediği bir saatlik Japonca dersi… Hatta Japon kültürüne o kadar kaptırdık ki go kulübünden öğrenciler bize go öğretmeye başladı. Bize go oynatan üniversite öğrencisi gaza gelip beş kişiyle aynı anda oynamaya başlayınca zorlandı tabi. Oyunu yeni öğrenen iki kişiye (ben ve bir Adanalı kız arkadaşım) yenilince ders bitti.
Havuz saatimize 1 saat kala bacağını yaralayan bendenize “Bak suya dayanıklı pansuman yapıyorum ama bugün biraz az havuzda kal,” diyen hemşirenin aksine ilk giren ve tabi ki en son çıkan olma şerefini de elimde tutuyorum.
İlk senaristlik deneyimim de bu kampta gerçekleşti. %90’ını benim yazdığım içinde Charlie’nin melekleri, bir piskopos, kutsanmış bir şahsiyet gibi Hollywood’un kilometre taşlarını barındıran oyunum büyük sükse yapmasa da gayet ilginçti.
Bu aktivitelerden sonra kamp ikiye bölündü. Birinci grup benim de içinde olduğum ‘sonuna kadar entelektüel spor’cular, diğeri ise ‘biraz havuz, biraz futbol… Bu arada unutmadan kola da istiyoruz’cular. Sırtımızı sıvazlayan ‘belletmen’lerin de yardımıyla birinci grup galip geldi.
“Doğa isteriz!” diyenlere “Alın size doğa!” demek için düzenlenen çadırda kalma girişimde (Çadırı kurmak için bile 2 gün önceden ders vermeye başladılar. Üniversite ya!) yağmur yağınca çadırları kapalı basketbol salonuna kurmak zorunda kaldık. Benim gibi ‘doğayı koruyalım ama çok fazla yüz göz olmayalım’ tarzında insanlar bu işe çok sevinirken, “Doğa isteriz” grubunun neferlerinden biri de diş macununu unutunca diğer anarşist doğaseverlere ders olsun diye ayağından potaya asıldı. En son çocukla konuştuğumda diş hekimliği fakültesini kazanmıştı.
Biz başımıza geleceklerden habersiz kâh eğlenip kâh üzülürken meğer kader ağlarını örüyormuş da haberimiz yokmuş.
Kampın sonlarına gelinirken programda dikkatimizi bir şey çekti: Fosforlu kalemle yazılmış ‘Kemal Terapi’ yazısı. Öğrenci hayal gücü boş durur mu? Tabi ki hemen dedikodular üretildi: “Kemal psikoloji fakültesinin dekanı canım” gibi… (Halbuki üniversite bir teknik üniversite. Yani psikoloji fakültesi falan yok!)
En sonunda hoparlörden anlam veremediğimiz bir duyuru yapıldı: “Pantolon ve uzun kollu t-shirt giyin (mevsim Temmuz!), sırt çantalarınıza bir havlu, su ve ıssız adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şeyi koyup bir saat içinde aşağıda olun.” Emri hazır olda dinleyen arkadaşlarım birbirlerine soru dolu bakışlar atarken ben “Biz neler gördük neler… Bu ne olabilir ki?” edasıyla emri yerine getiriyordum.
Yüzümüzde her şeye hazır bakışlar ile yürüyerek uzun bir yol kat ettik. Etraf gittikçe ıssızlaşıyor. Çantadaki eşyalar ve yürüdüğümüz yolun psikoloji fakültesi girişi ile uzaktan yakından bir alakası olmamasına dayanarak beynim kulübede yaşayan Kemal isimli ‘yaşlı bir bilge’ canlandırma hakkını kendinde bulmuş. Tam ‘bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete’ durumu. Grupta sızlanmaların hat safhaya ulaştığı sıralarda “Evet! Burada duruyoruz,” dendi.
Orada gerçeği öğrendik. ‘Kemal Terapi’ bizim düşündüğümüz gibi bir terapi ile alakası yokmuş. O yürüyüşten sonra o koltuğa uzanıp annem hakkında dedikodu yapmak iyi olurdu ama… Biz aslında televizyonlarda izlediğimiz (ve benim gayet anlamsız bulduğum) ‘Camel Trophy’ adlı yarışmanın Türkiye versiyonunun ortasına düşmüşüz. Hani şu insanların kazanmak için ‘takım ruhu’ gibi bir şeye ihtiyaç duyduğu, akılları sıra doğaya karşı koydukları yarışma… Bir yerden bir yere servis, araba, dolmuş ile giden; Burger King’inde kola bardağını birkaç santimetre daha fazla kaldırmaya üşenip kolasını pipetle içen bir grup şehir çocuğuna ne doğa sporu yahu?! Meğer üniversitede öğrenciler böyle eğleniyorlarmış.
“Gelin biz dönelim akşama kadar go oynayalım,” gibi teşviklerimize kulak asmayan ‘belletmen’ler beni irice bir kız, uzun boylu bir çocuk ve iki gün önce çantasının dibindeki son parça bisküvisini bana vererek takdirimi kazanmış başka bir çocuk ile aynı gruba koydular.
Gruplandırma bittiğinde halka olup ‘Kemal Terapi’ birincilik madalyasını almak için ne yapmamız gerektiğini anlatıyorlar:
“15 grup 10’ar dakika aralarla bu patikadan gitmeye başlayacak (ağaçlar arasında oyuk gibi bir yeri gösteriyor bu sırada). Bu kağıtlara (Bu işlere hiç karışmayacağını düşündüğüm, sabahları “N’olur 5 dakika daha uyusam?” diye yalvardığımda “Tamam ama sadece 5 dakika,” cevabını vermiş olan melek görünümlü neonazi ‘belletmen’ boş kağıtlar dağıtıyor. Ben tabi ki “Sen de mi Brütüs?” bakışlarımı kızdan esirgemiyorum) size yol göstermesi için koyduğumuz okların (Toprağa dal parçasıyla bir ok çiziyor, okun ne olduğunu bilmiyormuş gibi) sayısını not edeceksiniz. Eğer böyle bir işaret görürseniz (diyerek yere bir zarf çiziyor) bu işaretin yakınlarında bir not var demektir. Bu notu okuyup içindeki soruların cevaplarını kağıda not ettikten sonra zarfı yerine koyacaksınız. Sorular şu ana kadar gördüğünüz eğitimden (duyan da silahı 10 saniyede söküp takma, kızılötesi dürbün kullanma eğitimi aldık sanacak) ne kadar yararlandığınızı ve genel kültürünüzü ölçüyor.”
Kendimi casus filminde gibi hissediyorum. Tek fark ise “Görevin…” dendikten sonra “tabi eğer kabul edersen,” denmeyişi.
Sondan bir önceki grup olarak yarışa başlıyoruz.
İlk girdiğimizde gerçekten devrilmiş ağaçlar, çalılar falan var ama birkaç dakika sonra patikaya çıkıyoruz. Rahatlayacak diye düşünüyoruz ama bundan sonrası daha zor. Bir yandan koş, bir yandan okları kâğıda işle.
Zarfları bulduğumuzda ise ruhumu bir hırstır kaplıyor. Herhalde gruba en yararlı olabileceğim alan o olduğu için. Çünkü derslerde herkes gülüp oynarken not tutan bir tek ben vardım. Sorular ise beni hayal kırıklığına uğratacak kadar kolay. (Mesela “Bir çiçek kopar ve ‘I smile’ liderine ver!” gibi. Tabi ki burada adı geçen ‘I smile’ lideri bizim şaşı belletmen Gülem Abla.)
Yol üzerinde birkaç yere serpiştirilmiş ‘belletmen’ler şınav çektirip, “Ku Vak Vak Vak Vak! Kuyruğun nerede?” dansı yaptırıyorlar. Bize bir ömür gelen 45 dakikanın sonunda son lidere vardığımızda emir kesin ve net:
“Kağıdınızı temize çekip grubunuza bir ad bulun.”
Biz bilmecelerin cevaplarını ve ok sayısını ışık hızıyla not ettiğimiz kağıdı verip “Ee? Nereye gidiyoruz?” diye sorduk tabi o gazla. Meğer yarışma bitmiş. Ben bekliyorum ki bu yarış bir gün sürecek. Biz fakültelerde şifreler toplayıp germen diline çevireceğiz, sonra dönüp sanat tarihinden sorular soracaklar…
Bendeniz o kamptan ‘Kemal Terapi birincilik ödülü’, ‘geri dönüşüm için en çok atık biriktiren kişi’ ödülü, ‘en temiz oda sahibi’ ödülü, ‘en çok ödül alan kişi ödülü’ ile döndüm.
Beni ve beni tanıyanları en çok güldüren ise büyük bir ihtimalle “Niye çadırda kalıyoruz ki?” diyerek ‘şehirli çocuk’ ‘takılmama’ rağmen 28 çeşit düğümün hepsini atabildiğim için bana verdikleri ‘en iyi izci’ ödülü oldu.
Bunlardan hiçbiri dönüş otobüsünün ilk durak yerinden aldığım dondurmalar kadar sevindirmedi beni. Elimde tek ısırıkta yarısı yenmiş dondurmam ile çekilmiş fotoğraflarım hala durur.
Bir gün inanın ‘Discovery Channel’ın ‘Yaşayan Tarih’ programında 74 yaşındaki halim ekranın altında ‘CAGRİ ULUKAN – SURVİVOR’ yazısı ile ağlamaklı halde bugünleri anlatacak.