Yalanın, yıldızın falan kuyruklusu olur ama “Kurabiyenin kuyruklusu da nerden çıktı?” demeyin. Benden çıktı!Ben kendi lisanımda KEDİ’lere kuyruklu kurabiyeler veya Allah’ın bibloları diyorum. Çünkü onları kendimi bildim bileli çıldırtıcı derecede güzel buluyorum.

 

Çocukluğum kedimiz Kısmet’le sarmaş dolaş öğle uykuları uyuyarak geçti. Annem bize bin kere söyleyip yaptırtamadığını ona bir defada yaptırır. Keza defalarca seslenişine ablam ve ben yanıt vermezken; balkondan ta uzaktaki Kısmet’e seslendiğinde yıldırım hızıyla hemen eve gelirdi. Bu yüzdende haklı olarak bizi azarlardı. “O taaa nerelerden koşturup geliyorda siz yan odadan gelemiyorsunuz!” diye.

 

Ben ‘Yaradılanı sev Yaradandan ötürü’ diyenlerdenim. Dolayısıyla bütün mahlûkatı sevmeye iyi ve güzel taraflarını görmeye çalışıyorum -gerçi böceklerde hayli zorlanıyorum doğrusu!-

 

Günümüzde apartman dairesinde köpek besleyen bir sürü insan var ancak günde mutlaka en az iki kere dışarı çıkartılması gerekiyor ki bu yapılmazsa hayvana haksızlık öbür türlü de bakan için hayli zahmetli oluyor. Bu noktada kedilerle köpekler arasındaki tuvalet terbiyesi konusundaki ciddi farklılığa değinmeden geçemiyeceğim. Sevin veya sevmeyin ama çoğunuzun dikkatinizi çekmiştir, herhangi bir sokak kedisi dahi toprağı iyice eşelemeden tuvaletini yapmaz. Ve daha sonra da itinayla üstünü örter hatta dönüp tekrar tekrar kontrol eder iyice kapatıp kapatmadığını. Ya köpekler; kaldırım, yol ortası, kapı girişi hiç fark etmez. Neresi denk gelirse dışkılarını yapıp yürüyüp giderler…

 

Bu hususta bilhassa sahiplerin duyarlı olmaları gerekiyor. Gezdirmeye çıkardıklarında yanlarına bir-iki poşet alırlarsa hayvan o eylemi yaptığında anında müdahale edebilirler. Bu yüzden birçok belediyenin hayvan sahiplerine yönelik sokaklara koyduğu “Kediniz/Köpeğiniz sizin için, çevre ise hepimiz için önemlidir. Lütfen çevremizi temiz tutalım” yazılı tabelâları son derece olumlu karşılıyorum.

 

Aslında apartman hayatında köpek olacak iş değil. Küçük olanlar olur olmaz havlıyor, evdekiler bırakıp giderse durmaksızın ağlıyor ve haklı olarak kapris yapıyor. Bu durumun komşulara oldukça gürültülü bir yansıması var ve dolayısıyla rahatsızlık veriyor. Ben iri, kocaman köpekleri seviyorum. Onlarda müstakil evlere yakışıyor. Öbür türlüsü, gerçekten bu sevimli mahlûklara eziyet.

 

Neyse bütün hayvan severlere saygı duyuyor ve ‘Tanıdıkça insanları, daha çok sevdim hayvanları’ sözüne -herkesi kapsamamakla beraber- katılıyorum. Yalnız ne olursa olsun yine de insanlara sırt çevirip maddi manevi varını yoğunu hayvanlara vakfedenleri anlamaktada zorlanıyorum…

 

Çocukluk dönemim şehirde ama -apartman bize ait olduğundan ve dedem hayli büyük olan bahçeye ablamla ben oynayalım diye birde tahta oyun evi yaptırdığından- canımız ne çekerse küçük büyük değişik hayvanlar edinip onlarla doya doya haşır neşir olarak geçti.

 

Şükürler olsun. Bize büyüklerimiz paranoyak uyarılarda bulunup “Elleme ısırır! Yaklaşma teper! Dokunma tırmalar!” falan demediklerinden hayvanlarla aramızda bizde kötü iz bırakacak hiç bir şey de geçmedi. Zaten yurtdışındaki arkadaşlarım çocuklarını üste para verip çiftliklere gönderiyorlar. Sırf hayvanlarla haşır neşir olsunlar ve hayvan sevgisi geliştirsinler diye. Olması gerekende bu bence.

 

Neyse yoğun iş hayatı dönemim; -yanısıra kurslar vs.- evi otelden beter kullanarak geçtiğinden ve üstüne bir de annemle babamın boşanması sonucu maddi ve manevi koşullar tamamen değiştiğinden; çocukluk dönemimden her bakımdan çok farklıydı.

 

Bilhassa kedilere hep içim gitti, ama annemin evde profesyonel manâda dikiş dikmeye başlaması bir kedi edinmeyi hepten imkânsız kıldı. Sevenler bilir kedinin yanında örgü, dantel falan gibi yumaklı işler asla yapılmaz! Siz ördükçe, o yumak veya kuka kıpırdatıkça kedicik durumdan vazife çıkartır. Önce av için pusuya yatmış tilki gibi pür dikkat bütün vücudunu ve dahi çenesini yere yapıştırıp heyecandan büyümüş göz bebekleri ve kabarmış kuyruğuyla atlamak için uygun anı bekler. Veee sonra hamle!.. Sıkıysa kurtarın yumağınızı-kukanızı…

 

Annem ünlü bir kumaş firmasının (Aykut Hamzagil) ev dekorasyonu dikişlerini 7-8 dükkân zinciri oluşana kadar evden idare etti. Öyle devasa yatak ve masa örtüleri dikiliyordu ki; bazen salondaki eşyalar kenara çekilip çoğunluk iki taraflı kullanılabilecek ve patch-work yöntemiyle yapılan bu örtüler yere yayılıp o şekilde elyaflanıyordu. Ev evlikten çıkmış dikiş atölyesi haline gelmişti. Bu durumda kedinin adını bile anmak mümkün değildi.

 

1988 senesinde çok sevdiğim acısı hiç dinmeyecek arkadaşım Güneş Gürol Schneider Fransa’da geçirdiği trafik kazası sonucu vefat etti. Bir yıl hüngür hüngür ağladım ardından.

 

1997’de ise Ekim ayında Alanya’da tatildeyiz. İçimde tarifsiz bir sıkıntı. Sanki bir el yüreğimi avucuna almış sıkıyor. Herkes tatilin keyfini çıkarıyor. Bana “Hadi gel denize, havuza girelim” diyor. Ben “Yok, canım istemiyor” diyorum. Bir kenarda öyle puhu kuşu gibi içimdeki tarifsiz sıkıntıyla sümsük sümsük oturuyorum. Normalde bağlasalar durmam, ama üstümde bir garip hal var. Bir yığın arkadaşımın içinde aklım 8 aylık hamile arkadaşım Mine’de. “Acaba hamileliği nasıl gidiyor?” diyorum kendi kendime…

 

Sonra o vaziyette orada daha fazla durmanın bir anlamı olmadığına karar verip İstanbul’a döndüm. Döndükten bir iki saat sonra Mine’ciğimin ölümünün ve öğle namazında Teşvikiye camiinden kaldırılacağının haberini aldım. Güya İngiltere’de tedavi görüp doktorlar “Hamile kalabilirsin” dediği için anne olmaya karar veren arkadaşım, bu arzusu yüzünden canından olmuştu. Her iki can arkadaşım Güneş ve Mine, son derece mutlu evlilikleri olan tek arzuları eşlerine bir evlat vermek olduğundan anneliğin hasretini çeken iki eşi bulunmaz dosttu…

 

Güneş’in acısı daha küllenmemişken üstüne Mine’ninki eklendi ve ben derin bir depresyona girdim. Artık ayrı yaşadığım evimde, saatlerce bir koltuğa oturup gözlerimi bir noktaya dikip öylece kalıyorum. İçimden hiç bir şey yapmak gelmiyor. O hayat ve neşe dolu bir söyleyip bin gülen ben, dut yemiş bülbüle döndüm. Bu çekilmez vaziyet sürüp giderken ablam bir gün “Sen en iyisi bir kedi al!” dedi. Fikir çok iyiydi de nerden bulacaktım? Ne kedisi alacaktım?..

 

Tam o sıralar kuzinimizin bir arkadaşının Ankara kedisi doğurmuş. 3 tane yavru olmuş. Sahibesi “Ancak çok iyi bakacak birisine, yavruların birini veririm” demiş. Kedi edinme lâfı beni içinde bulunduğum ruh halinden biraz olsun sıyırdı…

 

Kadıncağıza telefon ettim. Bana bir yığın koşul sıraladı. Şunu alın, bunu alın. Şöyle yapın, böyle yapın diye. Ben ne derse “Peki, tamam, olur” diyorum. Ama anlıyorum ki çocukluğumdan bugüne kedilerin hayatına da bir yığın teferruat girmiş. Tüketim çılgınlığından onlarda nasibini almış!..

 

Kalkıp çok büyük bir alışveriş merkezine gidiyoruz. Elimizdeki listede ne yazıyorsa tek tek -mama ve su kapları, seyahat sepeti, keyif sepeti, tırnak jimnastik aleti, tüy tarama ve etraftaki tüyleri temizleme fırçası, pire tasması, kedi otu vs.vs.- alıyoruz. Bu arada kadıncağızın şartlarından biride Amerikan markalı bir mama. İllâ ki “Bunu yiyecek!” diyor. Çaresiz ona da “Peki” diyorum Amerika’ya uyuz olmama rağmen!..

 

Aldıklarımızla yatak odamın önündeki kapalı balkona kediciğimin odasını hazırladım.

 

Kuzinimle birlikte kararlaştırdığımız bir günde -elimde hediyemle- süt emme dönemi henüz bitmiş 3 aylık yavruyu almaya gidiyoruz. Çok garip annesi Ankara, babası Van kedisi olan bu melez dişi yavru kendiliğinden gelip açık kapıdan sepete giriyor. Ama Aynur Hanım nasıl ağlıyor arkamızdan. İki gözü iki çeşme… Kendisine “Müsterih olun. Ona çok iyi bakacağım, söz veriyorum. Hem arada kuzinim var. Ne zaman isterseniz çekinmeden gelin görün torununuzu” diyorum. Kadıncağızı salya sümük bırakıp eve geliyoruz.

 

Yavruma, canım anneanneciğimin hayattayken ‘sevgili’ sözcüğü yerine “minnoş” demesinden ve bilinen bir kedi ismi olmasından dolayı ‘Minnoş’ adını veriyorum…

 

O güne kadar hep kedilerle haşır neşir olmuşum ama ilk defa bir cins ve dişi kedim oluyor…

 

Minnoş eve gelir gelmez sepetten çıkıp bir koltuğun altına gitti saklandı. Saatler boyunca da bütün uğraşlarıma rağmen oradan çıkmadı. Ne vakit kuzinim gitti ben yorgun vaziyette bir koltuğa oturup ayaklarımı pufun üstüne koydum; saklandığı yerden çıktı kararlı adımlarla bana geldi üstüme tırmandı -donmuş vaziyette izliyorum- patisiyle yüzümü okşadı ve yüzünü yüzüme sürdü. Sonrada kucağıma kıvrılıp oturdu. Bundan daha güzel nasıl ‘Merhaba’ denir? Ve nasıl teslimiyet bildirilir. Minnoş beni daha ilk günden bu tavrıyla fethetti. O benim canım ve bir tanecik yavrumdu artık…

 

Biz meğerse kedili hayatı ne kadar özlemişiz!.. Annemle ablam Minnoş’tan sonra bana hiç gelmedikleri sıklıkta gelip gitmeye başladılar. Ama aynen şu şekilde; kapı çalıyor açıyorum benim yüzüme bakan veya bir “Merhaba” dahi diyen yok. Hemen “Minnoş nerde? Ne yapıyor?” deyip doğruca “Minnoş bak teyzen geldi!” “Anneannen geldi!” diye onun odası haline getirdiğim kapalı balkona yöneliyorlar. Ailecek delirdik anlayacağınız!

 

Kedi sudan nefret eder normalde. Ama bizim Minnoş Hanım kaç kere yıkanacağım zaman benden evvel küvete girip benle yıkandı. En büyük zevklerinden biri ise lavaboya çıkıp suyla oynamak ve akan taze sudan içmekti.

 

Zaman içinde evde adeta kumandayı ele geçirdi. Ben güçlü şahsiyetleri sevdiğim ve hükmetmekten ve de hükmedilmekten rahatsız olduğum için Minnoş’la aramızda kişilik çatışmaları bile başladı. Boşuna cins kedi dememişler! Ne kadar dirensem de başta, o ne isterse neticede bana mutlaka yaptırıyordu.

 

Arkadaşlarıma şaka yollu “Yakında Nişantaşı’nda Minnoş’u bana tasma takmış vaziyette gezdirirken görürseniz sakın şaşırmayın!” falan demeye başladım.

 

Yurtdışına değil ama yurtiçindeki seyahatlere de Minnoş’la gittik hep. Annem her zaman büyük destek olup kusursuz bir anneanne oldu yavruma.

 

Zamanında edindiğimiz kediler hep erkekti ve sokak kedisiydi. Tuvalete, çapkınlığa vs. istedikleri zaman dışarı gider; sonra yorgun perişan ve her taraf tırmık içinde geri gelirlerdi.

 

Minnoş iyi beslenmekten mi, aşırı ihtimam ve şımartılmaktan mı artık bilemiyorum daha 8-10 aylıkken kızgınlık geçirmeye başladı. “Kızım çok ayıp! Bak daha Mart ayı değil. Şaşırdın mı?” diyorum. Hiç umuru değil. Veteriner ise “Sakın çiftleştirmeyin! Bir yaşından ufak kedi hamile kalırsa doğuramaz ölür” diyor. Hadi bir de namus bekçiliği çıkıyor başıma.

 

Fakat Minnoş büyüdükçe öyle güzelleşti ki pembe beyaz adeta frambuazlı nişan pastası gibi… Dayanılmaz güzellikte. O yüzden tarafımdan sık sık tacize ve tecavüze uğruyor! Hani Türk filmlerinde genelde Önder Somer’in oynadığı adi zampara rolleri vardır. “Hanımefendi öpiyim deyip” elden başlar sonra kol, boyun falan derken yukarı doğru devam eder. Bende Minnoş’u kuyruğundan kulağına neresi denk gelirse öpüyorum.

 

Birgün sohbet esnasında kedi sever bir hanım anneme “Aman hanımefendi kediniz madem cins ve dişi, illâ ki çiftleştirin. Bakın onun ne muhteşem annelik yaptığını gözlemleyin” demiş. Deliye taş anmak diye buna derler!

 

Her şeyin en iyisi olsun takıntısıyla Minnoş’u Amerikan Hastanesi’nin dibinde çok şık ve sosyetik bir kliniğe götürüp düzenli olarak aşılarını yaptırıyorum. Ben bu doğurma lafını duyar duymaz bebekleri hayal edip kendimden geçtim. Artık gözüm kızıma koca bulmaktan başka bir şeyi görmüyor. Önce veterinerden yardım istedim. Bilgisayardaki kayıtlardan bize uygun aday var mı diye. Yolda, markette şurda burda kimi görsem elinde sepette kediyle hemen yanaşıp soruyorum “Kediniz erkek mi? Ameliyatsız mı?” diye.

 

İlk damat Haldi isimli bir saf kan Van kedisi. Evimizde 5 gün misafir kaldı. Ben rahat etsinler diye o müddet zarfında yandaki konuk odasına taşındım. Yatak odamı ve balkonu balayı dairesi olarak onlara tahsis ettim. Kulağım sürekli yan tarafta tabii ki… Minnoş kızgınlık geçirmesine rağmen kanının son damlasına kadar direnip Haldi’ye teslim olmadı. Cins işte ne olucak! (Kime çekmiş acaba?!) Neyse Haldi geldiği gibi çıktı gitti…

 

Sonra Maçka’da oturan ressam Nazan Hanım’ın oğlu Efe girdi devreye. Fakat onlar “Bizim oğlumuz çok kıymetlidir hayatta size göndermeyiz. Kızınız bizde kalırsa ancak bu iş olur” dediler. Kabul etmek zorunda kaldım.

 

Minnoş’u bir hafta onlarda bıraktım ama bir kapıda yatmadığım kaldı. “Allah şifa versin!” dediğinizi duyar gibiyim. Ancak, beni benim gibi kafayı kıranlar anlar.

 

Minnoş Efe’ye de bayağı bir direnmiş ancak neticede olanlar olmuş. Karnını doldurmuş olarak geri geldi. Ben ne hayaller kuruyorum artık. Küçücük minicik ponponlarımız olacak diye içim içime sığmıyor.

 

Nazan Hanım bizi buketlerle ziyarete geliyor. Bizim kıza bayılıyorlar onlarda. İki dünür pek sevdik birbirimizi. Halâ da görüşüyoruz.

 

Hamilelik süresince veteriner özel vitaminler mamalar tavsiye ediyor. Harfiyen uyguluyorum. Annem söyleniyor “Abartma kızım. Kedinin de hamilelik kürü mü olurmuş? Sokaktakileri görmüyor musun” diye…

 

Doğum yaklaştıkça Minnoş evde tırım tırım kuytu bir köşe arıyor gardrop içlerine falan saklanmaya çalışıyor. Benim aklım çıkıyor olmayacak bir yerde doğuracak diye. Sonunda istediğim oluyor. Kızıma benim koca yatağı -özel naylonlar ve üstüne çarşaflar sererek- hazırlayıp lohusa yatağı yaptım. Annemle ablamda geldi gözümüzü kırpmadan yatağın çevresinde dualar ederek bekliyoruz.

 

İçinden ilk pat diye siyah bir şey düştü. Bizim ödümüz koptu. İki beyaz cins kedinin çiftleşmesinden doğal olarak beyaz yavru bekliyoruz çünki. Hemen arkadan yaladı temizledi.Yavrunun üstünden plasenta artıkları gidince tüyleri hemen kabardı ve nur topu gibi bir oğlumuz olduğu için şükrettik. Arkadan, yan uzanmış vaziyetteki Minnoş’un karnından dalga dalga ikinci yavru inmeye başladı. Ve küçücük, pembe beyaz çelimsiz bir yavru daha doğurdu. Veteriner meşgul, gelmiyor/gelemiyor bir türlü… Ama ben defalarca arıyorum. Dakika dakika olanı biteni anlatıyor sanki naklen yayın yapıyorum. O gün -yarımşar saat aralarla- üçüncü ve son yavruda doğdu. Ama ölü olarak. Ona rağmen saatlerce yaladı durdu. Bazen annenin yalaması masaj gibi gelir canlanırmış yavru. Bizde müdahale etmedik o yüzden. Fakat bir yararı olmadı. Ölü yavrudan Minno’yu zor ayırdık.

 

Beyaza ‘Badem’ siyaha ise ‘Zeytin’ ismini koyduk. Ama doğa güçlü olana yaşam şansı veriyor. Bütün ihtimamıma, damlalıkla süt vermeme rağmen Badem ancak 10 gün yaşayabildi. Kendisinin süt içecek mecali bile yoktu çünki.

 

Zeytin doğana kadar -Minno’nun sağ gözü mavi sol yeşil, Efe’nin ise tam tersiydi- acaba hangisine çekecek diye merak ederken; gözlerinin ikisi de sarı ve siyah beyaz kürklü olunca hayretler içinde kaldım.

 

Benim huysuz, hırçın ve egoist kızım 3-4 ay boyunca uyku dahi uyumadan, gözünü kırpmadan Zeytin’e sürekli sevgi, şevkat ve süt vererek patilerinin arasında uyutarak mükemmel bir şekilde annelik yaptı. Fakaaat, dördüncü aydan sonra hala süt emmek isteyen, yanına yanaşan yavruyu dövmeye başladı. Hem de Allah yarattı demeden! Meğer memeden kesmek için öyle yaparmış…

 

O esnada kısa bir süre için Bandırma’daki evdeyiz. Annemin başta en yakın arkadaşı olmak üzere hiçbir ahpabı kedi sevmiyor. Evimize gelen giden söyleniyor. Benim hiiiç umurum bile değil. Annem bu defa tutturdu “Kızım artık bu yavruyu birine ver. Bak dayak yerken gözü falan çıkıcak. Kör kediyi kimse istemez sonra” diye. Nasıl karşı çıkıyorum itiraz ediyorum kanımın son damlasına kadar. Bana kalsa evi kedi çiftliğine çeviricem.

 

Annemle şiddetli münakaşa ettiğimiz bir esnada Bardırma’daki gerçek hayvansever, sevgi dolu veteriner Erhan Bey aradı. “Sizin yavruyu, verirseniz bir hanım almak istiyor” dedi. Ben gayet gönülsüz “Kim? Verin görüşiyim” dedim. Tıpkı Aynur Hanım’la Minnoş’u alırken aramızda geçen konuşmanın bir benzeri Melda Hanım’la benim aramda geçti.

 

Sonradan öğrenecektim ki; kadıncağız yıllardır kedi almak istiyor kocası şiddetle itiraz ediyormuş. Sonunda zar zor ikna etmiş de bizim oğlumuza öyle talip olmuş.

 

Telefonu kapatınca anneme dönüp “Bunları sen tezgâhlıyorsun değil mi?” diye suçladım. Ben İstanbul’da doğup büyüdüğüm için Bandırma’da pek kimseyi tanımıyorum. “Kim bu Melda Edin?” dedim. Annem şaşırdı “Aman kızım onlar buranın çok ileri gelen saygın insanlarıdır. Eğer istiyorsa Zeytin’i sakın vermemezlik etme. Mumla arasan böylesini bulamazsın” dedi.

 

Az sonra kadıncağız çıkıp geldi. Hakikaten son derece olumlu, sevgi dolu, her halinden munis olduğu belli bir cici hanım. İki yetişkin evlat sahibi. “Çocuklar İstanbul’da yaşıyor. İkiside üniversitede öğretim üyesi. Biz eşimle başbaşa kaldık. Nihayet kedi almaya razı oldu” dedi.

 

Ben “Burada yaşamıyorum, ama ne zaman gelirsem Zeytin’i görmek isterim. Müsaade edeceksiniz değil mi?” diye açık izin aldım da öyle verdik oğlumuzu…

 

Bir yıl sonra Minnoş Efe’yle ikinci balayına çıktı. Bu defa daha çok ve sağlıklı bebeler bekliyordum. Bu arada Minnoş 4 yaşına gelmişti çünki. İkinci hamilelikte fos çıktı. Her iki veteriner de 3-5 yavru olacak derken sadece 2 tane ve ölü doğurdu. Büyük bir hayal kırıklığı içinde lüks veteriner kliniğine koşup rontgenler falan çektirttim karnında başka bebek var mı diye.

 

Minnoş kendini ruhen anneliğe hazırlamış memeleri kıpkırmızı ve sütle dolu öylece kalakaldı.

 

Veteriner’e “Doktor bey yavrum bu durumda ne olacak?” diye çaresizlik içinde sorduğum soruya gayet duyarsız bir biçimde “Önemli değil o sütler geri gider!” dedi. Ona göre durum bu kadar basitti. Çaresiz eve geri geldik. Minnoş açık olan salon penceresine çıkıp öyle bir ağlamaya ve hatta böğürmeye başladı ki dayanılır gibi değil. Yoldan  geçenler zile basıp “Hanımefendi kedinizin neyi var? Lütfen ilgilenin” falan diyor. “Az evvel doğum yaptı ve bebeklerini kaybetti ondandır” diyorum. Ama içim parçalanıyor…

 

Günümüzde bazı kişiler -insan demeye dilim varmıyor- doğurup cami avlusuna, karakol kapısına bebek bırakırken ve hatta çöpe atarken benim kızım ölen yavruları için resmen ağıt yakıyor acı acı gözyaşı döküyordu…

 

Baktım böyle olmayacak hemen ablamı aradım “Vaziyet böyle -fonda zaten Minnoş’un acı dolu feryadı var- ne olur yardım et” dedim. “Dur bakıyim bizim arka taraftaki arsada bir yavru kediler var. Daha yeni doğdular. Becerebilirsem bir tane bulup getireyim” dedi.

 

Ablam gelinceye kadar geçen 20-25 dakika bana asırlar gibi geldi. Kapıyı açtık ki karşımızda elinde yumruk kadar minicik bembeyaz bir kedicik ile -yalnızca kıymık kadar olan kuyruğu renkli- ablam duruyor. Minnoş görür görmez arka ayaklarının üstüne kalkıp, patilerini uzatıp ‘çabuk verin onu bana’ dercesine ablamın bacaklarına sarıldı. Gözlerime inanamıyordum.

 

Gelen yavru ile anında sarmaş dolaş oldular. Sanki kendi içinden çıkmış gibi onu sevgiyle sarıp sarmaladı. O süt dolu memeleri minicik yavru yorulup baydın düşene kadar tek tek emdi. Meğerse sokakta öyle çok kardeşi varmış ki ona süt emme sırası hiç gelmiyormuş. Açmış zavallı yavrucak. Hatta küçücük haliyle saldırıp kuru mamadan bile yedi… ‘Bu fırsat bir daha ele geçmez bulmuşken götüriyim’ der gibi bir hali vardı.

 

Ablamın ısrarı üzerine -nede olsa o bulup getirdiğinden- yavruya fransızca isim konuldu. Soumise (Sumiz okunur) anlamı uysal, muti falan demek. Soumise gerçekten ismine layık melek gibi bir kedi. Ancak topu topu 4-5 hafta geçirdiği sokak hayatından dolayı öyle pis bir haldeydi ki  doğruca veterinere götürüp vücudundan pireleri, kulağından uyuz mikroplarını, dışkısından da çıkan kurtçukları temizletmek için epey bir masraf ve uğraş gerekti.

 

Kaderin cilvesi kısa bir müddet sonra ansızın Nr1 fm’de Mlle Brigitte tiplemesiyle yayın yapacağım radyoculuk işi başladı. Canlandıracağım yarı Fransız yarı Türk matmazel karakterine iki kedi de cuk oturdu. Yabancıların içinde en kedi manyağı Fransızlardır. Hatta benim Osmanlı Bankası’ndaki -askerlik yerine staja gelen- genç Fransız iş arkadaşlarım öğle tatilinde bilhassa çıkar ve sokak kedilerini severlerdi. Hatta “Bu kadar güzel kediler niçin sokakta. Kimse sahiplenmiyor” diye hayret ederlerdi.

 

E tabi onların ülkesinde gayet şık üstü resimli mezar taşları, yanında vazolar içinde çiçekler olan “Seni asla unutmayacağız!” falan yazılı hayvan mezarlıkları bile var. Nasıl anlayabilsinler ki…

 

Minnoş daha ilk günden Nişantaşı’nda götürdüğüm şık, havalı veteriner kliniğini asla sevmedi. Her gidişte anlamasın diye değişik sokaklardan geçerek gittiğimiz halde kapıya geldiğimiz an sepetin içinde altüst geliyor sinir krizleri geçiriyordu. Hatta eve döndükten sonra bu aşırı sinirli ve hırçın hali daha birkaç gün devam ediyordu. Zavallı yavrumun herhalde o -tüccar kasap- veterinerin elinden öleceği içine doğuyordu. Bende zaman içinde adamın kesinlikle hayvanları falan sevmediğini tamamen paragöz olduğunu hissettim ama gidip baktığım başka birkaç yerde gözüme hiç hijyenik gelmediğinden oraya götürmeye devam ettim…

 

Sonuçta fiyaskoyla sonuçlanan iki doğumdan kalan sağ bir tek yavru olduğundan artık Minnoş’u daha fazla hırpalamamak adına kısırlaştırma ameliyatı kararı aldık aile meclisinde. Veteriner “Siz getirin bırakın. Sonra gelip alırsınız” dedi. Yavrumu ameliyat sonrası aldım eve geldim. Bir tuhaflık var. Hiç bir şey yemiyor içmiyor ve hatta yerinden kımıldamıyor. Doktor ise külliyetli miktarda bir operasyon parası aldı ama “Nasılsınız?” diye ne arıyor ne soruyor. Endişeli geçen bir-iki günden sonra ben aradım “Doktor bey Minnoş bir tuhaf. Yemiyor içmiyor. Niye böyle?” diye. “Öyle mi? Normal değil. Hemen getirin” dedi.

 

Adeta koşarak gidince; lütfedip “Ameliyat için neşteri vurduğumuzda iltihaba rastladık” dedi. Ablam “Doktor bey, benim bildiğim önce konsültasyon sonra operasyon yapılır. Neden böyle önemli bir noktayı atladınız?” dedi. Cevap yok!..

 

Kısacası sapasağlam 4,5 yaşındaki Minnoş’u kısırlaştırma ameliyatı adı altında ve 2003 yılı Mayıs ayının 3. günü üste de yaklaşık 300 milyon vererek bir veteriner bozuntusu yüzünden septisemiden kaybettik… Çünki neşteri vurunca iltihap kana karışmıştı. Ölmeden nasıl acı çekti, nasıl böğürdü ağlamaktan gözümde yaş kalmadı. O haliyle boynuma sarılıp bana veda etmeyi de ihmal etmedi canım yavrum.

 

O kabus gibi geçen haftasonunun ardından, radyodaki programımda ilk defa dinleyenlere son derece üzgün hatta zaman zaman ağlayarak program yaptım. Dinleyiciler beni nasıl teselli edeceklerini bilemediler. Hatta kedi göndermeye kalkanlar oldu. Teşekkür ettim ve “Sağolun, ama Soumise var” dedim.

 

Sonradan aynı şahıs -artık veteriner veya insan demek istemiyorum- Nişantaşı’nda bir butikte vitrinde yaşayan yine 3-4 yaşlarında gencecik bir kediyi aynı şekilde katledince olay gazetelere ve televizyonlara kadar yansıdı. Gidip ölen kedinin sahibiyle konuştum. Radyoculuk döneminde Minnoş için böyle bir sürece girmeyi göze alamadığımı ama kendisi için mahkemede şahitlik edebileceğimi söyledim. Butikçi bey, konuyu araştırdığını ve bu kişinin hemen hemen ameliyat ettiği tüm kedi ve köpeklerin operasyon sonrası öldüklerini tespit ettiğini söyledi.

 

Bu paragöz cani için, bizlerin onlarla kurduğumuz sevgi bağının duygusal iletişimin falan zerre kadar önemi yoktu. O’nun dini imanı yalnızca paraydı. Bebeklik dönemi çok masraflı oluyor sık sık aşılar vs. ihtimam gerektiriyor. Sonra senede bir iki kez gitmek yeterli. Demek ki fazla para kazanamayacağı sürece girenleri ameliyat adı altında bir şekilde yok ediyordu!..

 

Konuyu yakın takibe aldım. Zaman  zaman butiğe uğrayıp haber almaya çalışıyorum. Fakat ‘Minareyi çalan kılıfını hazırlarmış’ sözünü doğrularcasına; bir gün butik sahibi “Hanımefendi, bizim tüccar veteriner öyle ünlü ve çirkef bir hanım avukat tutmuş ki kendine bunlarla hayatta başa çıkılmaz!” dedi. Konu böylece Allah’a havale oldu.

 

Sumiz artık Minno’dan emdiği sütler sayesinde mi yoksa cins bir kedinin sokak macerası sonucu doğduğundan mı bilinmez acayip güzel bir şey oldu. Tüyleri uzun pofuduk mu pofuduk, o kıymık kuyruk oldu bir sincap kuyruğu. Birde şanslı ve kısmetli ki inanılır gibi değil…

 

Radyodaki program esnasında ara sıra bahsetmem sayesinde duyan Néstlé Purina yetkilileri Soumise’e mama sponsoru oldular. Hatta veteriner Ongun ve Purina’nın Türkiye müdürü Giuseppe radyoda konuk olup dinleyicilere de mama hediye ettiler. Daha da ilginci radyodan ayrıldıktan sonra bile mama göndermeyi sürdürdüler.

 

Ne yazık ki Osmanbey’de bulunan Türkiye Hayvanları Koruma Derneği Şubesi’ni Minnoş’u kaybettikten sonra bulmak nasip oldu. Tüm hayvanseverlere bu son derece ilgiyle sevgiyle ve makul ücretlerle hizmet veren şefkat yuvasını tavsiye ederim. Ben meğerse ne kazıklar yemişim! Bu dernek sayesinde öyle veterinerler tanıdım ki tevekkeli değil millet elinde kedisi köpeği ta fizandan kalkıp oraya geliyor.

 

Okuduğum bir kitapta yazar, seyrettiğim bir roportajda sanatçı, politikacı, iş adamı hangi kesimden olursa olsun eğer kedisi köpeği olduğundan bahsediyorsa daha bi seviyorum. Meselâ Prof. Mina Urgan’ın ‘Bir Dinozorun Anıları’ kitabında ‘Kedi sevmek soyluluktur’ cümlesine çarpılmıştım. Bazı -kendi dahil- kimseyi sevmeye niyeti olmayanlar hemen “Ama kediler nankördür!” derler. Halbuki bütün kötü huylar insana özgü. Yaratılanların tümü eko sistemle uyum içinde. En üstün niteliklerle donatılmış olmasına rağmen, herşeyin içine eden tek varlık ne yazık ki İNSAN! Yakan, yıkan, kirleten, yok eden, mahveden…

 

Her iki kedimde gözlemlediğim bir şey uyurken rüya gördükleri. Resmen meme emiyor gibi ağız hareketleri yapıyor veya uyku esnasında mırıl mırıl birşeyler söylüyorlar. Ne ilginç. Birde çok ilgi ve sevgi gören kedi kendi çapında konuşmaya başlıyor. Mesela “Anne” diyor… Bu da bir bayanın hayatta duyabileceği en güzel ve en anlamlı sözdür.

 

Kedi sevmeyenler anlayamazlar bu durumları. Gerçekten çok özel ve çok ta güzeller. Sizin onu sevdiğinizi biliyorlarsa daha gözgöze gelir gelmez mutluluk hırlamalarına başlıyorlar. Bir keresinde kedilerden bi-haber birisi “Bunun ciğerleri mi hasta? Tuhaf sesler geliyor” demişti. Vah zavallım vah!

 

Geçenlerde gazetelerde Amerikalıların -bazen duran bir saatin de günde iki kez doğruyu göstermesi kabilinden, nadiren de olsa iyi şeyler yapıyorlar- kedinin çıkardığı mırıltıların ve mutluluk hırlamasının insanlara psikolojik açıdan iyi geldiğini tespit edip cd’sini çıkardıklarına dair bir haber vardı. Ayrıca onları sevmek ve okşamak da feci stres attırıyor.

 

Tüy konusu -bilhassa uzunsa- biraz problem ama ben ‘Gülü seven dikenine, Kedi sevende tüyüne katlanır’ diyorum. Bilhassa yalnız yaşayanlara tavsiye ederim. Öyle bir arkadaş ve can yoldaşı ki. Anlatılmaz, yaşamak lâzım.

 

Bu hususta çarpıcı bir örneği arkadaşım İvon yaşadı. Evvelki yıl Büyükada’da çalıların arasında incecik sesiyle acı acı bağıran bir yavru kedi buldu. Yaz boyunca bir yandan ilgilendi diğer taraftan “Kedi isteyen var mı? Lütfen alın şunu” diye herkese teklif etti. Ancak kimse talip olmadı. Yaz sonu gelip çattığında gönlü elvermediğinden kimse de almadığından çaresiz Boncuk’uda alıp kışlık eve getirdi. Bu esnada 90 küsür yaşındaki halasının Moldovya’lı bakıcısı 1 aylığına diye izne gitti ve dönmedi. Boncuk başka bir yardımcı bulunana kadar halaya aylarca eşlik etti. Birlikte yattılar kalktılar, yediler içtiler. Şimdi almak isteyen olsa dahi öyle seviyorlar ki katiyyen vermezler.

 

Kedi öyledir. Sizi severse kendini sizle özdeşleştirir. Siz ne yaparsanız o da aynını yapmaya çalışır kendi çapında.

 

Benim tekir kedilere ayrı bir düşkünlüğüm vardır. Evde çifte kedi varken dahi sokakta şöyle kabarık tüylü güzel bir tekire rastlarsam elimdeki paketleri atıp derhal taarruza geçmişimdir.

 

Çok yakın arkadaşlarımdan biri -Türkiye’nin en iyi 10 ortopedistinden biridir aynı zamanda- ne yazık ki kedileri hiç sevmez. Buna mukabil tam bir kuş ve çiçek tutkunudur. Haftasonları Hollanda’ya ve Almanya’ya çiçek ve kuş müzayedelerine gider. Evinin bahçesine epey masraf edip dünyanın dörtbir yanından getirdiği kuşlara, özel ısı ve ışık donanımlı ev yaptırdı. Hatta TRT bile gidip çekim yaptı onun kuşları hakkında. Uzun ve yorucu ameliyatların gerginliğini onlarla haşır neşir olarak atıyor…

 

Şehre oldukça uzak olan evlerinde kaldığım bir esnada, buzdolabının üzerinde mıknatıslı bir süs ve üzerinde başını mağrur bir biçimde havaya dikmiş siyah bir kedi silüeti ve yanında almanca bir cümle fark ettim. “Harzem’cim ne yazıyor burada Allah aşkına?” dedim. Tercüme edip etmeme arasında kısa bir tereddüt geçirdikten sonra manalı manalı gülümseyerek “KEDİLERİ SEVMEYENLER, DAHA ÖNCEKİ HAYATLARINDA HERHALDE FAREYDİLER” dedi.

 

Başka sözüm yok…

Şiyma Aksekili