Önce mIRCvardı. Bilgisayara kuruyorduk, bir nickname ediniyorduk odalardan oda seçip, başlıyorduk muhabbetlere. Kim, kimdi neyin nesiydi zordu bilmek. Aynı odayı bir daha bulsak bile aynı nicki seçemeyebiliyorduk. Bir odaya müptela olup kalanlar da vardı, oradan oraya gezinenler de. Her yaştan, her nevi insanla, kim olduklarını asla bilemeden karşılaşıyorduk.

 

ICQ girdi sonra hayatımıza. Bir profil oluşturuyorduk, istediğimiz tüm bilgileri giriyor ve “search” ediyorduk “match” imizi bulmak için. Cinsiyet hanemizi “female” olarak girmişsek mesajlar yağıyordu ekrana. Seçeneği “male” olarak girmişsek, hele de pek cazip özelliklerimiz yoksa, mesaj yağdıran tarafta rol almak durumunda kalıyorduk. Yine de sistem güzeldi. İstemediğimiz hiçbir bilgiyi girmediğimiz için, istemezsek kimse bizi bulamıyordu.

 

Tüm bu belirsiz kimlik perdelerine rağmen binlerce insan sayısız iletişimler kurdu, ilişkiler yaşadı bu programlar sayesinde. Evrensel dengenin kurduğu mekanizma, karmik temizlik bakımından fena da çalışmıyordu hani. Bu hayat içerisinde “yabancı” saydığımız yeni insanlarla tanışıp aslında çok eskilerden kalma bir şeyleri temizliyor olabileceğimizi bilmeden yaşıyorduk.

 

“ICQ’dan eski sevgilimi buldum” konulu bir sohbet çok nadir rastlanan bir durumdu zira eski sevgilimiz, eski ve sevgili olduğuna dair ona ulaşabileceğimiz her tür kişisel bilgiyi sisteme girmemiş olabiliyordu. Biz haybeye ona dair yaş aralığını taratıp “tesadüfen” birileriyle tanıştığımızı sanıyorduk. Tesadüfen tanıştığımız bu insanlarla, tesadüfen ilişkiler kurup tesadüfen seviniyor, hüzünleniyor, aşık oluyor, nefret ediyor, evleniyor, ayrılıyor, aldatıyor, aldatılıyorduk.

 

“You’ve Got E-mail” isimli güzide eserde örneklendiği gibi muhteşem bir evrensel eşzamanlılığı hayal ediyor, “Bridget Jones’s Diary” filmindeki orta yaş sendromlu müzmin bekar kaderindense bir türlü kurtulamıyorduk.

 

Bir yerlerde birileri fazla mesai yapıp “nasıl etsek de internet denen büyük bilgi ve iletişim ağını kullanarak insanların yollarını kolayca kesiştirip deneyimlere zemin hazırlasak” demiş ve ilhama açık zihinlere ilham vermişçesine çöpçatma siteleri son birkaç yılda pıtır pıtır bitiverdi sanal alemde. Match.com, arkadas.com, yonja, hi5, 80630 bu sitelerden ilk akla gelenler. mIRC ve ICQ, “karmik temizlik” ve “tekamül için gerek duyulan ilişkileri temin etme” bakımından teorik olarak harikulade bir zemindi. Gel gör ki bu sistemlerde gizem perdesinin arkasına kolayca saklanılabiliyordu. Bir cümle önce isimleri geçen siteler ise “no name no face” mantığından uzaklaşmayı, daha bir “kendin gibi” olmayı adeta mecbur kıldığından, gizem perdesinden gözünü, burnunu, kolunu – artık ne kadarına cesaretin elveriyorsa- uzatmayı zorunlu kılıyordu.

 

Günlerden bir gün, Sonsuz Deha, birkaç üniversite öğrencisine öyle bir ilham fısıldadı ki sonuçları neredeyse önceden kestirilemeyecek çeşitlilikte bir sistem oluşturuldu. Ülkemizde de salgın gibi yayılan Facebook’tan bahsediyoruz elbette. “İlkokuldaki anı defterinin komplike hali”tanımıyla yaygınlaştırılan facebook, tüm özel bilgilerimizi korkusuzca girebildiğimiz, resimden videoya her türlü veriyi gönül rahatlığıyla arşivleyebildiğimiz bir veritabanı olmuştu. Öyle güzeldi ki ilkokul arkadaşlarından hayranı olduğumuz sanatçıya, iş arkadaşlarından aynı politik görüşü paylaştığımız kişilere kadar, hayatımıza dahil olmuş herkesi bulabiliyor ve daha da güzeli tüm bilgilerimizi fütursuzca girdiğimiz için herkes tarafından kolayca bulunabiliyorduk.

 

Eski sevgilimizi, onun eski ve yeni partnerlerini, dostu, düşmanı, gıcık kaptığımızı, baş tacı yaptığımızı, avucumuzun içi gibi tanıdığımızı, hiçbir şekilde tanımadığımızı velhasıl yetmişiki milletten her nevi insanı bulup listemize ekleyebiliyor, mesajlaşabiliyor, dürtebiliyor, inek fırlatıp, sanal kahve eşliğinde hediyeler gönderebiliyorduk. Sistem öyle masumane ve öyle zekice kurulmuştu ki profil oluşturma aşamasında bize politik ve dinsel tercihlerimizden, medeni durum ve eğitim bilgilerimize kadar her tür soruyu nazikçe soruyordu. Gazetelerde, televizyonda, internette ve nihayet facebook’un kendi içinde “facebook bir fişleme sistemidir, güvenlik ayarlarınıza ve neyi paylaştığınıza dikkat edin” uyarısı gelene dek kullanıcıların çok çok büyük bir kısmı aleni olarak tüm hayatını, kendi isteği ve elceğiziyle sisteme giriyordu. Bu sistemden kim olduğumuz, yaşam stilimiz, kimlerle nasıl bir geçmişimizin olduğu, nerelere gittiğimiz, nerelere gitmek istediğimiz, ruh halimiz, aile ağacımız, sosyal çevremiz, alışkanlıklarımız, eğilimlerimiz, duygusal ilişkilerimiz, politik görüşlerimiz, inanç penceremiz, özetle biz olan her şey, ruhun karbon kağıdıyla çizilmiş kopyası gibi yazılı, görsel ve işitsel olarak kayıtlara geçiyordu. Siyasetten ticarete, reklamdan pazar araştırmalarına kadar her konuda kullanılabilen dev bir bilgi kaynağı oldu facebook.

 

Duygusal ilişkilerin yaşandığını da bittiğini de ondan haber alabiliyorduk. Yeni ilişkileri, karşımızdakinin kim olduğunu bilerek ve çoğu zaman tam da istediğimiz kişilerle kolayca kurabiliyor, eski – hani yarım kalmış denebilecek – ilişkileri nokta atışıyla bulup yeniden başlatabiliyor ve nihai sonu neyse ona erdirebiliyorduk.

 

Güvenlik ayarlarının ne kadar önemli olduğunu anladığımız zamandan bu yana sistem yeniden gizem perdesi arkasından el sallamamıza olanak tanıyor. Zaman bu sistemi büyütecek ve yaygınlaştıracak mı, yavaş yavaş ortadan mı kaldıracak, bunu yaşayıp göreceğiz; fakat öncelikle ilhamı alan ve bunca bilgiyi, insanların kendi hür iradeleriyle herkese ve her şeye açmasına olanak tanıyan facebook yaratıcılarının zekalarını kıskanmakla, aynı zekaya hayran olmak arasında gidip geldiğimi ifade etmek isterim. İkinci olarak bu harikulade iletişim sistemini oluşturup, birçok deneyimi neredeyse aynı anda yaşamaya olanak tanıyan Sonsuz Deha’nın mükemmelliği karşısında aynı saygıyla eğilmekteyim.

 

Bunca kelimeyi artarda dizip, defalarca yapılmış “facebook ne ola ki” analizini yeniden yapmamın nedeni yalnızca iyi dileklerimi iletmek değil. Din, politika, felsefe, sanat, ekonomi, eğitim, iletişim, oyun ve akla gelebilecek tüm sistemlerde, sistemin kendisi, kendisinden bir öncekinin pratikteki eksiklerini tamamlayacak biçimde geliştirilip yeniden kullanıma sunulur. İnsan, her bir sistemde kendi kimliğini arar, kendi rolünü sergiler ve tecrübeleriyle gelişip bir sonraki zamana, Kusursuz Denge’nin yaratacağı bir sonraki oyun ve gelişim alanı olan sisteme ilerler. Süresini doldurmuş bir uygulama ya tamamen geçerliliğini yitirir ya da bir sonraki gelişkin uygulamanın içinde eriyerek varlığını devam ettirir. Yani Hiçbir sistem ve onunla yaşanan tecrübeler kaybolmaz.

 

Biz her yeni sistemde, eskisinden –di’li ve –miş’li geçmiş zaman olarak bahsederiz. Beğenmediğimiz eskiyi yok saymak ve hatta çok zaman unutmak isteriz. Unutturmayanlara karşı gizli ya da açık düşmanlıklar besleriz. Ayrılık bilincini, kendimizi ıstıraptan korumak için seçer, kendimiz gibi olanları bulup “birleşmek” için ayrılığı destekleriz. Öyle derin bir korkuyla ve öyle kuvvetle sarılırız ki seçimimize, neyi unutmayı seçtiğimizi bile hatırlamaz hale geliriz. Bir gün bir yerlerde birileri Akaşik Kayıtlardan, Sonsuz Yaşamdan, Yenidendoğuştan, Ruhsal Şifadan, Birlik ve Ayrılık bilincinden, Çekim Yasasından, Evrensel prensiplerden bahsettiğinde çeşitli mantıklarla ya inkar eder ya da saldırgan tepkiler geliştiririz. Yaşanan her bir anın bir yerde arşivlenebileceğini, zaman, mekan, beden sınırlaması olmaksızın bu kayıtların tüm ruhlarca ulaşılabilir olabileceğini reddederiz. O kayıtları farklı adlar ve profillerle kendimizin açtığını unutur, unutmayı seçtiğimizi de unutarak yaşam savaşımıza devam ederiz. Facebook ilham edip yaratabilen dehanın Soulbook yaratabilmesini imkansız addederiz. Sanal ortamdabalkabağı fırlatıp, nazar boncuğu hediye ederken, sanal kimliklerin ardına gizleniriz. Kendimizi yalnız hissetmemek için “friend list”imizi kalabalıklaştırmaya çalışır, içimizde büyüyen yalnızlığın suçunu hayata, sisteme, yaratıcıya yöneltiriz. Elimizin altındaki fareyi bir parça peynir için “tıklatırken”birileri Sonsuz Hayat’tan, Her Şeyin Bir Olduğundan, Deneyimden, Tekamülden bahsedip ruhumuzu “poke”eder.

 

“Ignore “ deyip sayfalarda gezinmeye devam ederiz.

Banu Nirun