Bugün biraz hedef kavramından bahsedelim. Hedefler bizim amaçladığımız soyut değerlere ulaşmak için belirlediğimiz somut mihenk taşlarıdır. Örneğin, para değerine – evet maalesef günümüzde para da bir değer ve bu bir gerçek- ulaşabilmek için, onu somut bir hale sokmamız gerekir. Ne kadar para? Ne için para? Ne zamana kadar o para? Bu gibi sorularla paranın tespiti yaparız: örneğin aylık beş bin lira. Böylece bize bu meblağı getirecek işi seçeriz ve işte hedefimiz o işe ulaşmaktır. Bu bir terfi gibi size çok uzak olmayan bir hedef de olabilir, üniversite bitirmeyi, atanmayı gerektiren daha uzun soluklu bir hedef de. Buradan iki önemli sonuç çıkar: 1- hedef somut, yapılabilir ve kanıtlanabilir bir olgudur, 2- hedefe giden kişi ile hedef arasında bir mesafe vardır.
Üniversiteyi bitirmek bir hedeftir, yılda yirmi bin lira biriktirmek bir hedeftir, bir şirkette müdür olmak bir hedeftir, on kilo vermek bir hedeftir, her sene en az yüz kitap okumak bir hedeftir, günde en az beş bin adım atmak bir hedeftir. Çünkü, kişinin harekete geçeceği a noktası bellidir, ulaşılacak hedefin olduğu b noktası bellidir, parametreler ortadadır, hesaplanabilir ve kanıtlanabilirdir. 67 kilodan 57 kiloya düşerseniz, bu ölçülebilir; tartı size on kiloyu verdiğinizde net söyleyecektir. Tartı size başlangıç noktanızı da 67 kilo olarak net verecektir. Ulaşılabilir bir değer haline gelebilmesi için bir uzmandan görüş alarak metabolizmanıza göre kaç ayda on kilo vermeniz gerektiğini öğrenebilirsiniz. Yapacağınız şeyler de çok açıktır, diyet listesini de elde edebilir, spor yapabilirsiniz. 67 ve 57 rakamları geneldir. Size göre 57 kilo ve başkasına göre 57 kilo yoktur. 57 kilo 57 kilodur. Boyu 160 cm olan herkesin ideal kilosu 52-54 aralığındadır. Bazılarının 60 bazılarının 47 değil. Müdür olmak ölçülebilirdir, genel bir statüdür. Herkes için müdür olmak, olumlu-olumsuz çağrışım bir yana, aynı anlama gelir: daha dolgun maaş, daha fazla iş yükü.
Yani görüldüğü gibi aradaki mesafesi, ulaşıldığını haber veren finish çizgisi, başlangıç noktası ölçülebilen şeyler hedeftir, kalanlar değildir, olmamalıdır.
Peki nedir o kalanlar?
İnsanlardır.
Biz, çağımızın yarış atları yani, insanlarla ilişkimizi de bir hedef konusu haline getirerek, tatmin edici ilişkilerden, sevilmekten, onay almaktan, dış çevreden gelecek öz-değer ve öz-saygı pekiştirmelerinden mahrum kalıyoruz.
Nasıl?
Öncelikle ilişki kurmak istediğimiz insanları ya da kurmak istediğimiz ilişkiye göre insanları bir hedef haline getirmenin nasıl bir durum olduğunu açalım.
Üniversite sınavına girecekseniz önce bir deneme testi çözer, sınav konularından hangisinde iyi, hangisinde kötü, hangisinde destek almanız gerekecek kadar kötü olduğunuzu saptayabilirsiniz. Bu, sizin başlangıç noktanız olur. Bu noktadan hedefe giden mesafe artık ölçülebilir, ve gerçekleştirilebilir hedef oluşturulur. Fakat sevilmek böyle bir şey midir? A kişisinin sevgisine B kişisi ne kadar layık ne kadar değil, bu gerçekten ölçülebilir bir değer midir? Hiç beklemediğiniz birini, çok üstün gördüğünüz biri beğenebilir. Sizin göremediğiniz veya sizin o kadar pirim vermediğiniz bir şeye tutulmuş olabilir. Size bir insan hak ettiğiniz değeri vermezken, başkası verebilir hatta bir başkası size “abartı” gelen bir değer de atfedebilir. O zaman başlangıç noktamız neresi? Demek ki başlangıç noktamız yok. Çünkü başlangıç noktasını hesaplayabileceğimiz genel kriterler yok. Var gibi duruyorlar sadece. İnsanı bile nesneleştirilen tüketim sektörü, arzulanabilir insan profili pazarlıyor ve o profile uyunca her şeyin çözüleceğini düşünüyoruz. Her şey yaptıracağımız kaş kontörüne bağlı, ideal adamı tam bulacağız, kontör eksik kalıyor onu da hallettik mi tamam.
Oysa, kafamızı pazarlanandan gerçeklere biraz çevirdiğimizde görürüz ki, genele göre güzel olmasına rağmen bu konuda hiç umduğunu bulamamış insanlar vardır. Bize dümdüz, hatta silik gelen, ama hem sosyal çevresini hem eşini bulmuş, düzenini kurmuş nice insanlar da vardır.
İkinci bir nokta: hedef. Bir insanı gözümüze kestiriyoruz, sonra o insana ulaşmak için nasıl bir yol izlememiz gerektiğini düşünüyor, artık o insanı gözümüzde ne denli büyütürsek o kadar sarmaşıklı, dağ tepe çıkmalı bir plan yapıyoruz ve başlıyoruz yürümeye. Oysa o insan hem zaman hem de mekan açısından yanı başımızda. O insan kaf dağında yaşayan bir bilge değil. Yanımızda, bizimle. Nasıl herkesin bizi tercih edeceği fikri gerçekçi değilse aynı şekilde “hedef insanların” bir finish noktasında bizi beklediği algısı da yanlış.
Kimse göğe kaldırılmayı bekleyen bir kupa, kayadan çıkarılmayı bekleyen bir excalibur değil. Herkes yalnızca insan.
Ve son olarak,
Ne demiştik? Hedef koymak bir mesafeyi kat etmektir. Yani hedef olarak belirlediğimiz şey ile aramızda bir mesafe olduğunu, onu hedef olarak belirlediğimiz an kabul ederiz. Peki, insanları hedef yaptığımızda, bu kabul ettiğimiz mesafe de neyin nesi? İşte bu mesafe bizim sevmeyi, kabul etmeyi, herhangi bir şeye layık görmeyi başaramadığımız zayıflıklarımız, bize göre çirkin yanlarımız. İnsanları kendimize uzak görüyoruz, çünkü aslında onların sevgisine layık olmadığımızı hissediyoruz. Ancak bazı kusurları örter, bazı yanlarımızı güçlendirirsek sevilebileceğimizi düşünmek kadar bugün bizi yaralayan bir şey yok. İnsanın beğenilmesi evet, davranışları ve ortaya koyduklarıyla alakalıdır. Ama insan sevgisi, adı üstünde insan sevgisidir. Üstün insan veya kusursuz insan sevgisi değil. Eğer birilerini beğenmekle sevmeyi birbirine karıştırırsak, sevgisiz kalırız. Ve sevgisiz kalmanın sevmek ve sevilmekten başka çaresi yoktur, zararı ise çoktur.
Dolayısıyla, insan ilişkilerimize “bu insanla kuracağım ilişki bana kaç point kazandırır”, “bu kişi öz-saygı ve değerimi artırır mı”, “bu insanı elde edebilmem için ne kadar yok gitmem gerekir” gibi kalıplarla yaklaşırsak, samimiyeti ıskalar gideriz. En derin aşklarda, en yoğun dostluklarda bile.
Elmalar bizi sevemez, kuşlar saçlarımızı okşayamaz, taşlar omzumuzu sıvazlamaz, internetin dizine başımızı yaslayıp ağlayamayız. Bizim türümüz için samimiyetin tek karşılığı, sevecen insan ilişkileridir. İnsanları da cansız birer nesne, sabit bir hedef gibi görmeye kalkarsak, öncelikle bu hedefe asla ulaşamayız. Çünkü insanlar değişken ve dönüşen mekanizmalardır. Dolayısıyla bu iş, duvarda gölge yakalamaya döner. Son olarak, kalbimiz ısınmadan, içimizdeki açlık dinmeden bir hayat geçirmeye mahkum oluruz.
Daha acı ne olabilir?