İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır. Böyle bir dünyada yaşamaya başlayıp da ne zaman canımıza tak ettiğinde o zaman başlarız kaçış planı yapmaya, pes etmeye, bırakıp gitmeye daha doğrusu kaçmaya. Yüzleşmek zor gelir çünkü, yanlışlarla mücadele edip düzeltmektense, bir yerlere kaçıp yeniden başlamak daha kolaymış gibi gelir; ama yanlış olarak gittiğimizin farkında değilizdir.

Hep söylerler ya, bir gemiye atlayıp gidip dünyayı keşfedeyim. Sonra bir gün halatları mola edip, güvenli limanımızı terk ederek engin denizlere, açık mavilere yelken açma sergüzeştine atılma, hiç kimsenin gitmediği yerlere gitme, kimsenin olmadığı, turkuaz mavisi sularda yüzme masalıyla tanışırsınız. Güneşin daima içinizi ısıttığını hayal ederek…

Peki gerçekten öylemi? Bu kadar basit mi bu olay? Ben size anlatayım güvenli limanımdan, halatları keyifle mola ederek, heyecanla, umutla nasıl seferime çıktığımı, neler yaşadığımı…

Geride konuşanlara inat, o güzel havada gaza gelerek, coşkuyla, sabahın ilk ışıklarının verdiği yaşam enerjisiyle başlarsınız bu maceraya. Bir süre yol aldıktan sonra öğleden sonra yüzünüzü serinleten deniz meltemiyle “Oh be, ne iyi yapmışım da bu yola çıkmışım” derken hava kararıp da geceleyin alışık olduğunuz ışıkların gözden kaybolmasıyla anlamaya başlarsınız ayrılığın kalandan çok bırakıp gidene koyduğunu.

Ve Gece…

Gece karardıkça da “oh be ne iyi yapmışım” yerini “Ben ne halt ediyorum” ürkekliği ve kafada yarın ne yapacağım acaba sorularıyla dalarsınız uykuya. Artık bayağı yol almışsınızdır, hep duyduğunuz o engin okyanusla kavuşmuşsunuzdur. Okyanus da çok sevinmiş midir acaba size kavuştuğuna? Hiç zannetmem, o her haliyle memnundur kendinden ve hiç de umursamaz sizin onun için yaptığını zannettiğiniz fedakarlığı. O çok iyi bilir çünkü siz fedayı asıl kendi kârınıza yaptığınızı.

Sabahın köründe alarmla ya da güneşin ışığıyla değil de rüzgârın sertliği ve dalgaların teknenizi tokatlamasıyla uyandığınızda, ulan ne oluyoruz demeye başlarken bulursunuz kendinizi. Daha sonra bulutlar da güneşi görmenizi engellerken, gündüzün karanlığı kaplamaya başlar içinizi.

Geride bıraktıklarınızın size olan bedduası mıdır acaba güneşin ortadan kaybolması, bulutların içinizi karartması, dalgaların tokadı ve rüzgârın sertliği diye düşünürken sallantının artık doğal dengenizi bozduğunu, midenizin artık beyninizden daha çok çalışmaya başladığını fark edersiniz. Bir şeyler yemek imkânsızlaşır çünkü, mide artık hiçbir şeyi kabul etmez geldiği gibi dışarı atar. Yemeden idare edebilir miyim acaba düşünmeye fırsat vermeden böğüre böğüre ayakta kalmaya gayret edersiniz ama nafile. Deniz ve hava ikilisinin şiddetiyle böğürme şiddetinizin doğru orantılı olduğunu öğrenmeye başlarsınız. Mide boşken daha ne çıkacak derken sapsarı, sümük gibi kusarken tanışırsınız mide sıvınızla belki de ilk defa. Yeter artık, bağıra bağıra tövbe ederken bulursunuz kendinizi, hiç kimsenin gitmediği turkuaz sularda yüzme hayalini çoktaaan unutarak.

Damarlarınıza basılmıştır, baskı artmıştır. Bir daha ayağa kalkarsınız, asi tarafınızı gösterirsiniz, bağıra çağıra meydan okumaya kalkarsınız, “bu kadar mıydı, yok mu daha fazlası, canımı mı alacaksın, al o zaman, hadi” diye yüzleştiğinizi zannedersiniz bir tarafınıza güvenerek. Aynı şekilde karşılık gecikmez, rüzgâr fırtınaya dönüşüp ayaklarınızı tekneden kesmek isterken, tokat gibi çarpan dalga yumruk gibi bordadan bir koyduğunda, havada uçarken nereye çarpacağım acaba düşüncesini bile tamamlayamadan bir yerlere çarpıp yere yığılmışsınızdır artık. Secde pozunda, hayata başladığınız o ilk pozisyonda bulursunuz kendinizi. Midenizde kusacak kadar sıvınız kalmayınca, böğürtülerin sıklığıyla zorlar patlatmaya başlarsınız midenizdeki ve vücudunuzdaki kılcal damarları. Kan vücudunuzu terk ederken ağzınızdaki salyalarla birleşerek adeta yapışır damağınıza dudağınıza. Artık vakti gelmiştir teslim olmanın, gözlerini yavaş yavaş kapatırken hatırlarsın yapacak birçok şeyin varken yapamadan gitmenin, gerçekleştirecek birçok hayalin varken bir adım bile atmadan vazgeçmeye başlamanın. Hatta sevdiklerinle onları bir kez daha göremeyeceğin gerçeğini hiç düşünmeden ve de bir kez bile olsa hissederek seni seviyorum diyememenin tadını bilmeden bırakıp gitmenin.

Ertesi Sabah

Sonraki sabah belki de martıların çığlığıyla uyanmaya başlarsın. Hayatta kalmanın sürprizi ya da mucizesidir aklına ilk gelen. Yeniden doğmuş gibi hissedersin, midenin kazıntısı iter seni mutfağa. Ne yersen ye ilk defa bu kadar lezzetlidir. Belki de ilk defa şükredersin ne yediğine?

Sen mi denizi ve havayı yendin yoksa onlar mı sana acıdı da bir şans daha verdi sana sorusu kafanı meşgul ederken karayı görmeye başlarsın silikten…

Orayı sanki ilk defa sen keşfediyormuşçasına çocukluğuna dönersin sevincinle. Karaya yaklaştıkça içini yeni bir heyecan sarar çektiklerini hemen de unutarak. Zannedersin ki herkes seni bekliyor, seni karşılayacak, sırtını sıvazlayacak, yere göre sığdıramayacak yaptıklarını anlatarak. Çok beklersin. Hiç kimse bilmeyecek ne çektiğini, senin limana girdiğini bile fark etmeyerek. Ama senin övünmen lazım artık. Herkesin seni diğerlerinden farksız yapmaya çalışan bir dünyada, göze aldın, yola çıktın, mücadele ettin ve kendi sınırlarını keşfettin.

Sen gel de şimdi bu yaşadıklarını karşındakilerin anlayabileceği kadar anlat anlatabilirsen…

Enver Karaömer