Dile kolay, ÖSS’de tam 1.5 milyon genç ecel teri döktü bu yıl. 1 hafta evvelki LGS (Liselere Giriş Sınavı) ye girenlerle birlikte yaklaşık olarak 2.5 milyon genç. Belki de çocuk demek daha doğru, birçoğu çocukluklarını yaşayamadan sürekli ertelemek zorunda kalıyor çünkü. Gazetedeki haber şöyle diyor: “ÖSYM başkanlığı, adayların son günlerini dinlenerek geçirmeleri, sınav günü ise besleyici bir kahvaltı yaparak, en geç 8.45’te sınav salonlarında hazır bulunmaları, yedek kalem, silgi ve su bulundurmaları, rahat bir kıyafet giymeleri öneriliyor.  Yazık ki sınava girenlerin büyük çoğunluğu gönlünce bir yere yerleşemediği için umutlarını sonraki yıla taşıyacak, tabi buna sabrı ve gücü yeterse… Sınava giren 2.5 milyon öğrenciye ilaveten dışarıda ter döken, ana-babalar, büyükanne ve büyükbabalar, kardeşler vs. de dahil edilirse 10 milyona yakın insan o günlerde nefesini tutuyor demektir. Büyük rakam!

ÖSS sınavına gireli yirmi yılı aşkın bir zaman olmuş. O zamanlar başvuran sayısı daha azdı sanırım ama yarattığı stresi gayet iyi hatırlıyorum: Sınav günü erkenden kalkmıştım. Sınav o günlerde  “67 il ve Lefkoşa’da” yapılıyor. Ben de işte o Lefkoşa’da gireceğim sınava. Karpaz’ın bir köyünde oturuyoruz. Önce otobüsle Magosa’ya, oradan da taksi-dolmuşlarla Lefkoşa’ya geçmem gerekli. Güneş ışıklarının köyümüzü yeni aydınlatmaya başladığı o rahatlatıcı sabah serinliğinde, erkenden kalkıp tam giyinmiştim ki; “nereye böyle?” diye sordu babam. Önemli bir sınavım olduğunu gitmem gerektiğini söyleyince, hiç hesapta olmayan bir tepkiyle karşılaşmıştım.

 

“Ne sınavıymış bu böyle Pazar Pazar?!” diye hiddetlendi. “1 haftadır ortalıkta görünmüyorsun zaten, bahçe ve nar ağaçları kurumak üzere, evde olduğun bir tek pazar günün var, hiçbir yere gidemezsin. Bu sıcağa bir gün daha dayanmaz ağaçlar…’’ !?! Haklı olmasına haklıydı, tabi kendince. Bahçesi ve ağaçları çocukları gibiydi. Pek bir gelir getirdiğinden falan değil  ama yaş bir ağacı kurutmanın günahların en büyüklerinden olduğuna inanan eski kuşak insanlardandı. Kendi yiyeceğimiz ve eşe dosta dağıtmaktan arta kalanıyla, mazot parasını bile karşılamadığı bahçeyi yaşatmak için zamana, ekonomiye ve mantığa(!) ters bir inat sergilemekteydi. Yaşı ilerleyip, eski gücü onu terketmiş olduğu için, su motorunu çalıştıramıyordu artık. İnsafsız pancar motor beni bile terletmeden çalışmazdı. Ne var ki ben de haklıydım. Hatta daha da haklıydım. Bu sınav hayatımın dönüm noktasıydı. Kendi kendime iyi kötü hazırlanmıştım da. Bilgilerimin 1 yıl boyunca eskimesini, hele hele yaş haddinden harb okulu başvuru hakkımı kaybetmeyi göze alamazdım. Yalvar yakar tüm bunları anlatmaya çalıştım. Beni anlayacağını ümit ediyordum, ancak hiç de öyle olmadı.

“N’olacak, üniversiteyi kazanınca?” dedi beni hayretler içerinde bırakarak. Oysa okumamızı hep teşvik eder olmuştu. Kendisi özel çabalarıyla okuma yazmayı ancak sökmüştü. Bize hep daha fazlasını tembih ederdi. Devam ederek; “Sen benim son evladım son umudumsun, ağabeylerinin hepsi uçtu gitti, bense artık kocadım evlat, elim daha ne kadar iş tutar bilmiyorum, sen de çekip gidersen bu ağaçlara bu eve kim bakacak, bu ocağı kim tüttürecek? Oysa artık son güvencem sensin!”

İnanamıyordum, nefesim kesiliyor, göz yaşlarımın göz kapaklarımı zorlamaya başladığını hissediyordum. Her şeyi bırakıp, hayır dua almadan gitmek ise alışık olduğumuz bir davranış değildi. Öyle yaptığımda hemen mutlaka pişman olurdum çünkü!. Son bir ümitle bir teklifte bulundum. Bahçe bir km. kadar uzaktaydı, ben koşarak gidip motoru çalıştıracaktım. Boruları hazırlayıp sulamayı başlatacak, sonra babam gidip devam ettirecekti. Sınav biter bitmez dönüp yardıma gelecektim.  Keyifsiz ama “Tamam” dedi neyse ki. “Peki hadi git bakalım” deyiverdi, “Hakkında hayırlısı olsun!”

İşte o andan itibaren kelimenin tam anlamıyla zamana karşı bir yarış başlıyordu. Koşarak gidip, işleri tamamlayıp geri de koşarak döndüm. Islanan kıyafetlerimi hızla değiştirip Magosa’ya giden son minibüse kıl payı yetiştim. Ne var ki oraya vardığımda tüm taksi-dolmuşlar kalkmıştı. Sonuncusu ise dolmuş ve kalkmak üzere, arka koltukta oğluyla sınava gitmek üzere oturan hocamla göz göze geliyoruz! Başka çare yok. Saat başı Lefkoşa’ya kalkan İtimat Aş.’nin 08:00 otobüsü tek şans. Yol ortalama 1 saat sürüyor, hemen kalkması lazım ama kalkamıyor. Kalp atışlarım yeniden sıklaşıyor. Şoförü uyarıp duruyorum, ricalar ediyorum. Gecikmeli olarak kalkıyoruz. Yolda bu gecikmenin telafisi için dualar ediyorum ama nafile, aşırı temkinli yaşlı şoför bütün ısrarlarımı geri çeviriyor. Lefkoşa’nın dış mahallelerine geldiğimde inenler ve binenler sıklaşmaya başlıyor. Her seferinde çok düşük bir ivmeyle hızlanmasına artık tahammül edemeyip, neredeyse yürüme hızında gitmesine çaresizlikle isyan ediyorum. “Beğenmessan inip koşabiling be gardaş!” diyor şoför sinirli sinirli. Küçük Kaymaklı girişindeyiz. Her yıl koştuğumuz 3000 m.lik Atatürk koşusunun başladığı noktaya çok yakın! Çaresiz bir şekilde beklersem hiç şansım kalmayacak. Karar anı: Kaderin otomatik pilotundan çıkıp inisiyatifi kendi elime –daha doğrusu ayaklarıma- alıyorum. Ani bir hareketle hızlanmakta olan araçtan aşağı atlayıp koşmaya başlıyorum. Hiç olmazsa artık sinir harbi içinde kendi kendimi yemeyeceğim.

Tüm enerjim tükenmiş bir vaziyette, sınav salonunun kapısına geldiğimde korktuğum olmuş, sınav az önce başlamıştı. Terden sırılsıklamdım, o kadar hızlı nefes alıp vermekteydim ki tek bir kelime söyleyecek halim yoktu. Öğretmen hanım kapıya kadar gelip; “Sen S.A. mısın? Nerdesin evladım?” dediğinde sadece başımla ve yalvaran gözlerlerle onayladığımı hatırlıyorum. Nasıl bir yüz ifadem vardı bilemiyorum ama sanırım halim, söyleyecek pek fazla bir şey bırakmıyordu. Hayatımın bundan sonraki akışı tamamıyla o andaki dudak hareketleriyle alakalıydı. Önce bir sağa-sola baktı, sonra da beni hızla içeri aldı. İlk yarım saatin kendime gelmek ve terimi silmekle geçtiğini hiç unutmuyorum, tabi bir de ettiğim şükürleri…

ÖSS yi böylesi bir ölüm kalım meselesi halinde algılayan tek kişi ben değildim elbet. Halbuki hayatının başındaki genç bir insanın meslek seçimi böyle kabus şeklinde mi olmalıdır?  Kesin olan şu ki, gençlerin büyük bir kısmı bu dönemde öyle bir gerilim yaşıyorlar ki etkisi uzun yıllar kalıyor. Bazen de iyi bir kariyer sahibi olsalar bile yaşadıkları travmaların etkisi sosyal hayatlarında kalıcı defisitler bırakabiliyor. Dengede olması gereken eğitim/öğretimin, eğitim bacağı güdük kalıyor.  Önemli olan tek şey ÖSS yi kazanmak olunca, geri kalan her şey ikinci plana atılıyor.

Özellikle büyük şehirlerdeki gençler belli başlı meslekleri seçmeye yönlendiriliyor. Bunu başarmak için de aile ve okulları tarafından bir çoğunun kapasitelerini fazlasıyla aşan bir yarış ortamında ‘en iyi’ olmaya zorlanıyorlar. Bu çetin yarışın tozu dumanı arasında çocukluklar da çocukça masumluklar da göz ardı ediliyor. Kazanamama korkusu öyle gözde büyütülüyor ki sanal bir kabusa dönüşüyor. Körpe dimağlara daha çok bilgi alanı açma adına duygular, istekler, hevesler bilinmeyen bir zamana erteleniyor. Sınava kadar tüm ailecek yaşam duruyor sanki. Bazı gençler, kendilerini böylesi acımasız bir rekabetin yarış atları yerine koyan toplum ve ailelerinden sonradan bir şekilde intikam alıyorlar!…

Eğitim sistemimiz de ona göre biçimlendiriliyor. Kötü (!) ideallere kapılmama adına idealler yok sayılıp, idoller asılıp sürülüp yok ediliyor.  Öğretilmek istenenin dışına çıkılması istenmiyor, hatta caydırılıyor. ‘Düş kurma’ ve ‘düşleme gücü’, zaman kaybı olarak görüldüğü için önemsenmiyor. Oysa düş her şeyin başı, zekanın kaynağı, düşlemek ise farklılığın yaratıcılığın itici gücüdür. Düşlemeyi unutan insan, zamanla düşünmekte de zorluk çekiyor. Sonradanda kişisel gelişim seminerleriyle unutulan bu özellik yeniden kazandırılmaya çalışılıyor. Kitaplar, kişisel gelişim örnekleri tavsiye ediliyor. Herkes mor ineğini arıyor.

Şimdiye kadar bilgiye ulaşmak, bilgi sahibi olmak her şeyden önemliydi. Bu nedenle ezber hala işe yarayan(!) bir yol. Kanımca önümüzdeki yıllarda bilgiye ulaşmak çok daha kolay olacak, şimdi bile öyle aslında. Hızla yaygınlaşan bilgisayar dünyasında onlarca bilgi google sayfası kadar yakınımızda. Oysa gelecekte önemli olan bilgiye ulaşmak değil, o bilgiyle sentez yapabilmek, özgün, farklı çözümler üretebilmek esas ve aranılan bir özellik olacak. İşte bunun için  belki de çok fazla şey bilen değil, kıvrak, farklı, yaratıcı bir yapıya sahip olan, kısaca kendi bireysel özellik ve yeteneklerinin farkında ve bunları doğru kullananlar rağbet görecektir. Gözde bir meslek dalının sıradan bir üyesi olmak yerine sıradan bir mesleğin harikalar yaratan bir üyesi olmak çok daha aranılan bir şey olacaktır. Ancak her şeyden önemlisi düşünen, sevgi ve saygı dolu, uyumlu, çalışkan ve dengeli, ülkesini seven, varolmasını sağlayan değerlerine sahip çıkan bir insan olmak önemli olacaktır.

ÖSS sonuçları açıklandığında iyi bir puan almıştım. Bunda sınav öncesi yaşamak zorunda kaldığım stres nedeniyle salgılanan yüksek adrenalinin de etkisi olmuştur belki de. Buna rağmen öyle bir korku ve gerilimi kimseye tavsiye edemem doğrusu.

Babam ve bahçemize gelince; Kıbrıs’ın en kalitelisi narlarımız, son günlerde kanseri önlediğinin de ortaya çıkmasıyla büyük rağbet görmeye başladığında, tropikal sıcaklara dayanamayıp çoktan ve tamamıyla kurumuştu. Babamsa üniversiteye gitmeme mani olmadı. Yazları tatile geldiğimde bana doyasıya sarılarak okulumun ne zaman biteceğini sorup durdu. Ancak bittiğini de göremedi. Bense hala, gariptir ama sınav günü karşıma çıkan aksiliklere bir şekilde onun neden olduğunu düşünmekteyim.

Seyit Aydoğmuş