Hatırladığım ilk yılbaşı gecesi aktivitesini 1982’yi 1983’e bağlayan gece yaşamıştım. Annemle kahverengi bir battaniyenin altına geçip siyah beyaz tv’mizden TRT’nin yılbaşı eğlence programını izleyip, her nasılsa eğlenmiştik. Tabii çocuk kafam o kadar meşhur şarkıcıyı bir arada görünce büyülenmişti. Klasik TRT esprisi olan eskiyen yılı yaşlı ve eşyalarını toplayan dede; yeni yılı ise bebek olarak göstermeyi ise çok sevmiştim. TRT’nin o geceki sahne düzenini daha dün gibi hatırlıyorum: kocaman yuvarlak bir platformdan merdivenlerle sahneye iniyordu şarkıcılar falan. O zamanlar sene 1983’tü ve biz annemle battaniye altındaydık…

Yıl 2002, yer yine Mersin ve bizim ev. Annem yılbaşında eğleniyor. Üzerinde bu sefer pembe bir battaniye ve yine TV izliyor. Ulan aradan 19 sene geçmiş değişen tek şey battaniyenin rengi. Ha birde ben artık o battaniyenin altında değilim. Aslında daha fazla anlatmaya ne gerek var eğlence anlayışımızı… 🙂

Türk milleti bu yılbaşı eğlenceleri konusunda zaten daha baştan faul yapmış ve yılbaşının İsa’nın doğumgünü olup olmadığı konusunda akademik tartışmalara girip, her akademik tartışmada olduğu gibi bir sonuca varamayıp, “Amaaaaan bu kadehte İsa’nın şerefine” deyip kutlamaya devam etmiştir. Yani siz şimdi bunu espri zannediyorsunuz değil mi? 2001’e girerken dünya durdukça kıroları eksik olmayası güzel şehrim Mersin’in sokaklarında avare avare dolaşıyordum. Karşıdan 3 tane varoş çocuğu belli olan tip geliyordu muhabbet aynen şöyle: “Lan Aaamet, bugün İsa’nın doğumgünüymüş, gel la şurda kilise var bahçesine gidip şerefine içek”. Cevap ise kısa ve net: “…tme lan İsa’nı şimdi, sen carayı nereye koydun” (sigara istiyor zannımca). Tabii biz o anda sokak ortasında yarıldık. Zaten içinden nice Güzide Duran’lar çıkartası şehrim Mersin’in en güzel ve tek meydanı Cumhuriyet Alanı’nda 2002’de şöyle bir manzara vardı ki resmen dumur. 150’ye yakın muhtemelen doğu kökenli vatandaşımız halay çekip, semah yapıp, ellerinde şarap şişeleri, geçen polis arabalarını alkışlayıp “Türkiye sizinle gurur duyuyor” diye tempo tutuyorlardı. Polis ise korna solo ile onlara eşlik ediyordu. Bu arada “Haaaaaaaaaaaaaaaaayyttt ikiiiiiiiiiiiiiiibinikiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii” diye nara atan bir sürü vatandaşımız da yılbaşına huzur içinde giriyorlardı.
Nüfusun %90’ını teşkil eden bir çoğunluk için yılbaşı geceleri yeme-içme demektir. Zaten yılın 11.5 ayı sürekli birşeyler öğüten milletimiz (sahur ile iftar arası yarım ay sayılır), yılbaşı gecesinde de en iyi bildiği işi yapıp bol bol yiyip içmektedir. Benim en gıcık olduğum şey ise yiyecek başka şey yokmuş gibi paso tavuk yemeği yapmalarıdır…

Bu milletin tavuk yemeği ile bir derdi var! Ulan mezuniyet yemeğine gidersin, tavuk; düğüne gidersin, tavuk; kız arkadaşının evine misafir gidersin, tavuk; yılbaşı gelir yine tavuk. Sanki kainatta yiyecek başka şey yok. Yaw bu tavuk öyle menem birşeydir ki literatürümüze girmiştir. Bu milletin “tavuğu sersemken ….eceksin” diye bir deyişi bile var yahu. Yemeyi bıraktık, cinsel ilişkiye bile giriyoruz bu melanetle. Zamanında kız arkadaşıma “eğer size yemeğe gelirsem, yalvarırım annen tavuk yapmasın” dediğimi hatırlıyorum. Hadi şnitzeli falan güzeldir, severim yerim de; böyle ortamlarda tencerenin içinde bir bütün halinde tavuk cesedi gelir ve plofff diye önüne konur. Sen de mal mal uğraşırsın yiyeceğim diye. Hele bir de bacağı falan düşerse vay haline. Tamam en güzel yeri bacağı ama ben ne zaman yemeye kalksam kıkırdağı denk geliyor ve sinir oluyorum. Iyyyykkk!!! Neyse yeter bu kadar tavuk muhabbeti. Kısaca ben tavuk sevmiyorum ve Türk milletinin bu tavuk merakı sosyolojik bir vakadır.

Diğer bir sosyolojik vaka ise yılbaşı tüketilen kuruyemiş rekoltesidir. Yani inanılmaz bir olay yahu, Türk milletinin kuruyemiş tüketimi konusunda gösterdiği kitlesel bütündeki motivasyonu bir kere de Kurtuluş Savaşı’nda göstermiştik. Herkes o gece sözleşmiş gibi en az yarım kilo fındık fıstık yiyor. Biz bu motivasyonu gündelik hayatımızda göstersek ne kriz kalır, ne de sorun. Dünya milletlerine sorun ülken için naptın diye. Japon “1 saat ekstra çalıştım” der, Alman “2 saat çalıştım” der; Amerikan “çöp topladım” der; bizimkiler ise “yılbaşı gecesi fındık fıstık yedim”. Bizim kuruyemişçiler de işi öyle azıtmışlardı ki 2 kilo karışık yemiş alana 2.5 litre Pepsi bedava. Zaten biz bedava lafını duyunca yörünge değiştiren bir milletiz. Annem geçen gün kendine parfüm alacak, parfümün bir fiyatı var “Ohaaa” dedim, “Ama yanında çanta veriyoooor” dedi. Biz 5 milyonluk çantayı almak için onlarca milyonluk malı alan bir milletin evlatlarıyız. (Gerçi sonuçta kadın milleti, alışveriş konusunda ‘bug’lı yaratılmışlar). :)) Bu milletin evlatları da hububat ve kuruyemiş tüketim konusunda hamster va papağanlara rahmet okutur. Aaa unutmadan size sadece tek bir kelime yazacağım ve bu kuruyemiş konusunu kapatacağım: Ayçekirdeği… :))

Tabii yılbaşı yemekleri tavuk ve kuruyemişle bitmiyor. Eğlence=yemek olan ülkemizin o geceki menüsünde sırada meyveler geliyor. Bu konuda özellikle Mersin aşmış bir şehirdir. Mersin, coğrafya kitaplarından da bildiğiniz üzere turunçgiller cenneti ve portakal, mandalinagillerin envai çeşidi ucuz ucuz her yerde bulunmakta. Keza aklınıza gelen her türlü meyveden de bol bol ve ucuz bulabilirsiniz. Ben Ankara’ya ilk geldiğimde limon ve elmaların tane hesabıyla satıldığını görünce dumur olmuştum. Hadi elma Grannysmith onu anlarım da, bizim Mersin’de dönüp bakmadığımız kurumuş limonları büyük marketlerde sanki altındanmış gibi taneyle satmalarına acaip bozulmuştum. Hatta halen çok zaruri haller dışında Ankara marketlerinden limon almam. Zaten koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derlermiş. 😛 Neyse biz milletçe yılbaşı gecesi toplu halde vitamin depolarız. Aslında şimdi düşününce tavuk, kuruyemiş, meyva falan acaip besleyici ve vitaminli yiyecekler. Bizim milletimizin düz mantıkla o kadar vitaminden sonra 1 ocak ve 2 ocak günleri acaip üretken ve yaratıcı olmaları gerekiyor di mi? Aslında üreteceğiz üretmesine de o yediklerimizi öğüteceğiz derken 2 gün kendimize gelemiyoruz ve o altın çağı harcıyoruz. Devletimizin bu konuya da el atmasını bekliyoruz. :))
Yerken içerken milletçe en büyük zevkimiz, gündelik hayatımızda Show Haber izlemek; yılbaşlarında ise geleneksel olarak şarkı türkü dinlemektir. Gerçi Reha arada sırada iğrenç görüntüler getirse de, genel olarak Show Haber yemek yerken izlenebilecek en ideal aile programıdır zannımca. Ben şahsen ne zaman yemek için TV karşısına geçsem, direk Show Haber’i açar: “Maymun Fifi, bugün sünnet oldu” tarzında haberlerle keyifli keyifli tıkınırım. Yılbaşlarında ise daha da keyifli olur. Yıl boyunca allahın hergünü izlediğim İbrahim Tatlıses, Sibel Can, Ebru Gündeş üçlüsünü sanki çok özel birşeymiş gibi yılbaşında naralar atıp sunan tv’leri izleyip salak yerine konmak acaip hoşuma gider. Gerçi ben bu senenin yılbaşı programlarını pek sevdim. (Valla eleştirmeyeceğim). Önce Show TV’nin Şaziye, Zorba, People gibi “gözde” mekanlardan yaptığı canlı yayınları büyük keyifle izleyip beyaz gömlekli, saçları geriye jöleli, yanık tenli ve genelde adları “Serdar, Cem, Berkcan” olan Türk gençleriyle kendimi özdeşleştirirken; aynı fabrikadan çıkmış gölgeli düz saçlı, DKNY tişörtlü, saçlarını arkadan toplayıp öne kuyruk şeklinde atmış ve genelde “Burcu, Selin, Zeynep” isimli kızlarımıza da aşık oldum. 🙂 Yalnız benim anlamadığım şu ki bu arkadaşlarımız dünyanın parasını verip oralara geliyorlar ve kafaları cep telefonlarından hiç kalkmıyor. Ulan sağa sola bak beee, hadi ben evdeyim; belki bir arayanımız olur diye bakıyorum cebime de, teyzem sen oralara niye gittin. (El cevap: arkadaşını arayıp yada mesaj atıp ‘şu anda Kenan’ı dinliyorum çok hoş; keşke sen de burda olsaydın’ deyip çatlatmak için).Bilmiyorum ama benim eğlence anlayışımda o kadar sigara dumanı altında, kıçımı sağdan sola çevirirken 3 kişiye çarptığım bir mekanda, dans etmek adına sadece ellerimi havaya kaldırabildiğim bir ortamda bulunmak olmadığı için pek de anlayamayacağım bu tarzı. (Zaten o tarz da ‘Hasan beni anlasın’ diye ölüyor ya!). Bu gençlerimizin anne-babaları da Maksim tarzı bir gazinoda Adnan Şenses-Mahsun ve Seda Sayan üçlüsünü dinliyorlardı ki akıllara şenlik. Ben sadece şu şarkıyı sözünü duyunca kanalı değiştirdim. “Benim adımm Kadırgalı, hem dobrayım; hem fiyakalı…”.

Diğer izlediğim eğlence tarzı ise People’daki tekno parti. Gerçi ben ritmli her türlü vibrasyonu tekno olarak algılıyorum ama onlar da aralarında trance, house falan diye ayrılıyorlarmış ben pek aralarındaki farkı bilmiyorum arkadaşlar mazur görsünler. Şarkı diyemiyorum bunlara çünkü dediğim gibi ritmli vibrasyon. Adamlar Şahin arabasına yeni sistemi taktırmış Mersin hemşolar gibi sesi sonuna kadar öyle bir açıyorlar ki siz dans etmeye niyetiniz yoksa bile şiddetinden yerinizde zıplamaya başlıyorsunuz. Mazallah bizim dünya durdukça piyano çalası sevgili eski dekanımız Oğuz Hoca’yı böyle bir mekana bırak, 15 dakika sonra fakülte dekansız kalır.

Şimdi diyeceksiniz ki “Eee Hasan peki sen nasıl eğleniyon?”. Valla arkadaşlar ben çok eğleniyom ama benim eğlence anlayışım Oğuz Yılmaz ile Kylie Minoque arasında gidip geliyor. (Bu aralar en sevdiğim iki parça Kylie’nin nan nan naaa ritmli şarkısı ve Oğuz Yılmaz’ın ‘Çekirgeyi salıverdim yazıya, ot koymadı koymadı koyun ile kuzuya’ girizgahlı şarkısı da…) Anlayacağınız tabiri caizse piyasa. Gerçi şunu da ekleyebilirim: tam bir Türk genci. Biz Türk gençleri her ne kadar avrupai tekno partilerinde boy gösterebiliyorsak ta mesela bir Kasap Havası çalınca tüm karizmayı bırakıp sarılıp halay çekmeye başlıyoruz (karizmayı bozmayacağım diye çekmeyenin de ta…). Her ne kadar kültür erozyonuna uğrarsak uğrayalım, her ne kültürde yaşıyorsak yaşayalım, bazı özelliklerimiz hiç kaybolmuyor. Geçen gün bir düğüne gittim bayağı kelli felli adamlar falan vardı. Düğün sahibi de karizma yapacak ya, gitmiş soprano getirtmiş. Yuhh! dedim. Hatun bir arya okuyor, dudağınız uçuklar. Gerçi bizim düğündekilerin aryaya bakışı, tavuğa iyi meze oluyor olduğu için kafaları bir tabağa bakıyor bir kadına. Kadın orda kendini yırtıyor, bizimkilerin çene sürekli öğütüyor falan. Yanımdaki arkadaşa dedim ki bak sen birazdan “Aman bulguru kaynatırlar” çalsın da gör bu karizmaları. Az sonra bir çingene piyanist şantör çıktı. Vurdu 1/8’lik ritmi ve başladı “Aman bulguru kaynatırlar” diye. Allahımmm görecektiniz sahneyi, o karizma beyler bayanlar haydaaaa sahneye. Ceketini beline saranlar mı dersin, eline mendil alıp sallayanlar mı… Sonuçta acaipte eğleniyoz bu şekilde, ne tavır yapıyorsunuz farklı olmak için. Bizim partide de Saklıkent trance ve tekno çalan bir DJ getirmişti. 3 saat o ritmli vibrassyondan zaten tepem oyulmuş vaziyetteyim tipin teki geldi. “Ayyy biz ODTU’de hep house takılırız, siz tekno mu çalıyorsunuz, ne zayıff!!!” yaptı. Valla o anda o sinirle adama bir koyacaktım ODTU’ye kadar uçacaktı. Zaten bu kodumun özentileri yüzünden artık eğlenemiyoz bile. O gecede o DJ’e amma küfrettim yahu. Ahh ahh bir Tarkan bile çalmadı!!!

Tarkan dedim de aklıma geldi. Türk milletinin ses sanatçısı olarak en büyük 3 ismine bakın. Zeki Müren, Bülent Ersoy, Tarkan. Zeki Müren eşcinsel, Bülent Ersoy transseksüel, Tarkan biseksüel. Şimdi bir Avrupalı gelip bu 3 isme bakınca nasıl bir toplum olduğumuzu düşünür sizce. 🙂 Eşcinselliği kesinilikle reddeden, hatta birbirimiz aşağılamk için kullandığımız; eşcinsellerin hayatını kararttığımız bir toplum olduğumuza inanır mı? Adama namus muhabbeti yapsan, o size 3 tane örnek gösterir susturur oturtur yerine. Peki burdan çıkartabileceğimiz hisse ne: Biz -Kadir İnanırın deyimiyle- cinsi kırıkları seviyoruz. 🙂

Şimdi benim burdan eşcinsellerle problemim olduğu yada herhangi biryere eleştiri yaptığım düşünülmesin. Bilakis yıllardır İletişim Organizasyon Grubu’ndaki öğrencilerime sağda solda eğlence yapacaksanız eğer mutlaka bir gay bulun da azıcık eğlenelim derim. Osmanlı’da zenneler vardı, şimdi onların yerini -İsmail Türüt’ün deyimiyle- yumuşaklar aldı. Ve biz bu yumuşakları seviyor ve talep ediyoruz ki yüzyıllardır sahnelerimizden eksik olmuyor. Yaw mesela Aydın. Bu adamı izlerken bile o kadar eğleniyorum ki bir de ortamına gitsem iyice coşarım herhalde. Gerçi ortada Fatih Ürek isminde bir facia da var ama olsun her kurtlu baklanın kör bir alıcısı bulunur. Geçen gün İletişim Organizasyon Grubu’yla bir yemeğimiz vardı fasıla gittik. Bir şarkıcı çıktı, teyze resmen hiperaktif yumuşak. Yani şimdi amca demek isterdim ama bizim çocuklara “kocacım” diyen bir zata da teyze daha uygun olurdu. Valla ben hayatımda o gece eğlendiğim kadar çok az eğlenmişimdir. (Merak edenlere: Tunalı McDonalds’ın karşısında Delidolu Meyhane, teyzenin adı da Deniz; o gece dans ettiğin yakışıklıların sana selamı var deyin, bilir) :))

İçelim güzelleşelim…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...