2009 Mayıs ayında, 23 sene önce arkamda bıraktığım ve asla geri dönmem dediğim, Adana’ya gelmiştim. Haziran ayı içinde de, Adana Demirspor’un (ADS) Başkanı Bekir Çınar ile görüştüm. Daha önce yaptıklarıma benzer bir çalışma yapmak için anlaştık. ADS 209-2010 sezonunda kendisine yüksek hedefler koymuştu ve Bekir Çınar’da elinden gelenin en iyisini yapmaya hazır görünüyordu.

İlk çalışmamı, ADS Futbol Takımı ile ilk kampları olan Yozgat’a giderek gerçekleştirdim. Futbolcular tam anlamıyla bir takım olamamışlardı çünkü henüz yolun çok başındaydık. Bana ve yapmayı planladığım çalışmaya sıcak bakmakla birlikte, sporcuların şüpheleri de yok değildi. Çünkü futbol çok farklı bir spordu! Bununla birlikte, son derece açık, etkin ve keyifli bir iletişim kurabildik. Bu çalışmaları ikinci kamp süreci izledi.

O zamanlar Teknik Direktör olan Abdülkerim Hoca ile antrenörler Alp ve Hakan Hoca’lar çalışmama önce neler olacak şeklinde yaklaşırken, sonraları sıcak bakmaya başladılar. Karşılıklı bilgi alışverişleri bizleri yakınlaştırırdı da. Hedefim yönetim, teknik ekip, futbolcular ve taraftarlar ile tam bir takım ruhu yaratmaktı. Çünkü ancak ve ancak, takım ruhu ile her zorluğun üstesinden birlikte gelebilirdik.

ADS 2009’da yıllardır yapılmamış bir açılış gerçekleştirdi. Herkes şampiyonluk bekliyor, sürekli şampiyonluk sözü veriliyordu. Görkemli açılışın yanı sıra, daha ilk görüşmemizden itibaren, Bekir Çınar, benim kurucuları arasında yer aldığım L’accadémia Areté’nin de desteği ile, Livorno Futbol Takımı’nı Türkiye’ye getirmemizi rica ediyordu. Bu süreci sevgili Lino Barbasso’nun desteği ve tanıdığımız herkesi de aracı koyarak ve oldukça başarılı bir şekilde, Ekim 2009’da gerçekleştirdik. Yıllar sonra Adana bir yabancı takıma, üstelik Serie A’nın haşarı çocuğu olan Livorno’ya ev sahipliği yapıyordu!

Sonrasında da çalışmalar devam etti. İlk genel toplantıda takım olmak ve liderlik üzerine konuşmalar yaptık; amacım herkesin herşeyi konuşabileceği bir ortam yaratmaktı. Yöneticiler, teknik ekip ve tüm futbolcular duygu ve düşüncelerini bu çalışmada ifade ettiler. Adıyaman maçı, tüm gerginlikler, verilmeyen bir gol ve 1-0 mağlubiyete rağmen, ADS’nin Takım Ruhu’nu yakaladığı ilk maçtı.

Sonra aniden birşeyler oldu; daha doğrusu aniden gibi göründü ve sanki herşey tepetaklak olmaya başladı: Finansal sıkıntılar alıp başını gitmişti, kaynak yaratılamıyordu, lig başında planlama yapılmamış ve lig başlar başlamaz çekler geri dönmeye başlamıştı. Garanti Bankası ile yapılan bir Flexi Card anlaşma vardı ve Başkan Bekir Bey, Başkan Yardımcısı Metin Bey ve ben bir öğle yemeği sırasında anlaşmanın ADS’yi daha fazla desteklemesi için görüşmeler yaptık. Sonuç Garanti Bankası’nın gönülsüzlüğü ile ADS’yi destekleyebilecek şekilde gelişmedi. Hazırladığım bir pazarlama programını Bekir Bey ile paylaştım. Ama öncelikler hemen para bulmak üzerineydi. Dahası büyük bir açılış, ulusal anlamda yankılar bulan Livorno maçı ve şampiyonluk söylemleriyle coşmuş olan ve yıllardır şampiyonluk hasreti çeken taraftarlar da tahammülsüzlük gösteriyorlardı. Stadyumda sarfedilen küfürlerin sonu gelmiyor ve alınan yenilgiye de katlanılamıyordu. Olan oldu ve teknik ekip ile yönetim bir yenilginin hemen ardından ve aynı gün, birbiri ardına istifa etti. O günkü şaşkınlığımı kelimelerle ifade edemem ama şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Ama Pazar günü maç var ve bugün Çarşamba; ne yani Takım’ın başında kimse yok ve olmayacak mı?”

Görev tanımım çok üzerinde bir gayretle, yönetim kurulu üyelerinin her birine ayrı ayrı bir durum analizi sunmamdan hemen sonra, durum daha da sahipsiz kalınarak, vahimleşti. Önlemler alındı, yeni teknik ekip göreve başladı, Kongre’de eski yönetim yeniden seçildi ama futbolcuların sorunları sona ermedi. Kimse ödeme alamıyordu ve bana bir gün şöyle dediler: “Hocam, sana olabilecek sorunların hepsini söylemiştik, dediklerimiz arasında gerçekleşmeyen kaldı mı? Bu Türkiye’de futbolun gerçek yüzüdür.”

Genel olarak futbolcular için bana pek çok olumsuz şey söylenmişti ancak ben ADS’nin bu seneki ekibinde yer alanlar kadar yürekli herhangi futbolcu olabileceğine inanmıyorum. Bu süreçler yaşanırken “herşeye rağmen,” bizim kendi aramızdaki motivasyon cümlesi oldu. Bu adamlar gerçekten de, kapılarına dayanan icralar da dahil olmak üzere, herşeye rağmen ve bu yazıyı yazdığım şu dakikalara kadar paşa paşa oyunlarını sergilediler. Bununla birlikte, beni eski teknik ekip kadar desteklemeyen yeni ekip sebebiyle futbolcularla istediğim şekilde toplu görüşmeler yapamadım. Başkan Bekir Bey veya Metin Bey’e tüm telefonlarıma rağmen ulaşamadım. Hedeflediğim rakım ruhunu oluşturmak yönetimin istifası, olan biteni cevapsız bırakması vs. sebeplerle mümkün olmadı. Son olarak aylardır, tıpkı futbolcular gibi, ben de anlaşmam gereği ödemelerimi alamadım ve daha da vahimi, aralık ayı itibariyle takımdan bir anda pek çok oyuncu çıkarıldı…

Yönetmek ilginç bir süreçtir ve aslında insanın kendisini, firmasını, derneğini veya kulübünü yönetmesi birbirinden pek de farklı değildir. Çok basit bir açıklama ile; önce bir vizyon oluşturur, sonra o vizyona ulaşmak için elinizdeki kaynakları gözden geçirir ve gereken ek kaynakları tespit edersiniz. Bu verilerle bir planlama yapar, zaman zaman da, planların gerçekleşme durumunu kontrol ederek, gerekli değişimleri yaparsınız. Basit görünmekle birlikte, ilginç olması herhangi aşamasında aksaklık yaşanmasının, yönetimin tüm sürecine çığ misali etki etmesindendir. Yani, sık sık geribildirimler almaz ve iyileşme sağlamazsanız, işler gibi görünen şeyler bir anda tepenize çöker!

İşte Adana Demirspor’da 2009 yılında olanlar da böyle bir sürecin; yani çığ düşmesinin, yıllardır tekrarlanan yeni gösteriminden ibarettir. Ama genel bir gözlem yaparak söylemek istediklerim var.

Öncelikle takımların alt yapılarının yetersiz olduğunu, en azından profesyonel takımı desteklemek üzere yürütülmediğini, fark ettim. Oysa spor, içinde geliştiği coğrafyayı desteklemek ve geliştirmek üzere yapılmalıdır. Acaba yetişmiş bir futbolcuya x para vermek, emek sarf ederek yerel futbolcular yetiştirmekten daha mı kolay?

İkinci olarak, Yönetim Kurulu ile Yönetici kavramının ayrılmadığını ve Başkan’ın kulübü istediği gibi yönettiğini veya yönetemediğini fark ettim. Oysa Yönetim Kurulu ile profesyonel yönetici kavramlarının ayrılması ve her kulübün, tıpkı bir firma gibi, yönetilmesi gerekir. Bu yönetim kulübe finansal geliri sağlayacak pazarlama faaliyetlerini de beraberinde getirir. Acaba Yönetim Kurulu üyesi olup da medyatik olmak, iyi bir yönetimden daha mı öncelikli ve asıl amaç acaba tanınmış olmak mı?

Üçüncü olarak, ADS’de kısmen görülse de, futbolculara ödeneceği vaat edilen ücretlerin, krizden önce yatırım ve emlak piyasalarında görülene benzer şekilde, gerçek ederlerinin çok üzerinde olduğunu düşünüyorum. Bu şekliyle hemen her futbol takımı finansal bir darboğaz içinde kıvranıyor. Acaba gösteriş merakıyla birlikte gelişen olmayan parayı harcamak fiili, futbolda da mı geçerli ve herhangi yaptırımı da olmadığı için sorumsuzca mı davranılıyor?

Son olarak, herşeyin para olduğu bir futbolda, insanı insan eden erdemlerden uzaklaşıldığını hüzünle gördüm. Bu şekliyle her futbolcu herhangi takımda oynayabilir veya kovulabilir (ve hatta ücreti ödenmezse, Federasyon bir şekilde öder), her yönetim veya teknik ekip işi sıkıya gelince

istifa edebilir, her taraftar parasıyla değil mi misali (hani bilet veya herhangi kulüp ürünü satın aldılar ya) futbolcuya istediği küfür veya hakareti edebilir durumuna gelinmiş olunuyor… Oysa spor, tıpkı sanat gibi, politik veya şahsi emellere alet olmadan içinde yer aldığı kültürü ve coğrafyayı ifade edebilmeli ve insanları Birlik’e taşıyabilmelidir.

Bu yazı bana yüzlerce email veya mesajla ulaşmaya çalışarak benden yorum isteyen ADS taraftarlarına cevaben, sevgili ADS camiasına teşekkür niyetine ve deneyimlerimi de ilgi duyan herkesle paylaşmak adına yazılmıştır. Umulur ki, futbol bu başıbozluktan sıyrılarak, spor olma özelliğine yeniden kavuşşun!

Deniz Kite