30+ yaşamımın neredeyse yedi senesini memleketten uzak geçirmiş biri olarak, yurt dışında yaşayan, yaşamak isteyen arkadaşlar ya da yurt dışında yaşamayı merak edenler  için kültür şoku türleri gözlemlerimi aktarmak vakti geldi diye düşündüm dün bir ara. Gurbetçi olmak 1992’lerde kaldı. Artık orası burası diye bir yer de yok bana göre, ama kültür şoku hepimiz için devam ediyor ve edecek.

 

Kültür soku, bazı durumlarda elektrik sokundan beterdir. Bu sok, en basitinden yıllarca “Ahmet ile bay yanlış” tarafından kafamıza kakılan karşıdan karşıya gecme derslerinde “önce sola bakacaksın sonra sağa” söyleminin, İngiliz ve İngiliz sömürgesi ülkelerde tam tersine isleyişiyle baslar. Artık Bay yanlış, yanlış değildir, Ahmet ise yalan söyleyen yaramaz, sinsi bir çocuktur. Zaten yanlış ya da doğru diye bildiğimiz her şey kültür şoklarımız sırasında alt üst olur.

Algılarımız nereye bakacağını, dokunacağını , duyacağını, koklayacağını şaşırır, gelen bilgi bombardımanı karsısında üç ay ile bir yıl arası kafayı sıyırma noktasına geliriz. Sonra yavaş yavaş yeni yasama alışırız. Hatta ilkten bize sok gibi gelen şeyler normalmiş gibi olur, bu sefer Türkiye’ye tatiller için bir iki yılda bir geri döndüğümüzde unuttuğumuz durumlar karşımıza çıkar, yine şaşırırız, yeni şoklar yaşarız. Bizi eskiden tanıyanlar yeni halimizle, konuşmamızla, tavırlarımızla dalga geçer. Bazen haklılar da çünkü arada yurtdışında yasayan ukalalar vardır ki (hani altı ayda turkceyi unutanlar gibi) o ayrı bir konu olsun. Kısaca yurtdışında yasamayı seçmiş insanlar için hayat, tam bir beyin sulanması halinde geçer.

Benim ilk bariz şoklarım 1996 senesinde gerçekleşti. Pek İngilizce konuşamasam da çok esnek karakterde, uyumlu bir yapım olduğunu düşünüyor ve çalışmaktan korkmuyordum. Gelmeyi de çok istemiştim, o yüzden hemen alışacağımı düşünüyordum. Kazın ayağı öyle değilmiş; bir gün baktım uçağım Yeni Zelanda’ya inmiş bir gün baktım aradan ilk on gün geçmiş. Zamanı tutamıyordum. Hayatımda günlerin böylesine çabuk gectigi bir donem daha hatırlamıyorum. Bunu da “keşfetme” duygusuna bağlıyorum. Üstelik bu keşfetme duygusu, yabancı bir ülkeye gelince zorunlu bir dürtüdür, neredeyse hayatta kalma dürtüsü gibi birsek.

Yeni Zelanda’ya gelen her Türk genci gibi Türklerin sahibi olduğu kafe ve restoranlarda iş bakmam icap etmişti. Param hemen bitmişti, çünkü dolarların sıfırlarına Türk parası muamelesi parası sıfırı yapınca bir kaç bin dolarcık iki ay bile yetmemişti. Çalışma iznim olmadığı ve İngilizcem anlaşılmadığı, benim de onları anlamadığım için çalışacağım mekanlar ve isler kısıtlıydı. İlk işim tam bir ayakçılığı ve bulaşıkçılığı gerektiriyordu. Bu “vasıfsız isçilik” durumu o zamanlar içime oturmadı değil ama bu donemin bana kazandırdıklarını dünyada hiç bir okul, öğretmen veremezdi. Evde toz almaya bile üşenen, anasının kuzusu, şımarık ben; koca bir restoranı temizleyip bütün döner makinelerinin bulaşıklarına kadar yıkamaya başlamıştım. O günlerin hatırına buğun bile evde is yapmak çocuk oyuncağı gibi gelir.

İlk donemler ayakta kalmanın, çalışmanın acısı vardı vücudumda. İş bitip, ne kadar duş alsam da burnuma sinen yemek ve bulaşık kokusundan kurtulamadığım halde yatağa yattığımda yorgunluktan uyuyamaz, vücudumun ağrısından sessiz sessiz ağlardım. Biliyorum burası biraz dramatik oldu, ama vallahi de öyleydi, şimdiki halime özenip Türkiye’den “ ah keşke ben de senin gibi rahat bir ülkede yasasam, beni de yanına al, seni çok kıskanıyoruz” diyen tanıdıklara, arkadaşlara duyurulur. İlk defa bu dönemleri halka açıklıyorumdur, ona göre.

Bu ilk yerimdeki en unutamadığım kültür şoku anım ise simdi bile aklıma geldiğinde beni gülümsetir. Çalıştığım mutfak restoranın ortasındaydı ve açık mutfaktı. Yani içeriye gelen gideni görebiliyorduk, onlar da bizi görüyordu. İki bölümlü restoranın tam ortasındaydık. Arka taraf sigara içilen kısım, ön taraf da içilmeyen. Özellikle her cuma cumartesi anormal kalabalık oluyordu. İnsanlar evde yemek pişirip toplaşmaktansa dışarı çıkmayı tercih ederler burada daha çok. O yüzden de hafta sonlarında bir parti grubu olması olağandır. Ben her zamanki gibi bulaşığıma ve hayallerime dalmışken bir ara kafayı dondurup  giriş kapısına baktım. İçeriye üniformasıyla bir polis kadın girdi. Onu görünce neredeyse bayılacak gibi oldum. Kafamdan binbir düşünce geçti. Türküz ya, herkes gibi benim de polislerle ilgili anılarım var. Bana göre polis istediği gibi kimlik sorar, soru sorar, beğenmezse çeker merkeze… Çalışmam yasak olduğu halde çalışıyordum ve bu kadın polis kesin benim için gelmişti. Acaba arka kapıdan kaçsa miydim ya da ne yalan söyleseydim, beni şimdi durduk yerde sınır dışı yaparlar mıydı, böyle bir düşünce tufanı geçti saniyelerle aklımdan.

Ben öyle gözüm kararmış, tansiyonum duşmuş, kalbim gümbürdemiş halde polis kadını izlerken arkadan bir de elinde koca bir müzik setiyle bir adam daha girdi ve yüksek sesle bir şarkı çalmaya başladı. Polis kadın ilk önce şapkasını çıkarıp saçlarını sağa sola dağıttı ve bir müşterinin yanına gitti. Bu arada o yarı sarhoş müşterinin masasında oturanlar da çiğlik atıyorlar, gülüyorlardı. Aa bir baktım ki polis kadın üstte başta ne varsa çıkarmaya başladı dans ede dans ede. Meğer o adamın doğum günüymüş, arkadaşları da striptizci kiralamışlar! Bense hala Yeni Zelanda polisinin ne kadar değişik, içten ve insan sever olduğunu düşüneyim ve bulaşığa devam edeyim…