Anneannemin Adapazarı’nda yaşadığı yıllarda tanıdım, beni ona kavuşturan treni ve İstanbul’da üniversite öğrencisi olduğum yıllarda pekiştirdim onunla dostluğumuzu…
 
Şimdilerde öndekinin ensesini görecek şekilde dizilmiş, ikili koltuklu modern vagonlar yerine, yüzyüze bakılacak şekilde konuşlandırılmış aslen 2 kişilik ancak 3 kişi sığışabilir koltuklu vagonlar vardı. Ortada pencerenin altında küçük bir sehpa ve kenarında kapaklı küllükler bulunurdu.  Muhabbete teşvik edici bu ortamda, “Sizin yolculuk nereye? ”  konulu sohbetler edilir,  yolculuk esnasında beraberinde getirilen ya da seyyar satıcılardan alınan yiyecekler ikram edilirdi. Yolculuk süresince koyulaşan sohbetin tadına doyamayanlar, yine görüşelim temennileri ile birbirlerinden ayrılırlardı.

Hani bazı insanlar vardır, hemen hemen her ortamda aktif dinleyici olsun olmasın konuşmayı çok severler. Parkta, restoranda, maaş kuyruğunda hiç fark etmez. Pek muhatap aramazlar. Kah yanındaki ile kah karşıda oturan ile konuşurlar teklifsizce… İşte trenlerde bunlardan bir hayli görebilir, sayelerinde o yolculuk nasıl geçti anlamazsınız.

Bir tren yolculuğumda, yalnız seyahat eden yaşlıca bir kadın, muhabbetiyle tüm vagonu esir ediyordu. Hemen her konuda sürekli konuşabiliyordu. İstediği kişiye saati soruyor, istediğine hava durumunu, istediğine İstanbul’a ne kadar süre kaldığını… Tren biraz fazla mı bekledi istasyonda, hemen yorumunu yapıyordu: “Diğer treni bekliyor, makas değiştirecek”

Bilmediği yoktu teyzemizin…  Simit satan çocuğu yakalayıp  “Simitçi!.. Taze mi simitler?” diyor ve daha simitçi nefes alamadan devam ediyordu “bayat simitleri ısıtıp ısıtıp satıyormuşsunuz, doğru mu?..” Ardından pişmaniyeciyi durduruyor “İzmit’in mi bunlar ?”, adam ağzını açamadan  “Sanki, değil gibi” diye arkasından devam ediyordu yeni sorularla, çok bilen teyzemiz…

Bostancı’da daha tren yeni hareket etmişti ki ani bir frenle tekrar durdu . “Herhalde bir terslik var” diye düşünen herkes yerinden kalkıp pencere ve kapılara üşüştü. Ama pencereden bakanlardan önce, ne olduğunu kesin(!) bilen biri vardı aramızda… Tabii ki o teyzemiz… İlk kulağımıza gelen bağrışmalardan,  trenin birine çarptığını öğrenirken, yaşlı teyze senaryosunu  kamuoyu ile paylaştı “İntihar etti adamcagız !! Tabi ne yapsın? Geçim derdi, çoluk çocuk, kira… Bir emekli maaşı ile nereye kadar?!!”

“Dur teyze hemen kötü şeyler düşünme”  dedik ama  “ Yok oğlum yok, kesin gitti o…“ diye ısrar etti kendinden emin teyzemiz… “Ölecek gibi atlamıştır o adam trenin altına…”

“Ya teyze ağzını hayra aç,  Allah korusun ”  derken…

İşin aslı öğrenildi, hareket halindeki trene binmeye çalışan biri dengesini kaybedip düşmüş,  neyse ki ucuz atlatmış, ciddi bir şey olmamıştı. Derin bir “oh” çekti herkes ve yerini başkasına kaptırmadan oturmak için aceleyle yerlerine döndüler.

Yaşlı teyze bozulmuştu. Kehanetleri şapa oturmuştu çünkü!  Herkes kötümser teyzemize “Hani ne oldu?”  der gibi bakarken değerli teyzemiz son sözü söyledi: “Eh çekeceği varmış adamcağızın…”

Trenler rahattır, hareket alanı geniş, oyalanacak birçok şey bulmak kolaydır. Hele gazete okumak en güzelidir. İki kolunu da kartal kanadı gibi rahat rahat açıp gazeteni okuyabilirsin. Türk halkına özgü yanındakinin gazetesini okumak ise tren yolculuklarının tadı, tuzudur. Elimizdeki gazeteyi okumaktan daha zevklidir komşunun gazetesini dikizlemek. “Tam okurken çevirmese bari sayfayı“diye düşünür, çevirirse müdahale etmek istersiniz  “Dur ağabeyciğim yaaa…”, “çevirme sayfayı, yarım kaldı, okuyamadım, kimi transfer ediyormuş Fener?”, “ haa öyle mi?, tamam şimdi çevirebilirsin”

Bazıları da gazetesinin okunmasını ve okuduktan sonra başkası tarafından istenmesini sevmez,  “Ben verdim parasını, ben okuyacağım” diye düşünerek gazeteyi kağıt katlama sanatı (origami) marifetiyle, sadece köşe yazılarını açıkta bırakacak şekle sokar, çevredekilere uzaktan okuma ve sonrası isteme şansı tanımazlar .

Bazı insanlar ise paylaşımcı ama titizdir. Bir tren yolculuğumda yanıma oturan bir bey gazetesini okumaya başladı . Okumayı bitirdikten sonra, katlayıp vagon penceresinin altındaki masaya bıraktı. Gazeteyi uzaktan okumakla yetinemeyen karşı koltuktaki yolcu ise kimse istemeden önce, birkaç saniyelik zamanı olduğunun bilinciyle, hemen hamlesini yaptı. Olumlu cevabı alır almaz mutlu mesut gazete sayfalarını çevirmeye başladı. Kendi alışkanlığı ile gazetenin içini dışına çıkararak okuduktan sonra, düzeltmeden masaya geri bıraktı. Gazetenin sahibi rahatsız olmuştu, sert bir tondan  gazeteyi ödünç alana “Öyle mi aldın onu ?! ” diye yüksek mertebede bir ses tonuyla tepkisini verdi. Fırça mağduru arkadaş, hemen gazeteyi geri alıp bir yandan apar topar düzeltirken, bir yandan da içindeki Anadolu ateşi, ona “Ne düzeltiyorsun”, “ O kim ki, senle böyle konuşuyor?“ diye fısıldıyordu.  O fısıltı baskın gelince, yaptığı düzeltme hareketini geri alarak gazeteyi yine eski dağınık haline getirdi ve “yedik mi gazeteni kardeşim” diyerek sert bir şekilde tekrar masaya çarptı. Ben, ”Allah’ım şimdi hiç yoktan kavga çıkacak ve ben de tam ortalarındayım, kesin bana da bir yumruk gelir”  diye düşünürken tünele girdik ve ortam karardı, neyse ki tünel çıkışında ortalık yatışmıştı.

Aynı zamanda er meydanıdır da trenler… Bu vagonlar tarihte birçok delikanlının boy gösterdiği ve karizmasının çizildiği mekanlar olmuştur.

Alımlı bir hanımefendi sıcaktan bunalmıştır. “Camı açabilir misiniz?” diye rica eder yakınlardaki bir delikanlıdan… “Ne demek, emir telakki ederim”  der ve hemen vagon penceresine asılır delikanlı ama sıkışmış vagon penceresi kıpardamaz bile… “Aman Allah’ım beni rezil etme, karizmamı ele güne çizdirme“ diye dua eder içinden delikanlı, nitekim karşı koltukta pencereyi açabileceğinden emin,  hanımefendiye poz yapmaya meraklı diğer rakipler mevcuttur.  Fakat adi vagon penceresi ısrarla yerinden kıpırdamaz. Kadın, “ Neyse olmuyorsa bırakın, teşekkür ederim” diyerek iyice ezer delikanlıyı… Hemen karşı koltukta ikamet eden diğer delikanlı, şansını denemek isteyerek ayağa kalkar ve vagon penceresine yönelir. Er meydanı burası… Altta kaldım diye yerinme, üste çıktım diye sevinme… O da bir el atıverir sıkışmış vagon penceresine… O da açamaz ve  2 rakip dost olurlar bu durumda… Vagon pencerelerine bakım yaptırmayan Devlet Demiryolları suçlu olarak ilan edilir.  Halbuki bir de açmış olsaydı, hanımefendiden aldığı tatlı teşekkürün ve galibiyetin haklı gururu ile hafiften sırıtarak yolculuğuna devam edecekti.

Tren penceresinden dışardaki manzaraya bakıp düşüncelere dalmak da güzeldir ama vagon içi de bir o kadar eğlendirici olabilir.  Karşımda bond çantasını destek alarak dimdik oturan oldukça şişman ve ter damlacıkları boncuk boncuk alnında birikmiş bir adamı hatırlarım. Ya çantada kaçak dolarlar vardı ve peşindeydiler ya da ümitsizce sıkıştırmakta olan tuvalet ihtiyacını bastırmaya çalışıyordu. Adam sürekli hangi durakta olduğumuza bakıp, ümitsizliğe düşüyor biraz daha fazla kızarıyordu. “Hayır başaramayacağım” der gibi bir ifade vardı yüzünde. İzafiyet teorisine göre onun için zamanın bizimkinden farklı işlediğini anlayabiliyor ve gülmemeye çalışıyordum ama ikinci olasılık beni ineceğim durağa kadar çok güldürmüştü.

Tren sosyal insanlar için olduğu kadar sıkıntılı insanlar için de idealdir. İneceğin yere yaklaşınca kalkar, başlarsın öndeki vagona doğru yürümeye…  Sıkıldın mı? Bitişikte konuşulanlara kulak misafiri, gazetelerine göz misafiri olursun . Hele o anne ninnisi misali uyku getiren ritmi yok mu trenin , “tatak tak, tatak tak, takatak ”

Düşünüyorum da bazen, keşke çuf çuflu zamanlarını da yaşayabilseydim trenlerin…

Ve keşke demir ağlarla örmeye devam etseydik, anayurdu dört baştan…

Konuk Yazar