Bazen insan mevzuya neresinden gireceğini, bir türlü nerden tutturup nasıl baslayacağını kestiremez. İşte ben de o durumdayım…

 

Kendi jenerasyonum için oldukça rahat baskıdan uzak, erkek çocuklar öcü gibi gösterilmeden bana gelen mektuplar, tebrik kartları açılmadan elime verilerek; evdeki çifte telefondan arandığımda “Kim bu? Neden arıyor?”, gibi sorulara muhatap olmadan kendimi engizisyon mahkemelerinin karşısında hesap verirken bulmadan geçti çocukluğum…

 

Yazları annemin ablamı ve beni alarak anneannemin yanına götürdüğü Bandırma dönemlerinde -ilkokul öncesi- arkadaşlarım sünnet olduğunda ben yatağın kenarına adeta demir atardım. Hatta pansumancı geldiğinde ve bana “Hadi kızım kalk ordan!”, dendiğinde dahi hiç oralı olmazdım. Zorla kaldırılıp eve geldiğimde ise kendimi yerden yere atar “Ben de sünnet olucam!” diye iki gözü iki çeşme ağlardım.

 

O itinayla süslenmiş yatak, gelen hediyeler, -şimdiki gibi soytarı kıyafetine benzemeyen sade- eski tarz klâsik şık sünnet kıyafetleri, bilhassa hafif yan takılan şapkası beni büyülerdi…

 

Kendimi öyle harab ederdim ki annemler sonunda “Söz, gelecek yaz da seni sünnet ettiricez!” diyerek beni ancak yatıştırırlardı. Erkek çocuklarla aramdaki farktan o derece bihaberdim!. Ama genelde esmer olan -o zamandan beri tercihim hep aynı!- o çocukları kendimce için için hep severdim…

 

Daha sonra kız çocuklarının büyük çoğunluğu gibi ben de erken gelişme sürecinden nasibimi alıp daha ilkokulu bitirmeden menstrüasyon dönemine girdim. İnsan doğal olarak annesine, anneannesine, babaannesine falan bir şeyler sormak istiyor kendindeki değişiklere ve gidişata dair. Ne mümkün?!…

 

 

Annem bir gün; evliliğe dair ablamla birlikte yaptığımız aşırı ısrar üzerine “Bana evlenirken o gece ne olursa olsun gıkını çıkarma dendi” demişti. Olaya bakın. Yani adam mazoşist, sadist ya da başka herhangi bir tür sapık çıksa bizimki “Hımmm demek seks böyle bir şeymiş. Koca buymuş” deyip sineye çekecek!.

 

Biz iki kardeş İstanbul’da ve evde aynı jinekolog profesörün ekibiyle eve gelmesi sonucu normal doğumla doğmuşuz. Babamız tek çocuk. Yıllar sonra eve yeni canlar geliyor, ilki üstelik sarışın renkli gözlü pofuduk güzeller güzeli, adeta bir taş bebek. Ben, doğal olarak erkek bekleniyormuşum. Hem kız hem de esmer olunca bayağı bir bozulmuşlar… Annem hep demiştir ki “Annelik zevkini sende tattım. Ablana el dahi sürdürtmediler!.”

 

Pederşâhi ev ortamında küçüklükten itibaren öyle yüzlü büyüdük ki; daha bacak kadar çocukken, patadanak annemlere “Biz bu kadını sevmedik. Bir daha görüşmeyin! Evimize gelmesin.”, falan derdik. Onlar bizi denetleyip kimlerle görüşüp görüşmeyeceğimiz konusunda ahkâm keseceğine…

 

Bu şımarıklık, patavatsızlık hep dedemin bize aşırı düşkün olmasından kaynaklanıyordu. Bilhassa ablamın dedem üzerindeki yaptırım gücü tartışılmazdı. Akşam dedemize herhangi birisini şikayet etmesi durumunda “Bu çocukları kimse üzemez!” diye evde terör estirirdi.

 

Buna mukabil seks, cinsellik ve hatta aşk konuşulmayacak konular kapsamındaydı. Jinekoloğa götürürler o seni çeker konuşur. İyi de insan bazı şeyleri kendi canıyla, yakınlarıyla neden konuşamasın ki?

 

Burada çok önemli bir ayrıntı var. Bizim anne-babamız birbiriyle severek değil, büyükleri tarafından uygun görülerek biri 16 diğeri 19 yaşındayken evlendirilmişlerdi. Çocukluktan ergenliğe henüz geçen ve hayatı daha da önemlisi kendini tanımayan, beklentilerini tespit edememiş iki çocuk… Ve ne yazık ki aralarında gitgide açılan uçurumu o küçücük halimle bile görmemem mümkün değildi. Düşünsenize yatak odasından her sabah tartışarak, münâkaşa ederek çıkan iki tip!…

 

Evde sürekli yatılı misafirler, yardımcı personel hemen hemen her gece davet. Başbaşa kalma diye bir olay mümkün değil! Zavallı annem, kayınpederi “Hadi kızım, sen git yat!” demeden odasına bile çekilemezdi…

 

Ben bunları daha o zaman, güvenlik kamerası gibi bir karesini dahi kaçırmadan kaydedip ileride kendimin asla böyle bir kompozisyon içinde yer almayacağıma dair gizli gizli and içiyordum.

 

İlkokulu Türkiye’de ilk defa denenen Amerikan sistemi eğitim veren bir okulda hiç siyah önlük giymeden beyaz yaka falan takmadan istediğimiz gibi giyinip giderek dersleri laboratuarda ingilizce falan görerek çok değişik bir tedrisatla erkek-kız karışık okuduk. Ben bir keresinde erkek bir arkadaşın oynarken –nasıl oynamaksa?!?- başını yardım!!!

 

Kız oyunlarıyla nedense hiç ilgilenmiyorduk. Babamın kuzenlerinin Amerika’dan yolladığı pille çalışan hareketli oyuncakları en kısa zamanda çatır çatır kırıp atıyorduk. Hatta yazın gittiğimiz Bandırma’da Kızılderilicilik oynarken bir keresinde komşunun oğlunu esir aldık. Ağaca iple bağladık ve alnının ortasına okla nişan aldık. Allahtan gözünün kenarına geldi. Az kalsın kör olacaktı. Çocuğun annesi günlerce “Bu İstanbul’un kızları CANAVAAAR oğlumu az kalsın kör edeceklerdi!” diye haklı olarak evin önüne gelip bağırdı. Annemle anneannem ve o zamanlar sağ olan teyzem –maalesef 36 yaşında kalp yetmezliğinden kaybettik- utançlarından kapı dışarı çıkamadılar bir müddet. Dedemden korkularına bizi cezalandırma şansları da yoktu üstelik.


Ortaokul ve lise yıllarında ise kız okuluna verdiler. Evde kalmış, dar gelirli, güzel kız öğrencilere için için kıskançlık duyan kompleksli bir yığın öğretmenim oldu ne yazık ki… Hattâ şu anda taparcasına sevdiğim ve tutkuyla öğrendiğim Fransızcıdan o zamanlar nefret etmiştim. Fransızcacı Gergedan Melâhat yüzünden.

 

Birgün okulla Kenterler’e tiyatroya gittik. Bende o gün üzerime mendil kadar süper mini bir etek giydim. Bu işgüzar kadın tutturdu “Senin ailenin o etekten haberi var mı?” diye. Babamı okula çağırttı. Babam “Annesi dikti onu!” deyince artık rahatladı mı yoksa temelli şişti mi hiç ilgilenmedim…

 

Halbuki okula adeta Rahibe Teresa gibi gidiyordum. En koyu renk ve kalın çoraplar en uzun etek boyu ve en sıkı boğumla örülmüş saçlarla. Kadın alışmış eteğini yukarı kıvıranlara, yakındaki sinemada üstünü değiştirenlere. Okula kıvırta kıvırta gelip gidip peşine 7’den 70’e her yaştan erkeği takanlara. Hatta okulu kırıp kırıp Atatürk Ormanı’na ya da Gülhane Parkı’na ağaç diplerine kendini atanlara… Bende baskı yoktu ki yapayım!…

 

Bir keresinde de beden eğitimi öğretmeniyle takıştım. Spor yapmaya bayılmama rağmen 19 Mayıs törenlerine falan seçilip aptal kıyafetlerle oralarda çıkmamak için her defasında “reglim var” diyor, derse girmiyordum. Kadın uyuz oluyor ancak kontrol de edemediğinden bir şey yapamıyordu. Sonunda bir gün kendince aradığı bahaneyi buldu ve beni ‘Bordo süet ayakkabı giymekten’ disiplin kuruluna şikayet etti. Hiçbir zaman sözümü sakınmadığım için kurula da açtım ağzımı yumdum gözümü. Savunmam aynen şöyleydi; “Bu okulun şerefi ne zamandan beri beni ayakkabılarımın rengine endekslendi? Siz okulun şerefini gerçekten kurtarmak niyetindeyseniz gidin ağaç diplerindeki kızları toplayın!” dedim. Sinirden mosmor olup tir tir titrediler. Hiçbir ceza da almadım üstelik…

 

Sonra sınıfta kalınca, beni Davutpaşa’da semtle aynı adı taşıyan gayet kaşalot öğrencilerin olduğu bir karışık liseye nakletti babam. O esnada ablam ise İstanbul’un en pahalı özel kolejinde -kendi öyle arzu etti diye- yatılı okuyordu…

 

Sınıfımda 30 yaşında her gün sakal traşı olan profesyonel öğrenciler vardı. Ben her zamanki samimi ve doğal tavırlarımla çok yanlış anlaşıldım… Bütün okul sıradan çıkma teklif etti ve telefon rehberinden numaraları bulup çeşitli bahanelerle eve telefon etti.

 

Eğer evde ters karşılanan ve kızılan bir ortam olsaydı; ben o yıl sürekli dayak yemekten ve kimin neden aradığının hesabını verememekten dolayı sağ çıkamazdım!.

 

Din dersi seçmeliydi ve sınıftaki bana aşık bir Ermeni çocuk derse girip namaz surelerini falan öğrenip bana bakarak kelime-i şahadet getirdi!!! Galatasaray Lisesi’nden kovulma bir başka sınıf arkadaşım bana hayatımın ilk evlenme teklifini etti. O sene benim moral senemdi açıkçası…

 

Ben de bütün sınıfa bol bol -babamın işi dolayısıyla eve getirdiği – 45’lik plâk dağıtıyordum. Öğretmenlere bahçemizden kestiğim demet demet güller götürüyordum. İstek üzerine şarkı söylüyordum ve ders olarak yalnızca resim yapıyordum. Bir de coğrafya.. Başka hiçbir ders ilgimi çekmiyordu açıkçası. Gezgin olacağım daha o zamandan belliydi!

 

Haftasonu istediğimiz gibi geziyorduk arkadaşlarımızın ağabeylerinin himayesinde! Ve sokak lâmbaları yanmadan eve girmek kaydıyla tabii ki…

 

Bu arada bir iki flört denemem oldu ancak bu sahiplenmeler, olur olmaz ahkâm kesmeler, “Şunu giy, bunu giyme!” falan gibi müdahaleler, sıkıcı sınırlayıcı tutumlar. Bir de genelde kızların yapmacık olanına alışkın olduğundan erkekler samimi olandan tırsıyorlar nedense. Böylece flörtün bana pek uygun bir şey olmadığına kanâat getirdim. Bir keresinde flört ettiğim kişi bana “Sen açık kitap gibisin! Çok için dışında” demişti. Bak sen???

 

Neyse ben karnede 4 kırık gelince Davutpaşa Lisesi’nden alınan tasdikname ile bankaya başlatıldım. O arada dedemiz vefat etmiş ve dizginler babama geçmişti çünkü. Bu durumda ben de ya evlenmeli ya da çalışmalıydım!!! 16 yaşında EVLENMEK mi? Allah korusun! Halâ da koruyor!))))

 

O zaman iş hayatı, gayet yaşını başını almış, annemden babamdan daha yaşlı bir kadrodan oluşuyordu. Sağ sol kavgasının dolu dizgin yaşandığı, bütün sokulganlığıma ve içtenliğime rağmen ‘Bu farklı kesimden! Aramızda ne işi var?’ diye dışlayıcı tavra muhatap olduğum bir dönemdi…

 

Beni yardımcı personel olarak yarım günlüğüne yolladıkları Kurtuluş Şubesi -nam-ı diğer Tatavla- açılışında gayrımüslimlerin adlarını bir defada hiç yanlışsız yazarak öyle bir performans sergiledim ki, hemen yıldırım hızıyla tayinimi o şubeye çıkardılar. Ondan sonra o şubede -daha Kıbrıs harekatı olmamıştı- yoğun bir Ermeni, Rum ve Musevi cemaatiyle tanışma süreci başladı. Hatta o zamanlar, ısrarla “2000 yılında kıyamet kopacak!” diyen Yehova Şahitleri de vardı müşteriler arasında…


Benim o vakte kadar evdeki birkaç hizmetçi ve mahallemizdeki Bulgar komşular dışında pek bir tanışıklığım olmamıştı bu kesimle. Yalnız annemiz kendisine sürekli Bandırma tarafındaki Ermenilere yönelik soru sormasından dolayı süt annemizin Ermeni asıllı olduğunu iddia eder.

 

Neyse karşı apartmandaki Musevi ailenin yakışıklı oğlu bana aşık oldu ve bankaya hergün defalarca para yatırma çekme bahanesiyle gelip gitmeye başladı. Annesi ise, Musevi olmadığımı bildiği için bana pencereden katil gibi bakıyordu!. Çocuk bütün şubeye evden porselen pasta takımlarıyla pastalar falan getirmeye başladı. Benden tık yok…

 

Bu esnada gittikçe serpilip büyüyen iki kıza rağmen; ablamla ikimizin ortak tavrı sonucu eve asla görücü gelemiyor. Kabul ETMİYORUZ! Ben bankadan eve döndüğümde annem; “Bugün de falanın annesi geldi, seni istemeye” diyor. Ben hiç oralı olmuyorum kat’iyyen üstüme alınmıyorum. Çünkü daha o zamandan “Annesinin talimatıyla koynuma girecek adamdan bana hayır gelmez!” diye düşünüyorum. Ayrıca daha o çocuk yaşımdan biliyorum ki herkes türlü türlü menfaat peşinde…

 

Bu arada Ermeni lisesi mezunu halâ en can arkadaşlarımdan biri olan Jaklin yanımda işe başladı ve ben de ona doğal olarak bildiğim işleri öğretmeye başladım. Bu arada, birkaç yaşlı ve tonton Ermeni müşteriye o kadar sempati duydum ki; ben de ona “Jaklin’cim bana Ermenice öğret. Bu insanlara jest yapmak, geldiklerinde kendi lisanları ile hitap etmek istiyorum” dedim. Sevinerek kabul etti. Ben sürekli soruyorum “Bu ne demek, şu ne demek? Nasıl söyleniyor? diye o da yazıp veriyor. Derhal ezberliyorum. Pariluys (Günaydın), Pari orer (İyi günler), Pariyegak (Hoşgeldiniz), İnçbesek? (Nasılsınız?), Panmı gıhımek? (Bir şey içermisiniz?), Yertas Parov (Güle güle) çıtır çıtır başladım konuşmaya.

 

Öğlenleri kahve içmeye gittiğimiz yan komşu Arşaluis Tantik (Teyze) “Ah ağçigıs, inç ağvor hayeren gısesgor. Hay amusin guzes?” (Ah kızım, ne güzel Ermenice söylüyorsun. Ermeni koca ister misin?) diyor. Ben burnumu dikip “Voç, çem uzer!” (Hayır, istemem!) diyorum… Ancak oldum olası çocukları taparcasına sevdiğim için bir yandan da “Artık 25 yaşına gelince hayırlısıyla evlenir 2 çocuk annesi olurum” diyorum içimden…

 

Orada çok derin ve köklü dostluklar tesis etmiş olarak ansızın banka değiştirip Osmanlı Bankası Genel Müdürlüğünde Bilgi İşlem Merkezi’nde Punch Operator olarak işe başladım. (Şimdi Bir İstanbul Masalı dizisinde ARC Holding binası diye gösterilen bina) O dönem Türkiye’nin enerji dar boğazından geçtiği Bulgaristan’dan elektrik alınan sürekli kesinti yapılan ve henüz ne kesintisiz güç kaynağı ne de doğru düzgün jeneratör olmayan bir dönem. Bu sebeple, yalnızca bizim departman kaydırılmış iş saatleriyle çift vardiya çalışıyor. Şöyle ki; IBM’den dövizle kiralanan makinalardan azami faydalanılabilmesi açısından, iki hafta sabah 8’den öğleden sonra 3’e kadar, diğer iki hafta ise öğleden sonra 3’ten gece saat 10’a kadar…

 

O dönem Kadınca ve Erkekçe dergileri yayın hayatına girmiş ve ben hiç kaçırmadan alıp noktasına virgülüne kadar okuyorum. Merak edip de soramadığım, sorup da yanıt alamadığım her konuda cevapları fazlasıyla alıyorum. Belirli bir koca adayı için netleşmiş herhangi bir tercihim yok! Sadece üstüme gelinmesinden, dayatmacı tutumlardan ve sıkboğaz edilmekten hoşlanmıyorum. Ama teorik bilgim arttıkça içimdeki hergele “Ah bir fırsat bulsam da şu öğrendiklerimi biraz da pratik yapsam!” diyor…

 

Bu arada ablam evdeki huzursuz ortamdan kaçışı 18 yaşında evlenerek evden ayrılmayı tercih etmekte aradı. O ve kocası her tatile gidişte beni mutlaka yanlarına alarak daha kimseler bilmezken ve de gitmezken önce Bodrum’a daha sonra Kemer’deki Fransız Tatil Köyüne gitmeye başladık. Bodrum evvel ahir marjinaldir! Daha 70’li yılların ortalarında Veli Bar’da lezbiyen bir çiftin kavgasına tanık olmuştuk. Geceleri ise gittiğimiz kulüplerde daha o zamandan hep transseksüeller ve travestiler sahne alıyordu. Fransız Tatil Köyü ise başlı başına bir alem. Bir turnike ki sormayın gitsin. Fransız erkekleri çok zarif biçimde kur yapıyor ve “Hayır” diyene “Neden? Niçin? Madem yatmayacaktın buraya neden geldin?”, falan gibi aptal sorular sormuyor, çirkinleşmiyorlar. Ne yazık ki bizden gidenlerden red cevabı alanlar çok terbiyesizleşiyorlardı. Sanki kapıdan girerken ‘İçerde her önüne gelenle yatacağımı peşinen kabul ve beyan ederim!’ şeklinde kontrat yapılmış gibi. Tövbe tövbe…

 

Ben aldığım terbiye gereği ilk eşimle yatacağım!…

 

Fransız Tatil Köyüne ise -fik fik olayı hariç- sabah erkenden kalkıp tenis dersine, daha sonra su kayağına -hergün tam 5 saat-, arada su jimnastiği bardaki ve havuzdaki şamatalara ve de gece sunulan eğlencelere bizzat iştirak etmek ve sabaha kadar diskoda tepinmek suretiyle öyle uyumluyum ki değişik dönemlerde denetlemek için gelen iki ayrı yabancı genel müdürden G.O’luk teklifi aldım. Orada çalışanlara ‘gentile organisateur’ yani ‘kibar örgütçü’ deniyor. Tabii ki çok onöre oluyorum bu tekliflere ancak hizmette sınır olmayan bir anlayışla çalışılan bu iş hiç işime gelmiyor!

 

O seyahatlerden dönüşte öyle yorgun olurdum ki annem “Herkes tatilden zinde ve dinlenmiş döner bizim kız haşat geliyor”, derdi. Ablam da “Annecim, senin kızın orada gün boyu sanki olimpiyatlara hazırlanıyor gibi hangi sporu yapacağını şaşırıyor gece de diskoda tepiniyor. Ne bekliyorsun bu durumda”, derdi…

 

Turnike yapanların eline ne geçti bilemiyorum ancak ben yurtdışındaki dostlarımın büyük bölümünü o tatiller esnasında tanıdım ve halâ devam eden çok güzel ilişkiler tesis ettim…


Ablamın eşi Robert Academy ve Boğaziçi Ekonomi mezunu ve annemin bir arkadaşının bu okulları tamamen bursla okumus oğlu, 20 yaşında. Arkadaşlarının hepsi bekâr. Birlikte muazzam geziyoruz. Bir gece hayatı ki sormayın gitsin. Bizi evde bulamayan; Sheraton’un -şimdiki Ceylan-Intercontinental- roofuna veya gece kulübüne gelip orada buluyor…

 

Ben onların üniversitenin hem folklor hem de koro çalışmalarına iştirak ediyorum. Hatta eniştem vasıtasıyla bankadan kalan zamanda öğretim üyelerinin kurduğu bir firmanın da bilgisayar işlerini yapıyorum… Okulda adeta okuyan biri kadar çevrem var. Arkadaşları da birer ikişer kur yapıyorlar. Hiç birine nedense erkek gözüyle bakmıyorum!?…

 

Tarihler 15 Haziran’ı gösterdiğinde saat 3’te -vardiyam öyleydi- işe gittiğimde arkadaşlar “Yeni birisi programcı olarak işe başladı bugün” dediler. Başımı programcıların odasından tarafa çevirdim ve -her taraf yekpare cam ve şeffaf- biriyle göz göze geldim ve gezegenle irtibatım kesildi!!! Hemen yanına gittim elimi uzattım kendimi tanıttım ve hayatımda ilk defa direk ‘sen’ diye hitap ederek “Aramıza hoş geldin!” dedim. Kendini tanıtıp “Hoşbuldum!” dediğinde ben şoka girdim. Evet görür görmez yıldırım aşkına tutulduğum kişi bir Ermeni’ydi…

 

Meğerse işe başlamadan evvel birkaç kez görüşmeye gelmiş ve bu arada gören aşık olmuş kendisine. Ben en sonuncuymuşum… Yalnız ben, yerime döndüğümde “Arkadaşlar yeni başlayan arkadaş Ermeni”, deyince şiddetle itiraz ettiler. “Hayırrr! Olamaz!!!” diye. Doğruyu söylediğime dair ısrar ettim. Zaten ilerleyen günlerde yayınlanan işe giriş sirküleri neticesinde hepsi kabul etmek zorunda kaldı gerçeği. Bu defa nefret kusmaya, “Bunların hepsini, asacaksın keseceksin!?” diye ileri geri konuşmaya başladılar. Ben “Ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun!. Kendinize gelin lütfen!”, diye ikaz ediyordum ama ne fayda… Kedi ulaşamadığı ciğere mındar dermiş!…

 

O’nun işe başladığının akşamı eve gittiğimde ise -annem babam ayrılmış ve anneannem yanımıza gelmiş birlikte oturuyoruz artık- ben bir başladım anlatmaya “Anne, bugün yeni birisi başladı bizde. Aman Allah’ım bir yakışıklı ki, Yaradana kurban!” falan diye; tabi milletini de söyleyince annemin suratı asıldı. “Ben bu kişi hakkında tek kelime bile duymak istemiyorum! Senden gelen kokuları da -yanık kokuları tabii ki- hiç beğenmedim. Bundan sonra bu kişinin evimizde bahsi geçmeyecek! Tamam mı?”, demez mi?…  Bu da ne demek oluyordu??? Bahsi geçmeyecekmiş… Ben hayatımda ilk defa gerçekten aşık olmuşum annemse her zaman olduğu gibi, işine gelmeyen konularda yine resti çekip duvar örüyor…

 

Aslında annem kendince haklıydı, çünüi o sıralar terör örgütü ASALA’nın hemen hemen her gün Türk diplomatlarını enseden kurşunlayarak öldürdüğü bir dönemdi. Sağduyu sahibi herkesin göstereceği bir hassasiyetle, Ermeni dostlarımın; önceden kararlaştırdığımız davetlerde üzüntüden ağızlarını bıçak açmadığını, masadaki yiyeceklere el sürmediğimiz günleri bilirim… Evet çok kötü bir dönemdi. Ama O’nun suçu neydi?…

 

Dile kolay o günden sonra tam 5 yıl sokaklarda ağlayarak gezeceğim -evde herhangi bir tepki veremediğimden- ya da Jaklin’in rahmetlik Maması Barkefuhi Teyze’ye gidip dertleşeceğim dönem başlamıştı. Zamanla anlayacaktım ki, ateist olmasına rağmen; milliyetçi ve ırkçı olduğundan sırf mensubu olduğum millet ve dinim dolayısıyla bana O da tavır koyacaktı.

 

Kendimi tanımakta güçlük çekiyor, normalde aldığım terbiye, içinde bulunduğum ortamın beynime şu veya bu şekilde soktuğu şablonlar sebebiyle yap(a)mayacağım ne varsa hepsini yapıyordum. Meselâ kendi kendime “O azınlık kesimden, çekinir bana yaklaşamaz benim O’na cesaret vermem lâzım!” deyip gidip sinemaya, tiyatroya, konsere, müzikâle -kısacası Allah ne verdiyse!- bilet alıp ondan sonra da “Bak şu gün şu saatte biletimiz var. Sakın unutma!” diye karşısına dikiliyordum. Gittiğimiz gösterilerde O sahneye, bense hayran hayran O’na bakıyordum. Akıllara ziyan bir durum yani…

 

Aslında O da şokta benim onun anadilini bilmem karşısında. Gayet talî, hatta mensubu olduğu milletten birçok kişinin dahi bilmediği bir dil. Kadere bakın ki ben yıllar önce başlamışım öğrenmeye. O’na dedim ki bir gün “Ben her tanıştığım Ermeni’den 1-2 kelime öğrenirim senden de öğrenmek istiyorum”. “İyi, sor”, dedi. Düşündüm “İmkânsız! ne demek?”, dedim. “Angareli” dedi. “Hımm, Ankaralı’dan aklımda kalır” dedim. Sorduğum kelimeyle aklım sıra gönderme yapıyorum ‘İmkânsız’ diye. Sonra bir de ‘terevıs’ (belki) sözcüğünü O’ndan öğrendim. O kadar… Şimdi bile bana birçok kişi “Aaaa senin neden Ermenice öğrendiğin belli” dediğinde O’nunla alâkası olmadığı izah ediyorum. Anlarlarsa tabii.

 

Her zaman söylerim arkadaşım Jaklin o kadar tatlı, o kadar iyi huylu ve tek çocuk olduğundan bana tanıdığı günden itibaren kardeş gibi bağlanmış bir insandır ki. Onu çok sevmem, onun nezdinde mensubu olduğu milleti de sevmemi sağladı…

 

Aşk ise, ecel gibi nerede, ne zaman, nasıl, ne şekilde başımıza geleceğini bilmemize ve önceden plân program yapıp olacakları kestirmemize imkân yok! Aşkı aşk yapan da bütün bu sıradışılıklar kanımca…

 

O burnunu havaya dikip dikip “Hay amusin çemuzer!” (Ermeni koca istemem!) diyen ben öyle bir kıvama geldim ki O nikâhsız çocuk istese benden, yapacağım. Deli oluyorum O’nun için. Fakat bana karşı herhangi bir fiziki yaklaşım yok kendisinden. Kaya gibi duruyor karşımda. Bir milim dahi kımıldatamıyorum…

 

Departmanda 7. yılım dolmak üzere ve O işe girmeden çok önceden verilmiş tayin dilekçem var. Ansızın işleme koyup beni cart diye Çemberlitaş Şubesi’ne göndermiyorlar mı? Görmeye doyamadığım, her yeni güne O’nunla aynı ortamda bulunacağımın sevinciyle coşkusuyla kalkan, bir türlü sevemediği bankaya koşarak giden ben artık O’nu her gün göremeyeceğim. Bu beni kahrediyor! İçime kan doğruyor adeta. Arkadaşlar departmandan ayrılırken bana aldıkları gümüş tabağı da verdikleri küçük bir tören düzenliyorlar. Kapıya gelip dayanarak hüzünlü gözlerle benim vedalaşmamı izliyor ve sıra O’na geldiğinde bana kısık bir sesle “En kısa zamanda buraya dönmeye bak!” diyor. Bana kalsa bir yere gitmeyeceğim. Elim kırılsaydı da o dilekçeyi yazmasaydım…

 

En kısa zamanda geri dönmek umuduyla gittiğim Çemberlitaş’ta tam 4 yıl 8 ay kalıyorum! Bu esnada eğer bana birisi “Bugün çok güzelsin” veya “Bu kıyafet sana çok yakışmış” “Saçların harika!” falan derse ben kısacık öğle tatilinde pırrr hemen genel müdürlüğe uçuyorum. Beni görsün belki beğenir diye. Durumum içler acısı. Yüzünü görmediğim, sesini duymadığım gün ağzımı bıçak açmıyor! “Nasılsın?” diyene âdettendir, nezaketen dahi “İyiyim” diyemiyorum.


O dönem Fatih Kıztaşı’nda oturuyoruz. Ben sırf O’na rastlamak umuduyla Pangaltı’daki lostra salonuna ayakkabılarımı tamire götürüyorum! Şubemizin müşterilerinin büyük bölümü başta kuyumcu, halıcı, matbaacı ve ayakkabıcı olmak üzere değişik kesimlerden Ermeniler. Bir vesileyle O’ndan bahsedip gerek dostlarıma gerekse müşterilere soruyorum bir Allahın kulu tanımıyor. Hakkında bilgi toplamak için debeleniyorum. Kimdir nedir? Nelerden hoşlanır? Annesi babası kardeşi var mı? Ölecem meraktan!..

 

Koç burcunun en büyük özelliği aceleciliği ve sabırsızlığıdır. Hikmetinden sual olmaz yüce Allahım, sanki benim bu sivri yanlarım törpülensin diye bu kulunu bana göndermiş. Meselâ burcunu merak ediyorum öğrenmem 1.5 yılımı aldı. Neyse Başak burcundanmış!. Neye yarar burcunu söylüyor doğduğu günü söylemiyor!… İnanılır gibi değil. Sürekli kıvranma halindeyim! Yılanı deliğinden çıkaran, 72 milletle barışık ben bu adamı çözemiyorum bir türlü. Sır yumağı gibi öylece duruyor karşımda. Öte yandan oldum olası zampara herkese uçkur çözen erkekleri sevmemişimdir. O’nun ağır başlı efendi halleri beni feci derecede tahrik ediyor. Feriştah’ın fentezileri! gibi deli poreceler! var kafamda. Mesela çayına ilaç koyup O’nu uyutup bir otele atmayı ve O’na sarılıp yatmayı falan hayâl ediyorum. Pasifize olmuş birine yapacağım da bu kadar!)))

 

Bu arada ablam soruyor “Aranızda bir ilerleme var mı? Seni öptü mü?” falan diye. Ben “Hayır” deyince “Kızım sizin ikinizden de bi bok olmaz! Onun sonu i.nelik, seninki lezbiyenlik!” diyor. Kan beynime sıçrıyor. Ne demek yani? Bana göre insan gönlünün, aklının yattığı biriyle vucududa yatsın ister -gerçi günümüzde artık önce sevişelim sonra tanışalım tarzı geçerli!- ama olmazsa olmuyor işte… Halbuki ben umman gibi teorik bilgi, Club Med’de ise muazzam gözlem yapmışım. Üfff elime bir fırsat geçse -güya- neler neler yapacağım!?

 

Ben yine de sevginin herşeye üstün geleceğine o kadar inanıyorum ki; din, dil, millet farkını falan engel gibi görmüyorum. O’nu olduğu gibi seviyor ve kabul ediyorum. Bu yüzden kendim de asla din değiştirmeyi, kilisede nikâhlanmayı veya ilerde doğacak çocuklarıma vaftiz falan yaptırmayı aklımın ucundan geçirmiyorum. Sadece “O çok iyi okullarda okumuş harika bir tahsil yapmış beni o açıdan beğenmez” deyip bir kurslara derslere sarılmışım ki… Bankadan çıkar çıkmaz önce kurslara koşuyorum sonra evde önümde gece yarılarına kadar açılı defter kitaplar ile tam İnek Şaban olmuşum.

 

O dönem 14 günlüğüne, Viyana devlet hastanesinde K.B.B. uzmanı yakın arkadaşımı ziyarete gidiyorum. Keşke gitmeseymişim! Kendime de arkadaşıma da o günleri zehir ediyorum… Halbuki gerek Avusturya gerekse Avusturyalılar tek kelimeyle harika. Neye yarar, ben normal durumda değilim. Tamamen oralarda ölüp kalacağım, bir daha geri dönemeyeceğim, O’nu göremeyeceğim psikozundayım! Sonunda arkadaşım benim bu körkütük aşık olduğum insanı merak edip ilk fırsatta İstanbul’a ve bankaya ziyarete geliyor “Kimmiş bizim kızın aklını başından alan bu kişi bir bakalım!”, diye…

 

Jaklin’in maması habire soruyor: “Kızım, emin misin sen bu çocuğun Hay (Ermeni) olduğuna? Bak elimi bile tutmuyor diyorsun. Bizim erkeklerimiz gözden sürmeyi alır. Senin gibi güzel bir kıza kayıtsız kalması mümkün değil!”, diyor. O’nu tanıdım tanıyalı tek çıkış yolu eşe dosta içinden çıkamadığım bu durumu anlatmak, anlatmak, anlatmak ve ağlamak, ağlamak, ağlamak… Çünkü çok zordayım, çaresizim ve elimden başka bir şey gelmiyor… Bana birisi deseydi ki; “25 yaşından 30 yaşına kadar bir arpa boyu dahi yol gidemeyeceğin bir ilişki uğruna çaba sarf edeceksin, debelenip duracaksın!” Ben “Kim ben mi? Beş dakikamı bile harcamam!” derdim otomatikman.

 

Ancak hepten de kayıtsız değil. O’nun yanında “Merhaba”, deyip bir erkek arkadaşı öpsem suratı beş karış asılıyor ve birkaç hafta küsüyor. Veya bir keresinde ziyarete gittiğimde öğle tatilinin bitmesine yalnızca 5 dakika var ve ben halâ Karaköy Bankalar caddesinde genel müdürlüğün 4. katında bir türlü ayrılamadığım O’nun yanındayım. Koridora kadar gelmiş asansörden beni uğurluyor ve kapıyı tutuyor, “Kapat.”, diyorum kapatmıyor. “Dur sana biraz daha bakayım” diyor. Dönüşte taksilerde zırıl zırıl ağlıyorum. İşe geç kalmışım, azar işitecekmişim hiç umurumda değil!… Bu arada ben Jaklin’den vıdık vıdık sorup öğrenip onun bütün bayramlarını -Zadik, Zınunt, Hınunt vs.- Ermenice kutluyorum, Ramazan geliyor beyefendiden bir ay boyunca tık yok! Bizim bayramları Sağır Sultan biliyor, O’ndan hiç ses seda çıkmıyor…

 

Bense şubede bazı akıldan ve insani kaliteden yoksun kişilerden, oruçluyken burnuma kadar soktukları çay ve kahve gibi şeylerle “Hadi hadi biz senin gizli Ermeni olduğunu biliyoruz! Al iç şunu. Oruçluyum diye kimi kandırıyorsun…” şeklinde tepkiler alıyorum. Allah’a şükür hayatta gizli saklı şeylerle hiç işim olmadı, bilâkis aşırı dobra ve aleniyetçi olmanın dezavantajlarını çektim daima.


Neyse bir yandan O’ndan beklentilerime bir cevap bulamıyor diğer yandan herkesten “Bu iş olmaz. Aklını başına topla. Olmayacak duaya amin diyorsun.” tepki ve uyarılarını almama rağmen bildiğim yolda yürümeye devam ediyorum. Çünkü biz ekonomik özgürlüğünü kazanmış iki yetişkin insanız. Bana dese ki; “Bize burada rahat vermezler. Gel seninle Namibya’ya veya Tanzanya’ya gidelim!” Halâ haritada dahi yerleri nerede bilmiyorum, ama peşi sıra gideceğim…

 

Bir akşam iş çıkışı benim o zamanlar çok sevdiğim ve müdâvim olduğum İstiklâl’deki Rejans’a yemeğe gittik. Siparişleri verdik garson masayı donattı fakat ne O, ne ben elimize çatal dahi alamadık. Konuşmuyoruz da üstelik. Bir tuhaf durum yani. Garson bir iki kere geldi baktı. Güya boşları kaldıracak bizde hiç hareket yok. Sanki aramızda ‘tıp oyunu’ oynuyoruz. Herhalde içinden “Allah şifa versin, bunlar kafayı yemiş!”, demiştir… Sonra beni eve bırakırken takside bana doğru biraz alaylı, biraz da acıyan nazarlarla baktığını fark ettim. Bu benim o kadar tuhafıma gitti ki, O’na “Bak bu gezegende milyarlarca insan yaşıyor ve ben hepsine karşı son derece güçlü duran biriyim. Yalnızca bir tek kişiye karşı zayıfım o kadar. Bu da benim genel manâda zayıf birisi olduğum anlamına gelmez!”, dedim. Çok bozuldu ve hemen toparlandı…

 

Günler böyle geçerken Jaklin ikinci doğumunu yaptı ve Karin’den sonra Arlin de dünyaya gelmiş oldu. Tabii hemen hastaneye koştum. Bebek odasında bir küçücük pembe kundağı gösterip “İşte bu!” dedi kocası. Kısa bir müddet sonra ise epeydir hasta olan annesini kaybettik. Kilisedeki cenaze töreninde öyle ağladım ki bütün cemaat bana dönüp baktı. Döktüğüm gözyaşında hem “Ben bundan sonra kiminle dertleşeceğim?”, hem de “Zavallı kadın meğerse ölecek kadar hastaymış. Bir de beni dinledi” kaygısı vardı…

 

Başsağlığı dilemek için bir kez de evde ziyaret edeyim diye gittiğim Jaklin’de hayatımın sürpriziyle karşılaştım. Hastanede minicik kundağa sarılı o bir şeye benzemeyen bebek büyümüş, ortaya çıkmış ve tıpkı umutsuz aşkıma bir su damlası kadar benzer vaziyette karşımda duruyordu. Bu kadarı fazlaydı artık. Ben büyümüş tohuma kaçmışına dayanamadığım tipin bir de bebeğiyle baş etmek durumundaydım!..

 

Arlin’in o günden itibaren adeta üstüne atladım. Kollarıma alıyorum, bırakamıyorum bir türlü. Öpüyorum, kokluyorum, okşuyorum, doyamıyorum. Uykuya yatırıyorum, beşiğin başından ayrılamıyorum. Elimde fotoğraf makinası durmaksızın resmini çekiyorum. Jaklin “Gel kahve içelim, iki kelime sohbet edelim”, diyor. Ben hayran hayran uyuyan meleğimi seyrediyorum…

 

O’na hiçbir zaman basma kalıp lâflarla “Seni seviyorum” falan demedim. O kadar bariz ki herşey, bunları söylemek abesle iştigâl olacak. Gözlerimden uyku gibi sevgi akıyor. En ebleh biri bile O’nun yanındayken beni görse “Tamam bu kız deli gibi seviyor”, der.

 

Yalnız O’na durmaksızın Arlin’den bahsetmeye ve “Arlin doğana kadar bütün çocukları severdim ama artık yalnız onu seviyorum” diye aşkımı dolaylı olarak ilân etmeye başladım. Ama artık ‘Marazi Aşkım’ 5. yılını doldurmak üzere.

 

Birgün yanımda Arlin’in resimlerinden oluşmuş albümle O’nu ısrarla, öğrencisi olduğum Fransız Konsolosluğu içindeki Institut d’Etudes Française’in kantinine soktum. Çıkardım albümü resimleri gösteriyorum. Kendisiyle arasındaki inanılmaz benzerlik O’nu da şaşırttı.

O gün artık, ben çok acı çektiğimi ve durumumuzun ne olacağını merak ettiğimi olanca cesaretimi toplayarak sordum. Benden gözlerini kaçırarak, “Sen herşeyi çok büyütüyorsun. Bizim aramızda bir şey olamaz!”, falan gibi birşeyler geveledi ağzında. Boğazıma cümleler takıla takıla zorla “Anlaşıldı sen tıpkı bankada yazdığın o programlar gibi hayata dair farklı programlar ve plânlar içindesin. Ben seni tanıdım tanıyalı kendime söz geçiremiyorum. Eğer seni şu ana kadar yaptıklarımla üzdüm veya hırpaladıysam özür dilerim. Mazeretim vardı. Ama söz, bugünden sonra benden kurtuluyorsun!”, dedim. Bunları söylerken gözlerimden mani olamadığım iki damla da yaş geldi…

 

Normalde kursa gitmemezlik yapmam veya geç gitmem o güne kadar hiç vâki değil. O gün teneffüse çıktı ve herkes kantine geldi bana “Hayrola derse neden girmiyorsun?” falan diyorlar. El ayak çekilip herkes sınıflara tekrar doluştuktan sonra avluya çıktık. Ben elimi uzattım ve O’na “Bundan böyle sana mutluluklar ve başarılar dilerim”, dedim. Elimi çekmek istiyorum bir türlü bırakmıyor. Zorla kurtarıp kendimi sınıfa attım. Yerime oturdum önüme hemen defteri açıp tahtada yazılı olanları not etmeye başladım ama bir yandan nasıl ağlıyorum, gözlerimden yaşlar sicim gibi iniyor. Kaç saattir kendimi tutmuşum artık daha fazla gücüm yok!. Öğretmen ve sınıftaki arkadaşlar hemen fark ettiler. Dersi kesip, “Senin neyin var?”, dediler. Gerçeği söylemem mümkün değil, “Bankada bir tatsızlık oldu!”, dedim. Sınıfta uzun zamandır bana kur yapan biri Musevi diğeri bizden iki arkadaş var. Hemen yanıma geldiler, “Seni üzeni yaşatmayız! Hangi hayvan seni bu kadar üzdü?”, falan diye veryansın ediyorlar.

 

O gün benim için bir dönüm noktası oldu. Kafama birşeyler nihayet dank etmişti. Eveleye geveleye de olsa O da bize dair birşeyler söylemişti. Tek hatırladığım ise ‘OLMAZ’ sözüydü. Kalın kafalılığın ve aymazlığın kırılma noktasına gelmiştim nihayet…

 

Tam da bu dönem 1200 öğrenci arasından 4 tane başarılı öğrenciye burs verdi konsolosluk. Bir tanesi BEN’dim. Hayatında bir kez olsun piyangodan dahi amortiden öte ikramiye kazanmamış ben; tutkuyla öğrendiğim lisanın konuşulduğu, hiç gitmediğim o ülkeye hem de devlet davetiyle gidecektim. Uçtum sevinçten. Üstelikte burs Fransız gençlik ve spor bakanlığının verdiği spor ağırlıklı bir burstu. Yani tam bana göre…

 

Hazırlıklara başladım. Bankadan yıllık iznimi alıp 1 ay kalacağım. Orada tanışacağım insanlara vermek üzere nezaket olsun diye Hacı Bekir’den lokum, Rebul Eczanesi’nden kolonya vb. alışveriş yapıyorum. Beyefendide büyük değişiklikler başladı. Ben nereye, O oraya. Kebapçı kedisi gibi peşimde dolaşıyor ve mahzun melûl hazırlıkları takip ediyor. Sonunda dayanamadı, “Bir ay çok uzun, daha kısa kal!”, dedi. “Olmaz bileti gidiş-dönüş aldım ve tarihleri değiştirirsem ceza ödemek gerekiyor”, dedim. “Ben öderim!”, dedi. Allah Allah ben ‘Geçti Bor’un pazarı sür eşşeği Niğde’ye’ durumuna gelmişim beyefendi kulaklarıma inanamadığım cümleler kuruyor…

 

Burs için elime bir mektup verildi Paris’te bir adres ve ‘Şu gün şu saatte bu adreste bulunun!’ diye bir talimat. Hemen dil kurslarından tanıdığım Ermeni arkadaşım Yervant’ı aradım “Bana yardım eder misin?” diye. Charle de Gaulle Havaalanından karşılanışımı hiç unutmam. Tanıdığım tek bir kişiydi ve 3 araba dolusu Ermeni beni alana karşılamaya gelmişti. Nasıl bir sevgi yumağı anlatılacak gibi değil! Üstüme atladılar adeta “Ah sen bize İstanbul havası getirdin. Kumkapı’da veya Boğaz’da bir rakı sofrasına ömrümüzden 10 yıl veririz!” diye beni duygulandıran cümleler havada uçuşuyordu…

 

Burstan arta kalan zamanda ben o seyahatte Yervant’ın yakın arkadaşı olan Nişan’la Nazar diye iki kardeş tanıdım. Döneceğime yakın “Senden rica etsek Mamamıza kahve ve aspirin götürür müsün?” dediler. Tabii ki kabul ettim. Bana isim ve telefon numarası verip “Gitmeden ararsın ve lütfen bize gittiğinde kapıyı yavaş çal, ev tepene yıkılmasın!” dediler. Ben “Hadi be siz benle dalga geçiyorsunuz herhalde”, dedim.

 

Dönüşte Lusaper Hanım’ı aradım müsait olduğum bir cumartesi günü emanetini götürdüm. Verdiği adres Tarlabaşı’ndan inen sokaklardan birinin tam Dolapdere’ye bitiştiği noktadaydı. Yani Ağır Roman filmindeki Kolera sokak gibi bir yer. Ve evde, çarpık bir ahşap ev ki hakikaten kapıyı sert bir biçimde çalsan iskambil kağıtlarından yapılmış gibi tepene inecekmiş hissi uyandırıyor. Çocuklar ne yalan söylemiş ne de dalga geçmiş meğerse benimle…

 

Bu kısa ziyaretten bir hafta sonra, kadıncağız elinde bir buket çiçekle; bankaya ziyaretime geldi. Bir kahve içtik 10-15 dakika durdu durmadı. Kalkarken eşlik ettim kendisine koridorda kolumu tutup “Kızım çok tatlısın neden evlenmedin ki?”, deyiverdi. Ben -daha yaram çok taze olduğundan bu söz kanattı- bir ağlamaya başladım ki pişman oldu ettiği lâfa kadıncağız. “Ben sizden birini sevdim olmadı” falan diyorum. Lusaper Hanım habire “Kim kızım? Söyle.”, diyor. O vakte kadar araştırmacı gazeteci gibi sora sora dilimde tüy bitmiş. Bir Allah’ın kulu tanıyan çıkmamış. “Yok söylemem, hem zaten kimse tanımıyor.”, dedim. O kadar ısrar etti ki sonunda söyledim. Kadın “Aaaa bizim karşı komşumuzun oğlu!”, demez mi? “Kızım O çocuğa cemaatten ne kızlar buldular, bir tanesine dahi gidip bakmadı. Demek seni seviyor o yüzden.”, demesin mi? “Yok sevmiyor!. Sevse bana sahip çıkardı. Elimi bile tutmadı.”, dedim.

 

Kadın şaşkın ben şaşkın öylece kalakaldık…

 

Neyse zaman içinde ben hiç sevmediğim 2 kere evlenip ayrılmış ve çocuğu olan biriyle güya mantık çerçevesinde 1,5 ay süren bir nişanlılık denemesi yaşadım. Tabi olmadı sevmeyince. Ama bu olayın akabinde ‘O’ bir Ermeni kızıyla derhal evlendi. Allah mesut bahtiyar etsin.

 

Şimdi düşünüyorum da; O’nu sevmek beni ne kadar törpüledi, ne kadar olgunlaştırdı. O’nun kaya gibi durması sayesinde pişman olacak bir şey de yaşanmadı aramızda. Zaten eğer olsaydı hayatım azınlık kompleksi çekmekle geçecekti. Çünkü azınlığa mensup birini sevmek öyle İngiliz, Fransız, Alman falan sevmeye benzemiyormuş. Aramıza ördüğü duvarları aşmak, kafasındaki düşünce kalıplarını kırmak 5 yıl kesintisiz uğraşmama rağmen mümkün olamadı. Ve sevginin aşkın bana ifade ettiği anlamın herkeste aynı karşılığı bulmadığını da bu vesileyle öğrenmiş oldum…

 

Çevremdeki bir çok kişi zaman içinde evlendi. Kimi gerçekten sevdiği aşık olduğuyla, kimisi maddi kaygıları ön plânda tutarak, bazısı da “Evde kaldım herkes gitti eyvah!” telâşıyla… Hem de ilginçtir ki; bizim toplumumuzda bu durum yalnız kızlara mahsus değil! Etraf söylene söylene erkeği dahi komplekse sokuyor. “Hadi oğlum herkes yuva kurdu. Sıra sende!” diye. Bu neyin sırasıysa Allah aşkına?…

Sevdiğiyle yatan oldu karşılığı “Benle yattın, herkesle yatarsın!” oldu. Veya evli arkadaşlar sırf eşleri zevklerinden tasarruf edemediği için sık sık kendilerini kürtaj masalarında buldular. Bazıları -az değil- kız evlendi kız ayrıldı! Gerine gerine gezinen adamlar ya iktidarsız ya da gizli eşcinsel çıktı. Bazılarıysa evliliğe rağmen hiç ara vermedikleri çapkınlıklarıyla eşlerini canlarından bezdirdi…

 

Zaman içinde inandığım, güvendiğim ne varsa tek tek yıkıldı gitti. Yuvayı ayakta tutmak için eskiden büyükler “Çocuk yap!”, derlerdi. Bence çocuk en iyi anlaşan çiftlerin bile arasına nifak sokuyor. Sırf her iki taraf da kendi doğrularını o ortak ve mükemmel olmasını istediği varlığa empoze etme yarışına girdiği için.

 

Bugün gelinen noktada evliliklerin çoğu iki perdelik oyun gibi adeta. Birinci perde tanışma, seremoni, davetiyeler, bir tantana ve imzaların atılması, ikinci perde de ise avukatlar, davalar, adliye koridorları. Artık tahammül yok kimsede. Nerede tırak orada bırak! E evlenmeyin o zaman…

 

Hayat bazı senaryoları önümüze getirip koyabilir. Şöyle bir sahneye, dekorlara ve seyircilere ve bilhassa başrolu paylaşacağın partnerine bakacaksın. Eğer işine gelmiyorsa, “Ben bu oyunda yokum!”, diyebilme lüksüne sahip olması lâzım insanın. Öbür türlü ‘Nikâhta keramet vardır’ sözüne falan inanmıyorum ben…

 

Ancak neticede benim gibi ‘Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş’ durumuna gelirseniz ve fazla kurcalanmaya müsait bir ruh ve beden yapısına sahip değilseniz; ‘Hiç bir şey yapmayan hata da yapmaz!’ durumuna gelirsiniz.

 

Yapanlara helâl olsun. Eğer ki sonradan pişman olmuyor ve de içlerine sindiriyorlarsa. Ben kendimi tartıyorum ve “Kızım senden ne rahibe olur, ne de fahişe” diyorum. Diyorum da; iki cami arası bî-namaz durumuna düşüyorum bu sefer. Erkekler artık o kadar istemeden elde edilen kadın tipine alışmışlar ki kimse için uğraş vermeye niyetleri yok! Ya da halâ ebleh ebleh “Kız mısın? Dul musun?” araştırmaları yapanlar veya direk yatma kalkma muhabbetine girmeye çalışanlar var ki; bu da tüylerimi diken diken ediyor. O tip pazarlıklar benim bildiğim fahişelerle yapılır. Bunlar kime denk gelirse ağızlarına pelesenk ettikleri aynı klişe lâfları -bana göre bunların içinde en iğrenci de “Bana vermezsen sonunda böcekler yiyecek!” sözüdür- ve yöntemleri uygulama çabası içindeler ki sayelerinde güzelim erotizm oluyor nörotizm…

Şiyma Aksekili