Merhaba sevgili dostum,

 

Bu mevsimler Türkiye’yi özleme mevsimleri. Yağmurların başladığı, elektrikli sobalarımızın depolarından çıktığı günler burada. Buradaki birkaç arkadaş güney yarımküre yazını bitirip kuzey yarımküre yazına uçtu bile.

 

 

Ne yalan söyleyeyim, Türkiye’yi değil de yollara düşmeyi özlüyorum şu günlerde. Eskiden yollara düşmemin en büyük nedeni her şeyi arkamda bırakmak dürtüsüydü. İstersen sen kaçış de, umrumda değil; bana göre engellenemez bir dürtüydü içimdeki. Bazı fikirlerim ve umutlarım olurdu, ama genelde nereye gideceğimi bilmezdim. Benim için gerekliydi ve mecazi anlamda değil gerçek anlamda o yollara düşmeliydim. Yolların sonunda karşıma çıkan ise daha çok hızlandırılmış yaşam kursu gibi bir şey oldu. Sanki hayatımda ilk yirmi iki sene hiçbir şey olmadı ve hep aynı manzaralara baktım. Sonra birden bütün görüntüler değişti.

 

İçimdeki yolculuk dışımdakiyle paraleldi. Şimdileri ise durum birazcık daha farklı. Artık eski dürtü yok. Sanırım etrafımdaki manzarının aslında “hergün aynı manzara” olmadığının farkına vardığım için, olduğum yerde yeni heyecanları keşfetmeye başladığımdan gitti o dürtü. İçimdeki yolculuk yolsuz devam ediyor. Bununla birlikte yolların o değiştiren, yenileyen, tazeleyen haline olan aşkım geçmedi. Bir de işin içine koku girinçe, insanın merakı hiç bitmiyor. Bütün belgeselleri seyredebilir, bir yer hakkında yüzlerce resme bakıp yazılar okuyabilirsin de kokusunu duymak için orada olmak şart olur.

 

Sadece bir yerde olmak, bir yere varmak değil tabi, yolun kendisinin kokusu bile yeter. O yüzden motorsikletimi de çok sevmem boşuna değil! “Zen ve Motorsiklet Bakım Sanatı” kitabında yazar motosikletle yolculuğun izlemekten öte, manzarının kendisi olduğunu söylediğinden ve bunun alamını iliklerime kadar hissettiğimden beri de hayatımı motorsikletle yolculuk yaparmış gibi yaşamaya çalışıyorum.

 

Bazen de yollara çıkmazsın da, yollara dikersin gözünü, hep gidecek değilsindir ya heyecanla, hevesle beklediğin gelecek olan vardır. Geçen mektupta hatırlarsın Anzak haftası dolayısıyla Anadolu Ateşi’nin geleceğinden bahsetmiştim. Maalesef gelemediler. Gösteri iptal edildi demeyelim de ertelendi diyelim. Organizasyonun gerçekleşmeyişinin sebebi tanıtım hatalarından, hesapsız yapılan işlerden oldu. İşi gerçekleştirmeye çalışan kişinin iyi niyeti, iş bilmemesini örtemedi. Birkaç kişinin kişisel çabaları ise bilet satışlarını çok etkilemedi. Hayal kırıklığımız ilk günler fazlaydı, ama şimdi tekrar gelebilme ihtimalleri olduğundan daha umutluyuz. Gelibolu belgeseli de beklenen tarihte Auckland’ta gösterime girmedi. Onu da bekliyoruz. Nalan, Tolga Örnek buradayken röportaj yapma şansı yakaladı (bkz derKi ropörtajı). O ropörtajdan sonra daha da meraklandık.

 

Sonuçta biz Türkler hep kendimizi temsil edememekten yakınırız ama ne düzenli aralıklarla birkaç sporcu, ne de bir sanatçı, kültürel etkinlik çıkarırız. Şu Brezilyalılara bak mesela, onlar bile Jambalaya festivali falan yapıyorlar burada. Brezilyalı örneğini veriyorum çünkü sosyo-ekonomik yapı olarak biz Türklere çok benziyorlar. Tam ayranı yok içmeye, tahteravanla gider hacetine cinsinden bir millet onlar da. Neşeliler; dansetmeyi, parti yapmayı, dedikoduyu severler, kaypaktırlar, paraları yoktur ama yeni Zellanda’ya geldiklerinde ilk işleri araba almaktır, iki odalı evde sekiz kişi yaşarlar. Zengini de tam zengindir, orta ve aşağı tabaka insanlarını küçümserler ve onlara pek karışmamayı yeğlerler, sonradan görme, rüküş bir halleri vardır. Genel olarak söyledikleri yaptıklarından çok daha büyüktür her zaman. Sözde futbol virtozu olmayan Brezilyalı erkek ile henüz karşılaşmadım.

 

Bir Brezilyalı ile konuştuğunda Brezilya’yı yeryüzü cenneti sanırsın, sanki tüm sistemler olması gerektiği gibidir ve tıkır tıkır işlemektedir . Nerdeyse adamın neden Brezilya’dan göçtüğünü anlamakta zorluk çekersin. Gerçi dediğim gibi he rşeye rağmen biz buradaki Türklerden farklı olarak birbirlerinden kaçmayıp, ortak bazı işler yapabiliyorlar. Verdikleri copoera dersleri, Jambalaya festivali, her tür uluslararası festivalde en az bir şarkıcılarının gelişi buna güzel örnek.

 

Brezilyalılar ile ilgili son üç dört senedir yoğun deneyimlerim oldu. Sadece iki Brezilyalı tanıyıp da böyle fikirler edinmiş değilim. Çalıştığım cafede her milletten adam olmasına karşın son dönemde Brezilyalılar ağırlık kazandı, biri gidiyor biri geliyor. Bir ara da Brezilyalı bir ev arkadaşım oldu. Mutfaktaki Türk aşçılar, gelen Brezilyalı bulaşıkçı bolluğundan Portekizceyi sökmeye başladılar. Gerçi onlarda mutfakta her çalışana “abi” demeyi bir şekilde öğrettiler. Düşünsene Çinli’nın ya da Fiji’linin biri bizim baş aşçıya soruyor “Abi, where iş onion?” (soğan nerde abı?).

 

Hazır Latin ülkesinden laf açılmışken son üç dört haftadır çarşamba akşamları Stephen’la gittiğimiz tango sınıfımdan da bahsedeyim. Bundan önce birkaç değişik dans sınıfına gitmiştim. Bir ara Güney Hindistan yöresi dansı Bharanatyam’ı bayağı sökmüştüm diyebilirim. Gurbetin tuhaflığı iste. Sen doğru dürüst Artvin halayı çekeme, sonra git elin Misöre eyaletinin dansını öğren.

 

Tango ise şimdiye kadar gittiğim tekil dans sınıflarından farklı olarak ilk çiftli dans sınıfı deneyimim olacaktı. Tangoyu, ateşli, tutkusu neredeyse şiddet derecesine varmış, duyguların, isteklerin tavana vurduğu bir kadın erkek ilişkisinin dansı ve müziği olarak görüyordum. Eşimle de şu günlerde hayatın rutinine kapılmıştık. İşlerimiz birbirimizden daha öncelikli olmaya başlamıştı. Tangoya başladığımızda ikimiz de her ne kadar yorgun olsak da sadece kendimiz için değil, birbirimiz için de bir şeyler yapmanın zevkini tadacaktık.

 

Zevkini çıkaracaktık tabi ama kimse bize aslında bu dansın bu kadar zor olabileceğini, bazı anlarda birbirimizin gözünü oymak isteyebileceğimizi söylememişti ki! O yüzden birlikte dans öğrenmeye gidecek çiftlere bir amme hizmetinde bulunma sorumluluğuyla başımıza neler geldiğini anlatayım. Bir kere Stephen’la ne kadar değişik öğrenme yöntemlerimiz olduğu ve çok değişik zamanlamalarla hareket ettiğimizi öğrendik. Stephen bana bir ara kızıp kibarca“ Your learning style iş so unortodox” dedi. Bunun türkçesi şu demek, “bu ne biçim adım saymak be kadın”. Stephen bütün adımları yavaş yavaş, saya saya yaparken ben hemen salına salına dans etmek moduna geçmek istiyorum. Bir de tangoda esas önemli olan erkeğin sizi yönlendirmesi. Ancak Stephen henüz beni yönlendirecek kadar tango bilmediği için ilkokul ikinci sınıf yıl sonu müsameresinde dans ediyormuşuz gibi görüntüler ortaya çıkıyor. Bir de diyelim sekiz adımlı temel bir figür öğrendik ve onu yapmaya çalışıyoruz ama üçüncü adımda şaşırıyoruz, ben hatayı atlayıp dördüncü adıma geçmek istiyorum, Stephen ise baştan almak istiyor. Dolayısıyla hafiften birbirimize girmeye başlıyoruz. Tevekkeli bu tango yapan çiftlerin yüzleri o kadar ciddi ve de kavga eder gibiymiş, kolay mı iki kişilik bir şey yapmak. Genelde birbirimize girmeye ramak kalırken hoca “Evet, eş değiştirin “ diye bağırıyor .

 

Eş değiştirmek de beni son derece zorlayan bir durum. Nedense bu sınıf yeni başlayan sınıfı olmasına rağmen aramızda pek çok emektar var. Zaten kursa başvuru kataloğunda öyle bir madde yok ama sınıf 30 ila 100 yaşındaki kişilere hitap ediyor. Nitekim Stephen dışında sınıfta ilk dansettiğim kişi 75 yaşlarında kolonya kokulu bir amcaydı. Bu kolonya da aslında tango yapan erkeklerin bir klasiğiymiş, daha sonradan kavradım. Bense ilk gün sarımsaklı bir şey yemiştim, biraz utandım. Bu amcayla dans ederken onun beni yönlendirişi sayesinde tango yapmayı biliyormuşum hissine bile kapıldım.

 

Eş değiştirmenin beni zorlama nedeni aslında tecrübeli ya da tecrübesiz kişilerle dans etmek değil de Stephen’dan başka biriyle dans etmek. Kişisel alanı son derece geniş biri olarak öyle her tanımadığımla son derece özel ve yakın bir dans yapmak biraz dengemi bozuyor, kendimi koyveremiyorum. Sonuçta karşımdaki de tutukluk yapıyor, beni oraya buraya savuracağım diye uğraşıp duruyor. Bir yandan da son derece terapik olduğunu görebiliyorum. Sadece dans ediyoruz ama acaba neden ben bu kadar rahatsızım? Olay danstan çıkıp sorgulamalara dönüşüyor; insanlara ve sürüp gidene karşı neden kendimi rahatlıkla bırakamıyorum, bu güvensizlik nereden geliyor vs vs…? Böyle hissettiğim anlarda kendimi akışa ve karşımdaki kişinin ritmine bırakmaya çalışıyorum ve rahatlıyorum. Anlayacağın bir tango sınıfına geldik ama yine kişisel gelişim olayına girdik…

 

Stephen’la da dördüncü hafta sonunda adımlarımız gittikçe uyumlanmaya başladı. Nihayet dans etmeye başladık sayılır. Gerçi ilk günden beri sınıfta ne yaşamış olursak olalım, dışarı çıktıktan sonra halimize gülüyor, olanları konuşup eğleniyoruz. Bu da tango sınıfının bir nevi amacına ulaştığının en iyi göstergesi bence.

 

Bu mektup da bir duraktan öbürüne gittiğim bir yol gibi oldu. Umarım senin yolun ve yolculuklarında heyecan, keyif içerisinde, dolu dolu geçer. Ne de olsa ne demiş atalarımız “ Hayırlı yolculuklar efenim”…

 

Son olarak seni seven birileri olduğunu ve gülümsemeyi unutma e mi…