(Bu yazı hayatıma benim onlarınkine dokunduğumdan çok daha fazla dokunan, Sincan Tutukevi’nde tanıştığım tüm çocuklara adanmıştır.)
Tuhaf bir kokuları vardı;
Sanki acıya karışmış bıkkınlık,
Mutsuzluğa karışmış yokluk,
Umuda uzanan çocukluk…
Tuhaf bir kokuları vardı hepsinin,
Kendilerine has,
Kötü gelen insana başlangıçta,
Şimdilerde alıştığım.
Bana çay getiren çocuğun mahsun ve utangaç yüzüne bakıyordum. Bıyıkları henüz çıkmaya başlamıştı.Her zaman çok terbiyeli, sakin ve sessizdi. Bana Hocam diye hitap ederken, bakışlarını benimkilerden kaçırıp, kafasını yereeğiyordu. O sanki bu tutukevine uygun biri değildi. İçimdeki merak ona sürekli, “Neden buradasın?” sorusunu sormak istese de, onu incitmemek adına suskun kalıyordum.
Derse ara verdiğimiz bir gün, ona ne zaman çıkacağını sorduğumda, uzun bir süre daha içeride kalacağını öğrendim. Suçu her neyse, onsekiz yaş altında olduğundan, ağır bir suç olmalıydı ve ben ne olduğunu projeye başladıktan birkaç ay sonra duydum.
O gün birlikte çalışacağımız koğuşda bulunanlar, tutkevinin azgın dediği çocuklardı. Ben, hangi suçu işlemiş olurlarsa olsun, onlara çocuk gözüyle bakıyordum. Ama çocuk değillerdi. Aslında her biri, çocukluklarını hiç yaşayamamış gençlerdi. Kimi, cinayet işlemiş, kimi gasp yapmış, kimi tecavüz suçuyla veya adi hırsızlık sebebiyle tutkevine gelmişti. Hepsinin bedeninde dövme vardı. Bu dövmeler pek çoğunun estetik olarak yaptırdıklarına hiç benzemeyen dövmelerdi. Koğuşun birine yeni gelen nispeten beyaz tenli çocuğun koluna, o koğuşun ağası, yerdeki seramiği kırarak dövme yapmaya çalışmıştı. Seramik parçalanınca, dövme de yarım kalmıştı. Üstelik tutukevinde, çocuklar güç göstermek amacıyla yaralarının dikilmesine izin de vermiyorlardı. Dövmeler bu sebeplerle, hem birşeylere benziyor, hem de hiçbir şeye benzemiyorlardı: Hiçbiri estetik değildi,ama herbiri bir hikaye idi.
Azgın denilenler genellikle şiddete maruz kalmış ve o ölçüde de şiddet uygulayan çocuklardı. Hayat, her zaman aldığımıza verdiğimiz cevaptı. Belki de yaptıklarımıza aldığımız cevaptı. Nereden bakılırsa bakılsın, sonuçta bumerang etkisiyle gerçekleşiyordu herşey. Azgın çocuklar! Onlar olsa olsa, azgın bir toplumun parçası olabilirlerdi.
Tutukevi, kendi prosedürü gereği ve benim de güvenliğim açısından, aynı anda iki koğuşu almama izin vermiyordu. En azından başlangıçta öyle düşünüldü. Zaman içinde aralarında hasımlık olmadığı sürece, koğuşları ikişer ikişer aldım. Kuralları baştan belirlemiştik: Programa sadece isteyenler katılacaktı, zorlama yoktu. Birlikte olduğumuz sürece, herkes sırayla söz alacaktı. Biri konuşurken, sözü kesilmeyecekti. Programa katılan herkes her aktiviteye katılacaktı. Söylenen herşey gizli kalacaktı.
Dört ay süren proje sırasında, programa katılan çocukların herhangi kural ihlali olmadı. Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı ve Mediatörler Derneği inisiyatifi olarak yürüttüğümüz pilot projemiz, Sincan Tututkevi’nde onsekiz yaş altındaki tutukluların, infaz koruma memurlarının, tutukevi personeli ve yönetiminin mediasyon eğitimi almasına yönelikti. Hedefimiz, hem tutukevi çalışanlarına, hem de tutuklu çocuklara kendilerini daha iyi ifade edebilmenin yollarını göstermek, çocukların tutukevinden çıktıktan sonra uyum sorunlarını hafifletmek, şiddet yerine diyaloğun iletişim yöntemi olarak benimsenmesini sağlamaktı.
Hangi gerekçeyle olursa olsun, tutukevinde hayat, tuhaf bir yaşam biçimiydi. Bir infaz koruma memuru, daha projenin başlangıç aşamasında, kendilerinin para karşılığı tutuklu yaşamı sürdüklerini söylemişti. Bu ifadenin anlamını, ancak tutukevine girdiğinde anlayabiliyordu insan. İçeriye girebilmek için retinanızın okunması gerekiyordu. Çamaşırlarınız, saç tokanız veya ayakkabınızın içi dahil olmak üzere, üzerinizde asla metal birşeyin olmaması gerekiyordu. Yanınıza bir şişe su bile alamıyordunuz. Telefon, anahtar, ruj, krem, kolonyalı mendil, vs hiçbir şeyi içeriye sokamıyordunuz. Yemek yerken masalarda karabiber yoktu ve asla da olmayacaktı. Filtre kahve tiryakisi olan ben, nescafe’ye bile razıyken, sade kahve bulamadım. Çünkü kantinde sadece tatlı karışımlar vardı. Dışarıdan içeri kahve sokamıyorduk. Açılmamış, kapalı herhangi ürün paketini getiremiyorduk. Pencerelerde demir parmaklıklar vardı; her pencerede. Dışarıya baktığınızda demir parmaklık engeline çarpıveriyordunuz: Demir karelere bölünmüş duvar manzaraları. Çünkü demirler arasından baktığınızda gördüğünüz şey, üzerinde teller olan yüksek duvarlardı!
Zaman zaman çocuklarla çalışırken, infaz koruma memurlarının herşey yolunda mı’yı sorgulamak üzere, kapıda bulunan minik cam pencereden içeriyi gözlediğini görüyordum. Telaşlanmalarına gerek yoktu ama görevlerini yerine getiriyorlardı. Çocuklar, sonunda kendilerini dinleyen ve öğüt vermeyen birini bulmuşlardı. Evet, proje sırasında hiç öğüt vermedim. Yeterince duydukları bir şeyi yeniden vermenin anlamı yoktu benim için. Ben sadece onları dinlemek ve sorgulamalarını sağlamak istedim. Amacım, sorumluluk almanın büyüsünü hissedebilmelerine olanak sağlamaktı. Hiçbir şey yapamam veya ben bir hiçim’den, ben de iyi birşeyler yapabilirim’e uzanabilmelerini istedim. Hayata ve insanlara dair katılaşmış önyargılarını kırabilmek için oyunlar oynadık. Hayat bir bumerang demiştim ya, evet aslında ben onların önyargılarını kırmaları için uğraşırken, gerçekte yaptığım kendi önyargılarımıkırmaktı! Aslında, önemli olan şeyin bu olduğunu, proje sürecinde sık sık hatırlayacaktım. Biz özgür ve sözde iyi insanların, bu çocuklara ilişkin yarattığı ve sahip olmakta direndiği önyargılar yumuşamadan, toplumda genel ilerleme kaydetmemiz, şiddetten barışa uzanabilmemiz mümkün değildi.
Üç çocuk
Yaşları 14-15
Tinerci dediklerinden…
Üç çocuk
Her gece hayatın zorluklarını yaşarken,
Yaşayıp yaşamadıklarını sorguluyorlar mı?
Üç çocuk,
Acaba her gece, ben onlara bakarken bana bakıp,
Hayatımı sorguluyorlar mı?
Bir gün koğuşun birinde yoklama alırken, tutuklu çocuklar aralarından biri için kendilerince espiri yaptılar.
“Onu yok yaz.”
“Onu ölü yaz.”
“Onun işi bitti.”
“Hayrola?” diye sordum, “kötü bir şey mi oldu?”
Bana kendi açılarından hikayeyi anlattılar. Yok yazılmasını istedikleri çocuk, koğuştaki birinin dolabından, o biri koğuşun ağası diyebileceğimiz kişi, onun izni olmadan tesbihini almış. Koğuştakilerin hepsi çocuğun üzerine çullanmışlar. Bir masa ile iki sandalye kırılmış kafasında. Boynuna yirmi dikiş atılmış. Mediatör olmasaydım, bana bu hikaye anlatıldığında herhalde hiç düşünmeden tepkide bulunurdum. Oysa, bir mediatörün tek düşünce tarzı olabilir: Herşey insana özgüdür. Herhangi şeyi kabul etmek veya etmemek kendi tercihimiz olmakla birlikte, o şeyi anlamak imkansızdır.
Anlamak değil derdim seni,
Nasıl anlayabilirim ki,
Ben çiçeklere bürünmüşken,
Senin siyahları seçmeni.
…
Derdim anlamak değil seni!
Bunu istesem de yapamam…
Ben bana olanları anlattıklarında, hiç tepki vermedim. Sadece onları sonuna kadar dinledim. Sözleri bitince tavsiyede de bulunmadım. Eminim bana gelinceye kadar her türlü tavsiyeyi en az on kez duymuşlardı. Onlara sadece şöyle sordum:
” Şimdi benden, benim yaşamın anlamına ilişkin ne düşündüğümü duymak ister misiniz?”
Hepsi bir ağızdan onay verince, onlara hamileliğimden günümüze, son onbir sene oğlumla birlikte deneyimlediğim hayatın keyfi ve değerine ilişkin düşüncelerimi anlattım. Biraz tiyatraldım doğrusu, abartılıydım…
“Biliyor musunuz, sağlıklı bir birey olarak doğabilmek milyonlarda bir olasılık! Üstelik doğduktan sonra yaşama devam edebilmek de sayılı olasılıklarla mümkün. Aslında sağlıklı doğmak ve o yaşamı sürdürmek, herhangi piyango biletinin en büyük ödülünü kazanmaya kıyasla, çok daha zor…”
Çıt çıkarmadan beni seyredip, dinlediler. Aralarından biri, bunun hiç farkında olmadığını söyledi. Ama hangimiz bunun farkındaydık ki? Bir diğeri yanındakine:
“Lan oğlum, bak ne kadar değerli bir şeye sahipsin, bir de hiçbir şeyim yok dersin!” dedi. Gülüştüler, konuştular ve sınıftan ayrılırken, her biri, başlangıçta anlaştığımız gibi, gözlerimin içine bakarak benimle tokalaştı.
Gözleri tuhaftı bu çocukların: kaybolmuşluklarını yansıtıyordu. Aldıkları uyuşturucudan anlamsızlaşmıştı bazısının gözleri. Oysa ben hep gözlerde ruhu okumaya çalışmışımdır. Onların okunacak gözleri yok gibiydi. Kimisine bakarken, içimin acıdığını hissediyordum. Bir şey söylemiyordum ama içimin tüm iyiliği ile onları sarmalamak istediğim anlar oldu. Gücüm yeter miydi sızılarını dindirmeye? Hiçbir zaman bilemeyeceğim. Bu duygu yoğunluğuna rağmen, ben bu çocuklara hiç acımadım. Onların kendilerini tamamlamalarına yardımcı olmak, tek istediğim şeydi. Tercih edebileceklerini göstermek istiyordum. Zordu hayatları, bizlere göre oldukça zordu. Tutukevinden çıksalar bile, çoğunun gidecek ailesi yoktu veya onlarla ilgilenmiyordu. Gidebilecekleri evlerde ise, azmettiricileri, ağaları vardı. Suç işlemeye mahkum gibiydiler. Bununla birlikte, bazılarının diğer aile üyeleri de tutukevindeydi. Bir çocuğun tüm ailesi hırsızlık ve gasptan tutuklanmıştı! Bazıları Çocuk Esirgeme Kurumu evlerine gidebilirdi. Ama oraya gitmek isteyen hemen hemen yok gibiydi. Çünkü orada da şiddet görüyorlardı. Ama tercihleri olabilirdi. Hepimize göre zor da olsa, tercihleri olabilirdi. Yoksa, kendimi mi kandırıyordum? Tercihleri biraz da bizim toplum olarak değişmemizle ilgili değil miydi? Toplum olarak, hepimiz tercihlerimizi belirleyebilirdik. Bu çocukları dışlamayı tercih ederken, kendimizi de toplum sorunlarından soyutlamıyor muyduk? Bumerang etkisine dönecek olursak, önyargılar, korkular ve düşmanca bakışlarla onları dışlamak, bizlere daha da hızla ve acıyla geri dönmelerine sebep olmayacak mıydı? İyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük…
Tercihler,
Hepsi benim aslında…
Sevmek veya nefret etmek,
İyilikten kötülüğe uzanan tahterevallide.
Ve geri dönerken bana tüm düşüncelerim,
Tıpkı derin vadilerdeki yankılar gibi,
Sanki sessizice kanıtlamaya çalışıyor:
Tercihler,
Hepsi benim aslında…
Projenin sonuna doğru, infaz korumalarla yaptığımız bir sohbet sırasında, çay servisi yapan çocuğun adam öldürdüğü için tutukevinde olduğunu öğrendim. Bu çocuk gerçekten çok sevilen bir çocuktu. Aslında çobanmış. Babası öldükten sonra köyden bir adam annesini rahatsız etmeye başlamış. Milletin ağzı da durmayınca, bir gün adamı öldürüvermiş. Kısaca hikayesi buydu. Beni duyduğundan habersiz, görevlilerle konuşurken “ne olursa olsun, hiçbir gerekçe insan öldürmeyi haklı kılmaz,” dedim. Bu sözlerimden sonra, benimle konuşmadı. Bu duruma gerçekten çok üzüldüm. Sonunda onunla konuşmaya karar verdim. Namusunu temizlediği için, mahkeme sürecinden tutun da, tutukevinde bulunduğu zamana kadar, benden başka hiç kimse, ona yaptığı işin hayatı sonlandırmak olduğunu söylememişti! Çünkü namus temizlemişti!Elbette geceleri vicdan azabı duyuyordu, can almak ayrı bir duyguydu. Ben, onun sesli vicdanı olmuştum. Bununla birlikte, onu suçlamadığımı ama kendi fikrimi söylediğimi kabul etmişti. Konuşmamızdan sonra aramız düzeldi.
Dört ay boyunca tutukevi çok değişti; duvarlara boydan boya resimler, bina etrafında düzenlemeler yapıldı. Binanın içine renkli bitkiler konuldu. Çocuklar için resim, seramik, okuma-yazma kursu vs etkinlikler başladı. Tutukevi müdürü gerçekten kendini işine adamış, idealist bir yöneticiydi. Onunla tanışmaktan mutluluk duydum. Onun dokunuşları olmadan, tutukevi çok daha kasvetli ve tahammül edilemez olurdu .
Zaman zaman infaz korumalarınçocuklar için “onlar şiddet görmeden rahat edemezler” sözlerine kızsam da, tutukevi yaşamı kendine has bir hayattı. Ne tutuklu olana, ne de ücretli çalışana kolay değildi. Pencerelerinizden baktığınızda tek gördüğünüz şey, demir parmaklıklar ardındaki tellerle kuşatılmış yüksek duvarlardı. Birde burnunuza gelen koku…
Tuhaf bir kokuları vardı,
Çocukluk yaşayamamışlara özgü,
Buruk, solmuş çiçeksi ve sert
Tuhaf bir kokuları vardı, unutulmaz.