”Dün sabaha karşı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim
Kendimle vuruştum”
Özdemir Asaf
”Böyle demiş Sevgili Özdemir Asaf ” diye girmek var bu yazıya.. Klibi yayınlanan artizlerin cem-i cümlesi ile her dem düşüp kalkıyormuşcasına, ”Sevgili Teoman’dan bir şarkı çalıyorum size” diye anons yapan Kral TV VJ’leri gibi.. Ama ben bunu yapmayacağım !! Çünki bir yazıyı, bir şarkıyı, bir şiiri, ondan alıntı yapacak kadar sevmiş olmak, beni onu yazanla aynı kefeye koymaz. Hatta bazen bizzat yazabilmiş olmak bile, yaşayabilmiş, yaşamına sindirebilmiş olmak anlamına gelmez, güzel bir yazıda ortaya konulan bilgeliği..
Malum, hepimiz ”Mevla’yı Bulacam diye Leyla’ya Hava Atma” faslına takılmış GÖNÜL YOLCULARI’yız.. Kamil insan olmaya giden bu yollarda, düşe kalka ilerlemeye uğraş veriyoruz. Yazışmayı, paylaşmayı da seven bir familyayız üstelik. Bir aşk ve şehvet düşkünleri, bir de BİZ; aha bu iki grup olmasaydı, Internet diye bir medyaya gerek bile kalmayabilirdi hatta.. Bize bir mail grubu verin, hemen başlarız ”Alıntı Bilgeliklerimizi” yarıştırmaya.. Bakın, BİZ diyorum, yani kendimi dahil ediyorum bu grubun içine. Yoksa olayı üstten alıp, YAPARLAR, EDERLER, modunda aşmış bitirmiş kadını da oynayabilirdim pekala.. Ama değil mi ki buradayım ve yazıyorum, bunu bütün samimiyetimle yapmalıyım.
Karşı olduğum sanılmasın ALINTILAR’a. Benim yazının tepesine oturttuğum şiiri okuyup, üstüne alınan insan, muhabbete bir girizgah öteden başlayabileyeceğim insandır neresinden baksan. Eh yol uzun, zaman dar, hedefler ”agresif ”olunca, AYNI DİLİ konuşan insan bulmak sevindirici. Yani bir nevi boşa harcanan enerjiden tasarruf olayı. Gündelik olanın tekdüzeliğinden içi bunalmış, tüketim medyasınca ”işte mutluluk buuu” olarak lanse edilen şeylerden sıkılıp alternatif arayışlara girmiş, ”Ohh be dünya varmış!” diye kendini yollara atmış, şimdi de ”Nerden girdim bu patikaya anasını satiim!! Ne zormuş layn bu farkındalık geliştirmek olayı..” diye dolanıp duran tepe-sersemi kuzucuklarız bizler. Birbirimizi bulunca meleşip, koklaşmak niyetiyle attırmamız doğaldır karşılıklı birkaç alıntı ki; hangi karasularında uçuştuğumuz yekdiğerine ayan olsun. Yani bir nevi kartvizit değiş tokuşu…
O reiki grubu senin, bu meditasyon merkezi benim, o Hatha Yoga hocası Aylin’in derken, ve içine az kanserojen katkı maddesi katılmış, tercihan natürel gübreyle büyütülmüş ve tatlı kaçamaklarla süslense de özünde vejetaryen menülerimizi yerken, bilge bilge yaşaaar gideriz, FARKINDALIĞI DÜŞÜK yozlaşmış kitlelerin arasında… Pardon, ÜZERİNDE!!!
Aslında amaç temiz; bir nevi ”ERMEK”.. Kullanılan araçlar da makbul, yani bir nevi hepsi yüzyıllardır insan bilgeliğinin ortaya çıkartabildiği birikimi bağrında taşıyan kıymetli öğretiler. Lakin icraati yapan kafa bildiğimiz kafa!
– ”Nünü’cüm, Nişantaşı’sında, Max Mara’nın karşısında yeni bir boutique açılmış.. Ayyy süpper!!! Hadi gidip ordan aldıklarımızla Aybike’yi çıldırtalım. O’nun geçen ay Milano’dan kazık kazık aldığı bluzların aynıları %50 indirime girmiş” diyen kafa
– ”Kız Melahat biliyonmu Nadiregil’in kızı nişanında Seda Sayan’ın iki hafta önce sabah porgıramında giydiği tuvaaaletin aynını geymişti. Ama gotu na bu kadar olduğu için heç eyi durmamıştı” diyen kafa
– ”Olm Erencan, sen bırak bu Zen-Sünni arayışları. Bunlar palyatif çözümler. Ben yeni bir mekana takılıyorum abi. Ki’nin özünü yakalattırdı oradaki Üstat bana. Herif Zimbabwe’li Baba. Bu ritüeller, 1600 yıldır filan oradaki kabileler tarafından… ” diyen kafa… arasındaki sekiz farkı bulana Tibet’te altı aylık hızlandırılmış farkındalık kursu ısmarlayacaam haberiniz ola!!! Ha, Tibet’in modası geçti diyorsanız siz bilirsiniz. Daha Tao’nun adını yeni duymuş bir sürü kuzucuk var. Onlardan birini yollarız, ölürler zevklerinden valla…
Ne yani şimdi ben bunları söylerken karşı mıyım, Reiki’ye, Haiku’ya? Yooooo… Dedik ya bu yolun yolcusuyuz. Benimki KARŞI olmak değil. Daha ziyade kendimde de gördüğüm bir ruhsal hıyar-arşi budalalığı konusunda UYARICI olmak.
Asıl ihtiyaç ”özel ve önemli” görünmek ve takınılan tavır ”başkalarının eksikliğini vurgulayarak bir adım yukarıda görünmeye çalışmak” olunca, kullanılan aracın ve ifade edilen amacın çok da bir önemi kalmıyor. Birbirimize alıntılar gönderiyoruz kıyasıya; ”Yargılama, yargılanırsın” felan… Sonra biraz tepemiz attı mı karşımızdakine, başlıyoruz hemen usuldan sokuşturmaya; ”Olm bırak ya! Kifayetsiz adamlarla tartışmıycaksın yaa.. Ruh yaşı kaç ki o dümbüğün… Ben onun reiki sertifikalarının hepsini alır biryerinden sokarım ağzımı açarsam.”
Mükemmelik bir varsayım, her insanın aklının erdiğince kendini yaklaştırmaya çalıştığı bir simülasyon. Veeee işte söyleyip söyleyip bir türlü içimize sindiremediğimiz acı gerçek; Hiçbirimiz mükemmel değiliz!
Ama hepimizin, MÜKEMMEL GÖRÜNMEK’ten bir anladığı var.. Ve bu görüntüye kıçın kıçın yaklaşacak davranışları yaparmış mış mış gibi yapıyoruz. Birşeyler olmaya çalışmaktan, OLAN’I hissetmek için fırsat vermiyoruz kendimize. ÖZÜMÜZLE BULUŞMAK’tan bahsediyoruz ama o özün orada olduğuna inanıp da, kendimizi salıveremiyoruz bir türlü. Şimdi bu altı yıldır meditasyon yapan ve aikidoda siyah kuşak sahibi birine yakışmaz filan gibi önyargılarımız var kendimiz ve başkaları hakkında. Ya da bu insana olsa olsa şunu demek, şunu giymek, şurada tatile gitmek yakışır gibi etiketlerimiz. Halbuki gerçek orada, içeride; Canımız o anda ne yemek istiyorsa, ne demek istiyorsa, gönlümüz bizi nereye çekiyorsa biz O’yuz. Önemi olan öyle değilmiş gibi gösterip görüntüyü kurtarmak değil ki..
Gelgelelim memnun değilsek eldeki maldan, ya da hayatın karşımıza çıkarttığı reel veriler tüm afra taframıza rağmen pek de bir yere varamadığımız hissini veriyorsa bize.. o zaman neden tercihlerimi bu yönde kullandım diye dönüp yine kendimize sormalıyız soruyu.. ELDE OLAN ne? Tembelsem tembelim, cimriysem cimri. Paranın aldığı şeylere bayılıyorsam, saklamaya ne hacet. Şehvet düşkünü, gözü doymaz bir avcıysam da budur işte bunun adı. Meşrulaştırıcı analojiler kurmaya gerek yok. Saklamaya hiç gerek yok. Bırak başkalarını hele de kendimizden saklamaya.. Lakin memnun değilsem olduğum şeyi olmaktan, önce OLAN’ın adını koyup, kabul etmekle çıkmak zorundayım yola. Mesela ben vereyim size bir örnek;
”Bayılıyorum yazdığım güzel yazılarla insanların ilgisini çekmeye, beğeni toplamaya. Bir başlıyorum kelimelerle olayı simüle etmeye… Allah olay kopuyor! Zirve yapıyorum farkındalık konusunda. Yazdıkça yazdıklarımda kendimi görüyorum. Sonra dönüp okuyorum, ders çıkartmaya çalışıyorum yazdıklarımdan. Şerrefsiiiizzz diyorum kendime. Bak ne güzel yazmışsın. Geçen gün de eleştirdiğin bu haltı kendin yemeseydin ya!!”
Mükemmellik uzak henüz bizden. Hadi sizi ellemeyeyim, benden daha çok uzak. Ben içimin beni çektiği yere gidip, orada ne olduğunu görüp, mümkünse bundan bir takım deneyimler çıkartıp, bir adım sonrasında daha az tekrar yaparak ilerlemeye çalışan gariban bir kuzuyum. GURU’nun GURURU dediğim hatadan uzak durmaya çalışıyorum nacizane; ”Laf söyletmem ulan ben bilgeliğime, farkındalığıma. Siz kimsiniz ulayn beni eleşetirecek. ” türü savunmalarımı mümkün olduğunca aza indirgemeye çalışıyorum. Salaksam eğer, biran önce bunun adını koyup, neden salakça davranma eğilimi gösterdiğimi anlamaya çalışıyorum. Yarın sabah aynı salaklığı 30 derece açıdan bir daha yaparsam, en iyi ihtimalle biraz daha erken farkediyorum. Filan…
Mükemmel değiliz ama samimi olabiliriz. Önce kendimize, sonra başkalarına.. Çünki YOL KENDINE YÜRÜNÜR..
”Dün sabaha karşı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim
Kendimle vuruştum”
Özdemir Asaf
Gerçek yaşama hoşgeldiniz Ece hanım, gerçek yaşama hoşgeldiniz. Acılara, yalanlara, aldatmacalara, umursamaz tavırlara, sizi umursamayanlara, sıkıntılara, işlere, parasızlığa, borçlara, taksitlere, fotoğraflara, yüzlerce kez çevireceğiniz ama açılmayacak olan telefonlara, soğuk yüzlere, ilgisizliğe, canınızı sıkan o adamlara, üşümelere, “neyin var”lara, “sen niye hala buradasın” ya da “neden erken gidiyorsun”lara, “geç gelme” lere, “erken geldin”lere, çay üstüne çaylara, sigara üstüne sigaralara, yemediğimiz öğle yemeklerine, bekleyişlere, hayal kırıklıklarına, yataktan çıkamamalara, yolda giderken pencereyi sonuna kadar açsanız da boğazınızdaki o yumruğu, kalbinizdeki o acıyı giderememelere, okuyamamalara, yazmalar ama -tek iyi yanı bu-, asıl mesleğinizden dolayı size dertlerini anlatanları dinlemeye ya da dinler gibi yapmaya, onlara çözüm önermeye ama kendiniz için bunları bir türlü yapamamaya, kısacası “yeni yaşam” a hoş geldiniz … Ama siz “yeni yaşam” sıfat tamlamasına hep başka bir anlam yüklemiştiniz sanırım, bize bundan söz etmenizi merakla bekliyoruz. Gelecek sefer mi? Pekala öyle olsun o zaman. Farkındayım, aynı şeyi iki kez tekrarlamış olacağım ama ancak bu sözcük grubu ne demek istediğimi size anlatacak. Şöyle ki; merakla bekliyoruz ece hanım, saygılar … yirmiyedi eylül
“Yeni yaşam”a hoşgeleli uzun zaman olmuş ece hanım, bugün ayın onaltısı, tekrar hoşgeldiniz kraliçem. Size böyle hitap edebilirmiyiz? Fazla mı samimi duruyor, pekala ece hanım’a geri döneriz o zaman. Ekim ayındayız, bu ayı sever miydiniz? Ayları sevip sevmedikleriniz olarak ayırmaz mısınız, bu koca bir yalan …
Demek bize oyun oynuyordunuz, itirafınız çabuk oldu, demek kasım ayından özellikle nefret edersiniz, hazirana bayılırsınız, narsizmin doruğu, sırf doğduğunuz ay olduğu için öyle mi, olsun, herkes sever doğduğu ayı, bir tek kendini sevmeyenler sevmez, bütün bunlardan bize ne ece hanım, size ece hanım diye hitap etmemizi istemiştiniz değil mi, yoksa yanılıyor muyum? Aralık ayı fena değildir diyorsunuz, ocakın anlamı yok, şubat demeyi severim, sanırım sizin sevdiğiniz ve sevmediğiniz ayları dinlemekten sıkıldık ece hanım, biz daha farklı şeyleri merak ediyorduk, örneğin şu “yeni yaşam” olayı, şimdi nasıl her şey, bizi biraz aydınlatır mısınız çünkü belki bize de yardımcı olmuş olursunuz, bir gün “yeni yaşam”a geçmek istersek başkalarının deneyimlerinden yararlanmak hoş olabilir. Kör adamlara dönmeyiz.
Demek kendinizi kandırıyorsunuz “mutluyum” diye, iki tane de yandaşınız var ve her gün birbirinize ilk soru “bugün mutlu musunuz” diye sorup, “mutluyum” yanıtını alıp gülüp, güne devam ediyorsunuz, bu zor olmuyor mu ece hanım, bana çok yararlı olacakmış gibi gelmedi de.
Demek oluyor, bu büyük bir başarı, adınız tarihe geçmeli, kendinizi kandırmak ne kadar da kolay sizin için, herkes mi böyle yapıyor? Yalanlar söylüyorsunuz demek kendinize ama hiçbir zaman başkalarını kandırmıyorsunuz ha, araya dürüstlük belirtileri sıkıştırdınız, sizi yanlış tanımamızdan mı korkuyorsunuz, olur böyle şeyler, herkes diğerlerinin onu yanlış anlamasından korkar, sizin böyle bir korkunuz yok mu, kimseye gereksinim duymuyor musunuz, nasıl olur ece hanım, şimdi bizimle ne diye konuşuyorsunuz o zaman? onaltı ekim
Radyonuzun sesini biraz kısar mısınız, tamam. Bizimle görüşmeye erken geldiniz, aradan henüz bir hafta geçmişken sizi beklemiyorduk ece hanım. Demek bu gece evdesiniz ve düşünmek ya da yazmak için zamanınız var. Çok da değil, yaklaşık bir saat, ha? Demek bir saat sonra bir film izlemeniz gerekiyor. Filmin izlenmemesinin gerekliliğini de ilk kez sizden duyuyorum, olabilir tabii. Biliyorsunuz biz en çok “yeni yaşam” olayını merak ediyoruz. Siz “yeni yaşam”a geçeli çok oldu, bir aydan fazla bir süre. Hayır biz bu olayı pek anlamış değiliz, yani insan nasıl oluyor da yeni bir yaşam’a geçmeye karar veriyor, sonra neler yapıyor da geçmiş oluyor o yaşama, bir de nasıl geçiyor yaşam yeni olunca? Merak ediyoruz tüm bunları, bir gün yeni bir yaşam’a geçersek ona göre davranmak istiyoruz hepimiz. Bunu bize geçen hafta anlatmış mıydınız? Sözler uçup gidiyor ece hanım, galiba bir kez daha anlatmanız gerekiyor, bir de çok kayda değer şeyler söylemiş olsaydınız emin olun anımsardık; ayıptır söylemesi biz duyduklarımızı işimize yarar şeylerse pek kolay unutmayız.
Yeni yaşamınız sizi özgürlüğün ne olduğuna dair yeniden düşünmeye mi itti, daha önce özgürlüğü nasıl düşünmediniz ece hanım, olmaz öyle şey. Biz de mi düşünmüyoruz, yapmayın, bizim ana temamızı oluşturur bu sözcük. Biraz abartıyorum belki ama biz hepimiz özgürlüğün ne olduğunu biliyoruz. Aslında hiçbirimiz özgür değil miyiz, çabalamanıza karşın siz bile hala değil misiniz, buna inanmak çok zor. Madem özgür değilsiniz ve bunun bilincindesiniz, nasıl oluyor da bir türlü özgür olamıyorsunuz. Bu konu felsefi tartışmalara dönüşecek, en iyisi geçelim. Biliyorsunuz size yazdığım ve birlikte yaptığımız konuşmalardan oluşan ve benim mektup diye nitelediğim şu şey en çok üç sayfa olmak zorunda. Üstelik üçüncü sayfayı da tüketmeye başladık. Eğer yeni yaşam olayını bir çözüme ulaştırmadan bu mektubu sonlandırmak zorunda kalırsak hepimiz çok üzüleceğiz. N’olur bize bir iki ipucu verin mektup bitmeden, bakın yeni yaşam’ın yaşamsal bir önemi var bizim için. Bir gün bunu biz de yaşayabiliriz ve kör adamlara, dönmekten ölesiye korkuyoruz, bunu geçen hafta size söylemiş miydim, sözcükler uçup gidiyor ece hanım, ben de size bunu söylemiştim anımsarsanız. Pekala, bu iş çok uzadı. Size ölesiye korktuğumuzu söyledim, dipsiz bir kuyu gibi, koçansız bir mısır gibi, yapraksız bir ağaç gibi ya da sırsız bir ayna gibi yaşamak istemiyoruz hiçbirimiz. Aynaya bakın mı dediniz? Bunu sırf kendimizi sırsız bir aynaya benzettiğim için şimdi uydurdunuz değil mi, hayır mı? Beni şaşırtıyorunuz. Ayna da gördüğümüz şeyi incelemeliyiz, gözümüzün ferinin yerinde olup olmadığına mı bakmalıyız, ya yerinde değilse? Biraz makyaj; hem yüzümüze, hem yüreğimize öyle mi?
Son paragrafta size şunu söylemeliyiz ki, kendinizi çok iyi kandırıyorsunuz gerçekten de ece hanım, bravo ece hanım. Bir iç hesaplaşmada bile oyun. Kendi kendinize oyun, kendinizle oyun, kendinize oyun… Demek yalnızca kendinize, başkalarına karşı neredeyse hiç ha, buna itirazımız yok ece hanım, ne de olsa sizi en iyi tanıyan yine sizsiniz. Neyse, son paragrafımızda şunu da söylemeliyim ki ileride sınırlandırıldığımız, sınırlandırılmaya çalışıldığımız ya da sınırlandırılmadığımız durumlarda yeniden karşınıza çıkmaya hazırız. Biliyorsunuz bu biraz da size bağlı ece hanım. Neyse, pek anlamasak da yeni yaşam’ın nasıl bir şey olduğunu, size bu ve bundan sonraki tüm yaşamlarınızda başarılar dileriz ece hanım, saygılar efendim …