İlk kez duygusuz damgasını ortaokulda Türkçe hocamdan yemiştim.
İlk kez orta 2 de Türkçe öğretmenim duygusuz olduğumu söylemişti; gerçekten de öyledim. Ailede öyle kitap falan okuyan yoktu, bir kasabada yaşıyordum, abim ottu. Ben de bir öğrenciydim işte. Bir at gibi koşturulma örneği bana tam oturuyordu(şşşt yanlış anlamayın, oturturum).
Sonra ilk kitabını okuyan çoğu insandaki gibi benim de uyanışım gerçekleşti. Abim(ağabeyim mi demeliyim?) dersane öğretmenin tavsiyesiyle Montaigne’nin DENEMELERİni aldı. O da paragraf sorularında çok çıktığı için. O hiç okumadı. Ben de yarı anlar bir şekilde 3 senede bitirdim. Kendime geldiğimde değişen birçok şey vardı. Bense daha çok kaymıştım. Tipim, düşüncelerim, çoğu özelliğim değişmişti. Kitabı bir dahaki devirişim bir ay sürdü. Sonrasında ise Montaigne bir insanın daha hayır duasını almıştı, açıkçası daha fazlasını …
Neyse bende düşünmeye başladım işte. Felsefe olayı Montaigne’de özendiriliyordu. Ben de bir dalayım dedim.(Okuyanlar bilir arada birçok Platon falan geçer.dünyada dost yoktur dostlarım. Tatlı geldi tabii.) Okul kütüphanesinde elime geçti üçer beşer felsefi kitap; geçmez olaydı. Ben de kitap okumayı biraz daha bıraktım.(Düşünün bir kere, daha kaç kitap okumuşum sonrasında elime Platon alıyorum. Haliyle bırakıyorum) Ama ben daha düşünmeyi bırakmamıştım. Kafamda oluşturduğum yeni felsefe kavramıma göre felsefe okumak değil düşünmekti, yorumlamaktı, kısaca kafada olup biten herşeydi.
Artık kendimi daha özgür hissediyordum; çünkü düşündürülmüyor düşünüyordum. En azından bana göre öyleydi, hala da öyle. Fakat beni en çok etkileyen şu olmuştu: Herşeyi sorgulamak. Altı yaşındaki bir çocuk nasıl “bu ne? şu ne?” diye yanındakilere sorarsa bende kendime “Buna neden böyle demişler acaba? Bu neden böyle?” gibi sorgulamalarda bulundum. Yaptıklarım lise3 felsefe kitabındaki filozof tanıma uyuyordu ama sorgulayınca bunun da yanlışlığı ortadaydı. Felsefe aşkı öldürür derler. Çevrem de beni ağır olmasa da hafiften duygusuz görüyordu. Öyle çok ağır olmasa da artık bende düşündürücü nitelikte kitaplar okuyordum. Orada da felsefenin duygusallığı yokettiğine dair birkaç yerle karşılaşdım. Ama ben felsefeyi ne başka insanlardan, ne de kitaplardan öğrenmiştim. Bilmiyorum, belki de benim kafamda oluşturduğum ve felsefe dediğim şey bambaşka birşeydi. Düşünce bendeydi. İlk aklıma gelen tepki olarak duygusallığa sarılmanın aptallık olduğuydu. Hesaplaşma kafamdaydı, ben de yoluma devam ettim.
Arada gerçekten de duygusalığı öldürür görünen sorular da aklıma gelmiyor değildi. Mesela “şu kalp kelimesinin aşkta meşkte işi ne?” diyenler vardır. Biyoloji öğretmenimiz de bir biyoloji öğretmeni olarak “duygu da düşünce de beyindedir.” demişti. Bu bir soruydu(sorundu?) benim için. Ya da başka bir soru olarak: Şu cep sitelerinden alınıp da sevgililere gönderilen aşk mesajları acaba sevdiği kimseye gerçekten de duyglarını ifade etmek miydi? Yoksa mesajı kafasında ya da kalbide oluşturan kişinin sözlerini araklamaktan öteye geçmiyor muydu? Eskiden de parklarda dedelerimizin ninelerimize okuduğu ünlü şairlerin şiirleri bu durumla aynı mı? Bir insanın sevdiğine kötü de olsa şiirler yazması mı güzel yoksa ünlü şiirleri(mesajları) sevdiğine okumak mı? Hiç sevdiğinize sordunuz mu hangisini isterdi? Ha eğer ki o mesajın yazarını bilmiyor derseniz sevdiğinize yalan duygular mı veriyorsunuz. Kendi kendime sorun yaratmak aslında bu sorular, “sana ne” diyesim gelir de diyemem.
Lise İngilizce öğretmenim felsefeden konu açıldığında şöyle demişti: Bir arkadaşım da felsefeye daldı çıkamadı.” I ı” o işe çok da girme evladım. Oysa ki en azından benim felsefeme girse yani özgürce düşünse anlıyacak ki herkes farklı birer birey ve ona olan bana olacak diye bir şart yok. Hatta (gırrrrrrrrah) her yüz felsefeyle uğraşanın 5’i delleniyorsa ve onun da arkadaşı bir hoş olmuşsa bu onun felsefe olayına dalması için büyük bir neden; çünkü artık dellenme ihtimali 99 da 4’tür. Dalmazsa dellenme ihtimalini asla heseplayamaz.
ÖZETLE: Felsefenin amacı erdendir; bu erdem de medresenin söylediği gibi, sarp yalçın ve çıkılmaz bir dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzel, bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu. Orada erdem yine her şeyden yüksetedir.; fakat yerini bilen olunca, ona gölgeli, çimenli, güzel kokulu yollardan, güle söyleye, göklerin kubbesi gibi rahat ve dümdüz bir inişle varılabilir.
MICHEL DE MONTAIGNE