Almanya’ya yeni gittiğim sırada kaleme aldığım Almanya’da Çalışmak ve Yaşamak adlı yazımda, Almanya’ya nasıl gittiğimi ve orada nasıl bir ortam tecrübe ettiğimi anlatmıştım. Ancak; bir sene kaldıktan sonra Türkiye’ye geri döndüm.

Özellikle çevremdeki pek çok kişinin yurtdışına gitme ihtimallerini araştırdığı şu günlerde, neden geri döndüğümü ifade etmek istedim. “Hazır kapağı atmışken neden kalmadın?” diyenlere de topluca cevap vermiş olayım.

Seyahat

Türkiye’de, iş dünyasının kalbinin büyük şehirlerde attığı bir ortamda yaşıyoruz. Ara sıra şehir dışı seyahatler veya projeler olsa dahi, haftanın 2-3 günü seyahate gidip kalan günler yine şehrimize dönüyoruz. Dolayısıyla; sabit düzeni bir büyük şehirde kurmak mümkün.

Avrupa’da ise durum pek böyle değil. Eğer sabit bir lokasyonda iş bulduysanız, bulunduğunuz şehri de sevdiyseniz, ne ala. Ancak; Avrupa Birliği koca bir ülke gibi – her bir ülke de ayrı bir büyük şehir adeta. Eviniz her nerede olursa olsun, Pazartesi – Cuma arası Avrupa’nın herhangi bir şehrine gidip orada çalışmak, Cumartesi gününü temizlik / çamaşır / ütü ile geçirmek, kalan Pazar günü de hiçbir yer açık olmadığı için yapacak faaliyet aramak gibi bir duruma karşı karşıya kalmak olası.

Almanya’da tanıştığım danışmanlardan biri, evli ve 2 çocuk babası olmasına rağmen 10 yıldır bu tempoda çalıştığını söyledi. Cuma günleri evden çalışabiliyormuş; ancak temelde tüm hafta eşi ve çocuklarından uzakta olup, sadece hafta sonu onlarla birlikte olabiliyor.

Bir diğer örnek vaka, yine orada tanıdığım danışman bir çift. Pazartesi günü evden birlikte çıkıp, tek arabayla havalimanına gidip vedalaşıyor ve farklı şehir / ülkelere uçuyorlar. Perşembe veya Cuma akşamı gittikleri yerden dönüp, havaalanında buluşup, yine tek araba eve dönüyor ve hafta sonunu birlikte geçiriyorlar. Çocuk yapmaya karar verdikten sonra, kadın işi bıraktı ve erkeğin bulduğu uzun süreli bir projenin varsayılan lokasyonuna yakın bir yere taşındılar – durumlar bu şekilde biraz stabilize oldu. Ama uzun süreli proje bulmak da bir şans tabii.

Benim Türkiye’de; yazılım mimarlığının yanı sıra müzisyenlik, yazarlık ve yoga gibi farklı alanlara dokunan bir yaşam tarzım var. Eğer Berlin veya Hamburg gibi bu faaliyetlerimi sürdürebileceğim hareketli bir şehirde seyahatsız bir işim olsaydı, dönme kararını verir miydim bilmiyorum – en azından gerekçelerimden biri bu olmazdı diyelim. Ancak; seyahati minimize etmek için, proje lokasyonlarından biri olan Mülheim an der Ruhr’da oturmayı seçtim. Buna rağmen, tercih etmeyeceğim kadar çok seyahat oldu. Hem seyahat hem de şehrin durağanlığı sebebiyle, mesela müzik yapma şansım neredeyse hiç olmadı. Zar zor bulduğum “Beautiful Disaster” adlı Progressive Rock grubuna basçı olarak dahil oldum, ancak o grup da pazar günleri garajda çalmanın ötesine geçmedi.

Seyahat çokluğu ve faaliyet azlığı, benim sektörüm ve şehrime özel bir durum oluşturmuş olabilir. Ancak kararınızı verirken, bu faktörleri mutlaka göz önünde bulundurun. Şimdi, daha genel-geçer olduğunu düşündüğüm faktörlerle devam etmek istiyorum.

Kültür

Önce “kültür” kelimesiyle ne kastedildiği konusunda mutabık kalalım. Burada, çok okuyarak veya tahsil sonucunda edinilen genel kültür veya zihinsel bilgilerden bahsetmiyorum. Çok kabaca ifade etmek gerekirse; içinde yaşadığınız toplumun tüm bireylerinin bildiği, paylaştığı, benimsediği ortak değerler ve bilgiler, kültürümüzü oluşturur.

Örneğin; “Sahici Tosun Paşa!” dendiği anda, eski Türk filmlerini izleyecek yaştaki herkes bunun hangi filmin neresinde geçtiğini ve ne anlama geldiğini bilir ve muhtemelen güler. Çünkü bu, artık kültürümüzün bir parçası olmuştur. Farkında bile olmadan, bu repliğin ait olduğu yeri biliriz ve içinde yaşadığımız toplumdaki hemen herkesin de bildiğini biliriz. Artık bu paylaşılan, kültürel bir değerdir.

Peki, ya odada sadece 1 yıldır Türkiye’de yaşayan yabancı uyruklu bir arkadaşımız daha olsaydı? Ne kadar iyi Türkçe konuşursa konuşsun, kültürel anlamda bize uzak olduğu için, cümlenin kelime anlamını çözse dahi bizim neye güldüğümüzü anlamayacak ve kendini konu dışı hissedecekti.

Bu basit replik örneğinden yola çıkarsak; kültürümüzün bir parçası haline gelmiş sayısız şarkı, mekan, atasözü, gaf, şaka, hareket, küfür, iltifat, ima, latife, yiyecek, içecek, hatıra, ibret, film, dizi, vb. bulunmaktadır. Bunları o kadar özümseyerek öğrenip paylaşıyoruz ki, başka kültürlerle tanışmamış biri kendi yerel kültürünün ne kadar geniş olduğununu farkında bile olmayabilir.

Herhalde lafı nereye getirdiğim hissedilmiştir. Yurtdışında yaşamaya başladığınızda; ülkenin ana dilini çok iyi bilseniz ve “Ben dünya vatandaşıyım” fikriyle oradaki düzene çok iyi adapte bile olsanız, oranın kültürüne yabancı kalacaksınız – en azından benim deneyimim bu oldu. Trende durup dururken radyoda çalan bir şarkıyı herkes söylemeye başladığında, kızlar ve erkekler farklı danslar ettiğinde, bu şarkının kültürde nereye ait olduğunu ve ne ifade ettiğini bilemediğinizden tamamen yabancı kalabilirsiniz.

İrili ufaklı pek çok durum; iş ortaklarınız, müşterileriniz,  arkadaşlarınız, hatta ayak üstü sohbet ettiğiniz kişilerle de ortaya çıkacak muhtemelen. Turist olarak gitmiş olsanız “Kültür farkı!” diye sevimli bulup cep telefonunuza veya hatıra defterinize kaydetmek isteyebileceğiniz anektodlar, o ülkede yaşamaya çalıştığınızda birikerek boğucu olmaya başlayabiliyor.

Kendi ülkenizdeki hayatınızın sevdiğiniz / sevmediğiniz yönleri olabilir. Ancak; birlikte yaşadığınız insanlarla ortak bir kültüre sahip olup o kültür içinde yaşamanın ne kadar önemli bir şey olduğunu, ondan mahrum kaldığınızda anlıyorsunuz. Çok doğal geldiği için farkında bile olmadan beslendiğiniz bir kaynak; eksik kaldığında hissettiriyor kendini.

Gittiğiniz ülkenin ana dilini bilmiyorsanız durum daha da vahim. Katıldığınız partide sizinle İngilizce 3-5 muhabbet eden mutlaka olur, ama bir noktadan sonra hiç kimse size “Babysitting” yapmak zorunda değil, yine kendi aralarında kendi dilleriyle konuşacaklar. Ya da markete gittiğinizde, satılan ürünlerin paketinde ne yazıyor anlayamamak da can sıkıcı olabilir – domuz mu alıyorsunuz, peynir mi, diyet yulaf mı belli değil.

Ben Almanca bildiğim için, ağır aksanlı Almanlar haricinde, kendi adıma dil konusunda rahattım. Ancak kültür – pek öyle değil. Türkiye’de 15 sene boyunca Almanca okullarda eğitim gördüğüm ve sayısız Alman hocam olduğu için, o ülkedeki insanların aşağı yukarı nasıl yaklaşımları ve beklentileri olduğunu biliyordum; bu konuda beklenmedik bir şeyle karşılaşmadım. Ama Türkiye’deki Almanlar ile geçen 15 seneye rağmen, içinde yaşamadan bir ülkenin kültürü hakkında pek de detaylı bir şey öğrenilemeyeceğini görmüş oldum. Bir ülkenin kültürüne hakim olmak, ders alarak veya 1-2 senede olacak şey değil.

Kaldı ki, kültürü tanımak o kültürden hoşlanmak anlamına da gelmiyor. İçinde soluyarak büyüdüğümüz ve alıştığımız kültüre çok zıt bir yere gittiysek; zihinsel seviyede geçici toleranslar koyup kısa vadede idare edebiliriz, lakin uzun vadede duygusal sıkıntı büyüyebilir.

Kültürel eksikliği aşmak, gittiğiniz ülkede kendi kültürünüzden insanlarla bir arada olmakla mümkün olabilir mi? Bu da bizi bir sonraki noktaya götürüyor.

Yalnızlık

İnsan, doğası gereği yalnız olmak üzere değil, sosyal bir varlık olarak tasarlanmıştır. Uzun süre yalnız olmak / hissetmek, hem zor hem de sağlıksızdır – bu konuda pek çok araştırma da var.

Uzun süre kalma niyetiyle gittiğiniz ülkede eğer yalnızlık çekmeye başlarsanız, orada çok da uzun süre kalamayabilirsiniz.

Türkiye’de yaşarken; akrabalarımız, aile dostlarımız, okul arkadaşlarımız, iş arkadaşlarımız, arkadaşlarımızın arkadaşları, vb şekilde halka halka uzanan bir sosyal çevremiz var. Herkes, bir yerlerde birileriyle tanışıyor; kimiyle kısa, kimiyle orta, kimiyle uzun vadeli sosyal ilişkiler kuruyor. Ancak, ilk kez gittiğiniz bir ülkede arkadaş edinmek çok da kolay bir iş değil. Sokaktan birinin kolundan tutup “Haydi gel seninle arkadaş olalım” diyemiyorsunuz.

Ben, Almanya’daki arkadaşlarımı genelde hobilerim üzerinden edindim. Bas gitarımla bir müzik grubuna girdim, oradan arkadaşlarım oldu. Şirketin halı saha maçlarına gideren orada da tanıdık bir çevre edindim. O yıllarda yoga yapıyor olsaydım, muhtemelen bir yoga merkezinde de güzel insanlar tanırdım diye düşünüyorum.

Ancak; arkadaş edinmek, yalnızlık hissetmemek anlamına gelmiyor ne yazık ki.

Irkınızdan veya pasaportunuzdan dolayı ayrımcılık ile karşı karşıya kalırsanız, bu işleri daha da zorlaştırır tabii. Ancak, herhangi bir ayrımcılık olmadan da ortaya çıkan zorluklar var. Gittiğiniz ülkedeki yabancı arkadaşlarınız size çok iyi davranabilir, toplu buluşmalara sizi de çağırabilir, sizi insan olarak sevebilir, kendi iyi niyetleri çerçevesinde bir arkadaşlık sürdürebilirler.

Ancak; arkadaşlık çerçevesindeki beklentiler de kültür çerçevesinde belirlenir. Sizin kendi kültürünüz doğrultusunda belli bir arkadaşlık davranışınız ve beklentiniz var. Yani, kendi ülkenizde birini sevip “arkadaşım” diye bellediğinizde, ona belli bir şekilde davranırsınız ve kendi ülkenizde size “arkadaşım” diyen biri de belli bir şekilde davranır. Aynı kültüre sahip olduğunuz için de, hissedilen şeyle ortaya konan davranış muhtemelen örtüşecektir.

Farklı bir ülkeye gittiğinizde ise; o ülkenin kültürüne sahip biri size karşı aynı arkadaşlık duygusunu hissetse bile; size kendi kültüründeki gibi davranacak ve sizin de aynı çerçevede davranmanızı uygun bulacaktır.

Elbette ki robot değiliz; karşılıklı anlayış ve esnemeler mutlaka olabilir. Ancak o ülkede bulacağınız arkadaşlık, arkasında tamamen aynı duygu olsa bile; size sığ, uzak, soğuk, umarsız, vs gelebilir. Veya tam tersi; fazla içli dışlı, meraklı, patavasız, ısrarcı, vs gelebilir.

Dolayısıyla; o ülkede arkadaş edinmeniz, yalnızlık hissetmeyeceğiniz anlamına gelmiyor.

Paylaşmak istediğim bir anım, noel ile ilgili.  Noel tatilinde Türkiye’ye dönmeyi planlarken, fazla kar yağdığı için dönememe ihtimali çıktı. Yaklaşık bir yıldır birlikte çalıştığım ve benimle aynı şehirde oturan bir arkadaşım, “Üzülme, dönemezsen noel akşamı bize gelebilirsin” demişti. Şimdi bu kağıt üzerinde güzel bir teklif. Ben noel kutlamıyor olmama rağmen, kendi kültürü çerçevesinde noel gecesi yalnız olmayayım diye iyi niyetle beni davet etmek istedi. Ancak; işin ilginç noktası şu: Bu arkadaşım beni bir sene boyunca bir kez bile evine çağırmadı, hatta iş dışında da toplu etkinlikler haricinde görüşmedik. Noelde evine davet etmesi aslında biraz da acıma duygusundan kaynaklanmış olabilir miydi acaba? Yoksa Alman kültüründe insanlar bizdeki kadar sık zaten görüşmediği için, o kendi kültürü çerçevesinde benimle çok iyi bir arkadaşlık yapıyor da ben kendi kültürüme uymadığı için öyle hissetmiyor olabilir miydim?

Eğer gittiğiniz ülkede; kendi kültürünüzden olup önceden tanıdığınız ve sevdiğiniz insanlar sizi bekliyorsa, durum daha iyi olabilir – deneyimlemediğim için bilmiyorum ama duyduğum bu. Kültürel ve sosyal iletişiminizi; ilk etapta onlarla, ikinci etapta ise onların edindiği kendi çevresiyle kaynaşarak ilerletebilirsiniz. Bu kişiler kendi kültürünüzden olacağı için, aynı zamanda azınlık kenetlenmesi çerçevesinde insanlar birbirine karşı daha toleranslı olduğu için, sıcak ve güzel bir çevre edinebilirsiniz.

Tabii bunun ön koşulu, orada bulacağınız insanların Türkiye’de de arkadaşlık edeceğiniz insanlar olması. Yani; o insanla Türkiye’de iken tanışsaydınız yine arkadaşlık eder miydiniz? Bunun cevabı evet ise, sorun yok. “Hayır, Türkiye’de iken tanışsak pek de yakın olmazdık” diyorsanız, sorun var. Benim Almanya’da, biraz da yaşadığım konumdaki dağılımdan ötürü, Türk arkadaşım pek olmadı.

Bu konuda kendi çevremi de kapsayan şöyle bir istatistiğim var: Son 10-15 sene içerisinde; ben dahil olmak üzere, yurtdışına tek başına giden arkadaşlarımın neredeyse tamamı geri döndü. Çift olarak giden arkadaşlarımın ise neredeyse hiç biri dönmedi. Her iki durumun da istisnaları var, ama genel eğilim bu yönde. Herhalde çift gitmenin de bu anlamda bir artısı oluyordur – belki de aile hissini yanında götürdüğün için. Bu da bizi bir sonraki noktaya götürüyor.

Aile

Burada aile derken, sadece kan bağımız olan çekirdek aileyi kastetmiyorum. Aile gibi hissettiğimiz ve gördüğümüz herkesi; dostlarınızı, hısımlarınızı, yakın akrabalarınızı, vs kastediyorum.

Yurtdışına gideceğiniz zaman, aile dediğiniz insanlardan uzaklaşacağınızı, belki de bir kısmını kaybedeceğinizi düşünmeniz ve göze almanız gerekiyor. Bu bir gerçek. Daha ilk adımı attığınızda dahi, zihinsel seviyede ne kadar anlayış gösterilirse gösterilsin, geride bıraktıklarınız arasında kendini bir anlamda vazgeçilmiş / vazgeçilebilir hissedenler olabilir; bunun da duygusal bir bedeli var – uzun vadede ortaya çıkabilecek bir bedel.

Böyle bir gönül koyma durumuyla karşılaşmadığınız durumda bile, ailenizle bir anlamda uzaktan bir ilişki yaşamaya başlıyorsunuz. Ara sıra Skype’ta görüşerek veya mesajlaşarak, birbirinize hayatlarınızda olup bitenleri anlatıyor olabilirsiniz. Ancak; hayatı paylaşmak diye bir şey kalmıyor ne yazık ki. Sizin kutlamanızda onlar yanınızda olamıyor, ufaklığın doğum gününde yanında değilsiniz, gece arabası bozulan kişinin yardımına gidemiyorsunuz.

Hepsinden önemlisi, arkadaşlığın ve ailenin en önemli unsurlarından biri olan ritüellerde artık siz yoksunuz. İnsanları yakınlaştıran ve kaynaştıran akşam yemeklerinde, kahve aralarında, yemek – sinema organizasyonlarında, maçlarda, deniz kenarı yürüyüşlerde, hafta sonu doğa gezilerinde, turnuvalarda siz hiç yoksunuz artık.

Ve zaman geçtikçe, geride bıraktıklarınızın hayatında olup bitenlerden 1-2 gün gecikmeli olarak haberdar olurken, artık büyük haberlerin bile 1-2 hafta sonra kulağınıza geldiğini deneyimlemeye başlayabilirsiniz – üstelik sosyal medyaya rağmen. Bu gönül koymadan da kaynaklanabilir ama, hiç kırgınlık olmasa bile “O artık uzak” duygusuyla insanların sizin yokluğunuza alışması ve geride bıraktığınız dünyanın siz olmadan da dönmeye devam etmesi ile daha çok ilgisi var.

Bunun daha az sevmekle de bir ilgisi yok. Benim teyzem bir İsviçreli ile evli ve kendimi bildim bileli orada yaşıyorlar. Teyzemi de, eşini de, çocuk + torunlarını da çok seviyorum. Ancak; ara sıra ziyaret etsek / edilsek de, hayatlarımız ortak akmıyor bu da bir gerçek. Birbirimizin hayatından haberdarız, ama hayatı birlikte yaşayamıyoruz mesafeden ötürü. Yurtdışında kaldıkça, ister istemez bu noktaya doğru gidiyor insan.

Türkiye’ye ziyarete gelebildiğiniz kısıtlı zaman ise, buradaki sosyal çevrenizin çok azına yetecek. Gelip göremediğiniz insanların kırgınlıkları ile yüz yüze gelebilirsiniz – aslında o insanları sevmenize rağmen önceliklerden ve kısıtlardan ötürü zaman ayıramamış olsanız bile. Geride bıraktığınız çevreyi zayıflatan bir faktör daha.

Mesafe arttıkça da kopukluk da artıyor. Mesela; Avustralya’da yaşamaya başlayan birinin artık Türkiye defterini içindeki tüm insanlarla birlikte neredeyse tamamen kapatması lazım gibi gözüküyor – oraya gidenler de bu durumda zaten gördüğüm kadarıyla.

Ve zaman, telafisi olmayan bir kaynak. İnsan para kaybetse onu tekrar kazanma ihtimali var, sevdiği bir eşyasını kaybetse yerine bir başka eşya koyma ihtimali var, ama zaman geçti mi geçti – onun telafisi yok. Yurtdışında geçen süre zarfında; geride bıraktıklarınızla paylaşamadığınız şeyleri sonradan paylaşma ihtimaliniz yok.

Yeğenleriniz büyüyebilir ama siz bunu göremezsiniz. Kuzenleriniz evlenebilir, düğüne gelseniz bile o heyecanlı süreçte yanlarında olamazsınız. Şampiyonluk kazanılır, WhatsApp’ta sağa sola ikonlar gönderseniz de taraftar arkadaşlarınızla o coşkulu atmosferi yaşayamazsınız. En sevdiğiniz ve yıllarca beklediğiniz grup konser için gelebilir, üniversite arkadaşlarınızın yanında olamazsınız – olsanız bile, onların bahsettiği şeylerin ancak yarısını anlarsınız artık. Çok yakınınız hamile kalır, belki doğuma gelirsiniz ama o heyecanlı süreç boyunca hamile yogası yapmaya birlikte gidemezsiniz.

Bir diğer boyut ise, ailenizin size ihtiyaç duyması. İdeal durumda; ailenin kendi içinde birbirine güveni ve desteği vardır. Sadece maddi anlamda veya insan gücü anlamında değil – “Bir alo desem orada, hemen yetişir” hissi bile, aile dışı 10 kişiden daha güçlü bir güven duygusu verebilir. Yurtdışına temelli gittiğinizde, bir anlamda “Ben bu güven çemberinde yokum” demiş oluyorsunuz. Geride bıraktığınız aile, bu açıdan yeri doldurulamayacak bir parça kaybetmiş oluyor. Siz ise, ailenizin tamamını geride bıraktığınız için, aileniz çapında bir güven denizinden cascavlak karaya çıkmış gibi oluyorsunuz.

Şunu da belirtmek zorundayım: Kişisel gelişim açısından bu “Comfort Zone”un dışına çıkmak çok önemli ve faydalı bir deneyim. Almanya’da geçirdiğim bir senede edindiğim birikim, Türkiye’de belki 5-10 senede ancak edinebileceğim birikime bedeldi. Bunu herkesin yaşamasını tavsiye edebilirim. Ancak kalıcı olarak gittiğinizde, durum daha çok yukarıdaki gibi oluyor.

Türkiye’de aile babında pek bir çevreniz yoksa, ya da herhangi bir gerekçeden ötürü ailenizden özellikle kaçma / uzaklaşma ihtiyacında iseniz, o zaman durum başka tabii – tüm bu yazdıklarım, tam olarak istediğiniz şey de olabilir.

Sonuç

Bir özet yapalım.

Gittiğiniz yerde, özellikle büyük bir şehirden çıkıyorsanız, Türkiye’deki kadar faaliyet bulamayabilirsiniz ve iş seyahatleriniz fazla ise, herhangi bir yerde kök salmanız çok zor olabilir. Size yetecek kadar hareketli bir şehirde seyahati az bir işiniz varsa, durum daha iyi.

Gittiğiniz ülkenin kültürünü hiç tanımıyor olacaksınız, buna hazır olun. Pek çok yerde kendinizi yabancı hissedeceksiniz. Ülkenin ana dilini bilmiyorsanız işiniz daha da zor.

Tek başınıza gittiyseniz, yalnızlık çekmeniz olası ve bu ancak yaşandığında görülebilecek zor bir duygu. Partnerinizle gidiyorsanız, gittiğiniz yerde kendi kültürünüzden tanıdıklarınız varsa, veya sosyal hobilerinizi yapabilecekseniz, yalnızlığı aşmanız kolaylaşır.

Şu anda çok sevdiğiniz aile ve yakın dostlarınızdan uzaklaşmaya hazır olup olmadığınızı da sorgulayın – çünkü bu durum zaman geçtikçe kaçınılmaz gözüküyor.

Yurtdışına gidiş kararınızda; daha kaliteli bir yaşam, çocuklarınızın geleceği, uzaklaşmak istediğiniz bir ortam, vb geçerli bir gerekçe mutlaka vardır. Bu yazıda, kendi naçizane tecrübelerimi paylaşarak, terazinin diğer kefesinde neler olduğu konusunda bir farkındalık uyandırmaya çalıştım.

Neye yelken açtığınızın ne kadar farkındaysanız, kararınızdan mutlu olma ihtimaliniz de o kadar artacaktır. Aksi takdirde, “Buraya gelmek gerçekten iyi bir fikir miydi?” dediğiniz noktada dönüş zor olabilir.

Kerem Köseoğlu