Merhabalar,
Geçen sayıda mektubumu okuyamadın. Bilmiyorum dört gözle bekliyor muydun gerçi ama ben yazıyorum yine de.
İlk haberim:“Turkish Poppies” iş başında! Kim mi bu Poppies, tabii ki biziz. Aslında bu haber web sitemiz hazır olunca, resmi olarak derKi’nin ön sayfasından girecek. Ama son altı aydır yaşadığımız gelişmeleri göz ardı etmem ve yaşadıklarımızdan bahsetmemem mümkün değil. Amatör ve eğlenceli bir fikrin serpilip gelişme sürecinin içindeki kişilerden biri öldüm. Her işte olduğu gibi iniş ve çıkışlar kaçınılmaz, ancak hedef belli, insanlar açık kalpli ve kafalı olunca aşılamayacak hiçbir durum yok, bir kere daha gördüm.
Turkish Poppies, Türk kültür ve sanatının tanıtımına yardımcı olmak üzere kuruldu. Yeni Zelanda’da ilk ve Türk radyo yayını yapan Nalan (Warren/derKi yazarı) Turkish Poppies’in bir nevi fikir annesi ve lideri oldu. Turkish Poppies bir his olarak biz Türklerin içinde zaten hep vardı. Anadolu Ateşi’nin gösterilerinin iptali, Auckland film festivaline son dönemdeki başarısına rağmen hiç Türk filminin gelmeyişi grubun kurulmasında tetikleyici etkenlerdi. Grup, tabiri caiz ise canla başla ve tamamen amatör bir ruhla oluşmaya başladı. Henüz bu oluşma süreci devam etmekte, ancak ilk bebek adımlarını atmış bulunmaktadır.
Toplantılarımız sırasında “şu filmi mi getirsek, bu sanatçıyı mı davet etsek, o sergiyi mi açsak” derken ilk aşamada bize gerekli olanın tek bir şey olduğunu anladık: PARA! Dolayısıyla onca hayalin içinden bağış gecesini ilk faaliyet olarak seçtik.
Bağış gecesine olan yoğun ilgi, ne kadar doğru yolda olduğumuzu gösterdi. Pek çok iş adamı ve çalışan Türk, maddi manevi destekte bulundu. İlk önce 100 kişi olarak hedeflediğimiz “under the moon and the star” partisi bize tahsis edilen restoranın 60 kişilik olduğunu öğrenmemizle hayal kırıklığına; ama buna rağmen 150 kişilik bilet satmamıza neden oldu! Restoranın bahçesine kurulan çadır, devasa yemek miktarı ve saz/darbuka/dansöz üçlüsünün yardımı ile geceden alnımızın akıyla çıktık. Yoksa yağmurlu bir günde ay ve yıldız sözü vermişken, iç mekânın daracık alanını kullanarak parti yapmak kolay değildi. Teşekkür üzerine teşekkür yağdı. Kosovalısından, İranlısına, Danimarkalısından Korelisine kadar değişik milletten katılımcı vardı. Hemen hepsi “bir daha böyle bir şey yaparsanız bizi davet edin” diye rica etti. Ve onca eğlence ve tantananın arasında bağış toplamayı bile başarabildik!
Bu geceden sonra insanların aslında kültürümüze ne kadar ilgili olabileceğini bir kere daha görmüş olduk. Biz ilk defa “Turkish Poppies” olarak bir şey yapmanın zevkini yaşadık. Aslında düşünüyorum da olay son derece boyutlu. Bir kere kişisel anlamda grubun içine dâhil olan herkes kendi sınırları ve yapabilecekleri konusunda fikir sahibi olurken, başkaları için maddi karşılık beklemeden sadece onları (ve dolayısıyla kendini) mutlu etmek adına insanlığa katkıda bulunuyor.
Daha gecenin üzerinden bir ay geçmedi ki dün başbakanın ziyaretiyle Yeni Zelanda’daki sakin, kendi halinde Türk yaşantımız daha da renklendi. Başbakan ve beraberindeki heyet Auckland’ta yaşayan bazı Türklerle buluşma olanağı buldu. Ben de bu Türkler arasındaydım. O kadar uzun süredir böyle bir muhabbetin içinde bulunmamışım ki açıkçası ilk dakikalar toplantının yapılacağı otel lobisinde hafif bir kültür şokuna uğradım. Yeni Zelanda’nın en büyük özelliği insanlarının rahatlığıdır. En resmi olan kişilerin bile resmiyetten uzaklığı dünyaca meşhurdur. Mesela şimdi hatırlayamadığım önemli bir devletin başkanı geldiğinde, bizim başbakan kabinedeki transseksüel milletvekilini bu devlet başkanını karşılamaya yollamıştır ya da soru sorulduğunda Helen Clark (Yeni Zelanda başbakanı) üniversite yıllarında marihuana denediğini söylemiştir. Dünyanın hiçbir yerinde rastlanamayacak bir alçakgönüllülük, halktan biri olma durumu vardır. Hatta çalıştığım cafede pek çok ünlü ve politikacıya serviste bulunmuş, onların bu durumlarının ne kadar doğal, içten olduğunu birebir deneyimlemiştim.
Türkiye’de işlerin başka türlü işlediğinden biraz uzak kalmışım. Otel lobisine vardığımızda gidip kendimi tanıştırdığım ilk Türk koruma çıktı. Ortam benim ölçülerimin üzerinde ciddiydi. Hiç sevmem açıkçası, ama bir süre sonra uyum sağlamaya başladım. Tanıdık yüzler, yeni insanlarla tanışmalar derken, aslında gayet sosyal ve ilginç bir durum oluşuverdi.
Başbakan Erdoğan yarım saat gecikmeyle toplantı salonuna vardı. Biz Turkish Poppies olarak beş kişi gitmiştik ve üçümüz (Nalan, Zülha ve ben) en öne oturmayı uygun bulduk. Dolayısıyla Başbakan Erdoğan gelip bizimle tokalaştı. Tokalaşmanın nasıl bir şey olduğunu bilirsiniz; insanlar hakkında ilk yargıları oluşturan özel bir temas. Başbakanın kendinden emin, sakın ve gözlerimizin içine bakarak tokalaşması önemli bir andı. Evet, o bir başbakandı, politik görüşlerimiz belki uyuşmuyordu ama karşımda iyi bir insan vardı ve onu böylesine kabul edip hissetmek bir an içimde bazı duvarları yıktı.
Toplantı çok da resmi olmayan ve yumuşak bir havada geçti. Tayyib Erdoğan ve eşinin mütevazılığı, sakinliği etkiledi en çok beni.
Başbakan konuşmasını bitirip de bizlerden sorular almak isteyince bir kaç kişi söz aldı. Her bir soruyu ve soru soran kişinin adını bakanlar ve başbakan not alıyordu. Ben daha önce hiç böyle bir toplantıya katılmamıştım, demek böyle oluyormuş. Düşünürsen yaptığım cafe işinden çok da farklı değil, biri parmak kaldırıyor “Öğrencilere burs olsa” diyor, başkan “tamam hallediyoruz” diyor. Aynı masadan sipariş almak gibi: “ben bir ekmek, ezme yanına da şarap alayım”, “tamam şimdi hallediyorum”.Zaten başbakan da buradaki Türklerin pek çoğunun restoran işinden olduğunu öğrenince “Bakın ne güzel hepiniz servis sektöründesiniz, isterseniz yerel yönetimlerde söz sahibi olabilirsiniz”bile dedi.
Günün gurur kaynağı ise Turkish Poppies’in başkanı ve Türkçe radyo programının kurucusu olan Nalan’nin soru sormak üzere kalktığı andı. Başbakan, Nalan adını söyler söylemez “Aa sen radyoyu yapansın”deyince başta Nalan olmak üzere hepimiz heyecanlanıp sevindik. Nalan radyo ve Turkish Poppies kültür ve sanat grubundan bahsedip konuya girdi. Faaliyetlerimiz için destek istemeye fırsat bile vermeden başbakan yanındaki devlet bakanı Beşir Atalay’a dönüp, bakanın konuyla ilgilenmesi talimatını verdi. Beşir Atalay da hâlihazırda durumu biliyor gibiydi. Bu destek sözü karşında nasıl ihya olduğumuzu tahmin edersin.
Ertesi gün internette Türk gazetelerinde haberimizi aradık elbette. Haber ; “Başbakan Yeni Zelanda’daki Türkçe radyo programlarının uzatılması talimatını verdi” şeklinde geçiyordu. Eh gazeteci arkadaşlar da biraz yorgundular ve olayın sadece radyo konusu değil, daha uzun bir hikâye olduğunu atlamışlardı. Onlar da haklı, dünyanın bir ucunda taş çatlasa 1000 Türk bir araya gelmiş, kendi aralarında takılıyor. Ama şunu unutmamalı ki Yeni Zelanda karışık kültür yapısıyla Türk kültürü için de kucağını açıyor. Bu minik adadan çıkacak sesin kime ulaşacağını da bilemeyiz.
Türkler için heyecanlı, keyifli günler geçirdik. Yaz artık geldi sayılır. Önümüzdeki sayıya tatil anılarımı anlatmak istiyorum. Görümcemin yanına Güney Adası’na gidiyorum. Yılbaşına orada gireceğim kısmetse. “Yüzüklerin Efendisi”nin çekildiği yerlerde yüzeceğim, bir arada gidip memleketin yeni gururu “King Kong”u seyredeceğim. Şimdilik hoşça kal.