Sevgili Okur,

 

Bana; “Neden Yeni Zelanda?”,  “Ay orası dünyanın bir ucu, çok uzak değil mi?”, “Ne işin var orada, nasıl gittin?”,  “Cennet gibi memleketi bırakıp yaban ellere nasıl gidersin?”,  “Beni de oraya aldırır mısın?” gibi sorular soracağını biliyorum. Türkiye dışarıdan, Yeni Zelanda ise içeriden nasıl görünüyor; sana yazmak için içimde karşı konulmaz bir istek var. Belki sorularının yanıtını zamanla alırsın ya da aslında bu soruların geçilip gidilmesi gereken formalite soruları olduğunu görürsün.

 

Hangisinin hangisi olduğunu çözmeye çalışmadığım, içiçe geçmiş kaderimin ve seçimlerimin beni getirdiği nokta bu ilk mektup… Bakma böyle dramatik konuştuğuma; mektuplarımda bir tek senden, benden, bizden, ondan, bundan bahsedeceğim.

 

Aromaterapi yazılarıma ise belki sonraki sayılarda devam etmek niyetindeyim. Arz, talep ve fitilimin ateşlenme meselesi, dur bakalım.

 

Bu ilk mektubu, bilgisayarın başına oturup yazmak gibi doğal bir planım vardı. Ancak buraya bu sene, yaz geç geldiği gibi geç de gidiyor. O yüzden bilgisayar yerine, kağıt kalemi alıp eve nispeten yakın sayılan “One Tree Hill” in yeşil tepesine çıktım. Üzerimde güneş, uzakta deniz ve şehir manzarası, aklımda sen, yazıyorum işte.

 

 

One Tree Hill, U2 grubunun adına şarkı yazdığı (Grubun Yeni Zelandalı, motosiklet kazasında ölen çalışanına ithaf ettiği parça), Yeni Zelanda Maorilerince kutsal kabul edilen bir tepenin ismi. Maorilerde dağ ve tepeler, genellikle tanrı olarak görünüp saygı duyulması gerektiren özel yerler. One Tree Hill’in en yüksek noktasında şehrin muhtelif yerlerinden kolayca görebileceğiniz bir dikili taş var. Eskiden bu dikili taşın yanında bir tür çam ağacı da karizmatik, tek başına, mağrur dururdu. Çam ağacından önce burada Totara (burada haş denilen, Maorilerce kutsal sayılan bir ağaç) varmış ve beyaz adam geldiğinde bu ağacı kesip kendine yakacak odun olarak kullanmış. 19. yüzyılda özür mahiyetinde beyaz adamlardan biri bu çam ağacını diktirtmis. Doksanlı yılların ortalarında, beyaz adamın gelişine ve toprağını alışına gıcık olan Maori aktivistler bu ağaca saldırdı. Bir kaç elektrikli testere darbesinden sonra saldırganlar durdurulup tutuklandı. Ama ağaç ağır yara almıştı. Tellerle, iplerle ayakta tutup iyileştirmeye çalıştılar. 5-6 sene idare edebildi. 2000 yılında artık devrilmek üzere olan ağacı büyük bir törenle kestiler. Tuhaftır, hepimizin yüreği sızladı. Bakınca o tepenin ağaçsızlığını görmeye alışmak zaman aldı. Tepe “One tree Hill” iken “None tree Hill” diye anılmaya başladı. İnsanın güç savaşında kaybeden ise ağaçlar oldu.

 

Son bir iki yıldır “Tekrar ağaç diksek mi? Ne ağacı diksek?” tartışmaları sürüp gidiyor. Bürokraside çaresizlikler tükenmez.

 

One Tree Hill’in eteklerindeki Cornwall Park ise şehrin en sevdiğim yeşillik alanlarından biri. Bazı sabahlar hafif koşu, yürüyüş ya da yoga yapmaya gidiyorum. Yoga için kendime bir nokta belirledim. Çalı gibi duran bir ağacın önüyle geniş bir otlağı ayıran çitlerin arasında kalan bölge… Böylece yüzüm güneşin doğduğu noktaya doğru bakabiliyor. Yoğa yaparken önümde otlayan, ağaçların altında keyif yapan, miskin miskin dolanan koyunları seyretmek de ayrı bir zevk. Burada yaşayıp da, koyunlardan soyutlanmış bir yaşam düşünemiyorum.

 

Cornwall Park’ta sabahın yedisinde benden başka pek çok kişi egzersiz yapıyor. Aslında gizli amaçlarımdan biri, Tai Chi yapan bir Çinli grup bulup aralarına kaynamak. Benim için bu sabah egzersizleri, bedenimden çok ruhumu şarj eden nitelikte. O yüzden sadece fiziksel egzersiz yapanları pek anlamıyorum. Geçen sabah bir adam gördüm mesela; bir yandan hem walkmen dinliyor, bir yandan cep telefonunda mesaj yazıyor bir yandan da kan ter içerisinde koşuyordu. Akıl, beden ve duygu bu kadar mı dağılır?

 

Biraz da Türk azınlığından haberler: Şu aralar en büyük heyecanımız Anadolu Ateşi’nin gelişi. Yeni Zelandalılar için Anzak günü ve haftası, ulusal bayramları arasında en çok önemsedikleri gün. Bu konuyu daha sonra yazarım. Anadolu Ateşi de buranın Kültür Bakanı’nın davetlisi olarak, birkaç sponsorun desteğiyle Anzak haftası etkinlikleri dolayısıyla geliyor. Burası Avustralya gibi değil: Yeterli Türk nüfusu olmadığı için normalde Türkiye’den gelen sanatçılar, şarkıcılar, gösteriler ancak Avustralya’ya kadar gidebiliyor. Yani Anadolu Ateşi tarihte ilk olacak burası için.

 

Bir kaç arkadaş nasıl yapsak da gösterini başarısına katkıda bulunsak diye aramızda sürekli konuşuyoruz. Ben, Nalan (Warren/derki yazarı) ve Zülha Türk restoranlarına posterleri dağıttık. Her tanıştığımıza gösteriyi anlatıyoruz. Gerçi bizler de Anadolu Ateşi’ni bir tek TRT Int’ten seyrettiğimiz erovizyonda görmüştük; ama, o bile ne kadar iyi olduklarını anlamamıza yetti. Birkaç Kiwi tanıdığıma bilet aldırmayı başardım. Kiwiler kolay da, Türkler zor. Kimisi duymamış, tanımıyor, eyvallah. Sabırla anlatıyoruz “Şöyle iyiler, böyle iyiler” diye; o zaman gaza gelip “ E parasını vereyim bana da alıver iki bilet” diyorlar. Mecburuz alacağız, ama o kadar inanılmazlar işte!

 

Buradaki tek Türk radyo programının yapımcısı, sunucusu, kısacası herşeyi olan Nalan, Anadolu Ateşi’nin menejeri Niyazi Bey’le radyoda ropörtaj yaptı. Henüz Niyazi Bey’le tanışamadık ama bugün yarın hem Niyazi Bey’le, hem de Anadolu Ateşi’nin dansçılarıyla tanışırız. Ufak yer burası. Bir sonraki mektupta Anadolu Ateşi’nin Yeni Zelanda çıkartmasını yazarım.

 

Buraya son üç beş yıldır genç bir kesim gelmeye başladı. Pırıl pırıl çocukların varlıkları hayatımıza renk katıyor. Eskiden zar zor bulabildiğimiz yeni Türk filmlerini, cd’lerini artık onlar sayesinde kolay bulabilir hale geldik. Bir iki ay önce Gora’yı, iki akşam öncede Neredesin Firuze’yi seyretme şansım oldu. Bu arada “Mustafa hakkında bilmek istediğiniz herşey”in yarısını seyrettim ancak ikinci cd çalışmadığı için seyredemedim. Değişik bir çalışma , bitirmeden üzerinde konuşmayayım. Eğer sende sağlam cd varsa yolla olmazsa.

 

Gora’yı tabi ki çok beğendik. Bence Türkiye Cem Yılmaz’la gurur duymalı. Şaka değil. Adamın komiklik anlayışı dünya standartında. Gora filminde bazı teknik hatalar vardı ve diğer oyuncular Cem Yılmaz’ın yanında sönük kalmışlardı. Bununla birlikte bu eksiklikler bizlerin, güldüğümüzde gözlerimizden yaşlar gelirken, yerleri yumruklamamıza engel olmadı. Stand-up komedyen takipçisi değilim ama dünyada iki adamın her yaptığını gönül rahatlığıyla seyredebilirim, biri Cem biri İngiliz Eddie Izzard. Eddie Izzard, kadın kıyafetleri giyip makyaj yapmayı seviyor (Huysuz Virjin’in modayı takip eden, makyaj yapmasını bilen versiyonu) . Bu yönüyle Cem’i andırmıyor gerçi; fakat, zekalarının kıvraklığını, gündelik olaylara sürreel yaklaşımlarını nedense birbirine benzetiyorum. İngilizcen varsa internetten bul, dinle pişman olmayacaksın. Hatta Cem’e de söyle, o da sever.

 

Neredesin Firuze’yi ise ikinci kez seyrettim bu sabah. O da başarılı bir film. Müzik piyasasına ince göndermeler, mistik dokunuşlar çok hoş. Renk konusunda biraz fazla kaygılı (Ezel Akın, Almadovar seviyor mu acaba?), kırmızı renk gereğinden çok kullanıldığı için verilmesi istenen sembolik anlam dağılmış, filmi görsel olarak yormuş. Eğer kırmızının etkili kullanıldığı film seyretmek istiyorsan Yeni Zelandalı üstat Jane Campion’un (bu kadın hakkında sana daha sonra mutlaka yazmalıyım) “In the Cut” filmini seyret. Aman dikkat et, tüylerin ürperebilir!

Ne diyorum, Firuze, bizim gibi Türk müziğine açlar için tam bir ziyafet niteliğindeydi. Erol Büyükburç Müslüm Gürses ve Özlem Tekin’in yorumladığı şarkıları ayrıca sevdim. Haluk Bilginer yıktı geçirdi. Bir de ilk başlarda “Erkekler de yanar” şarkısını söyleyen çocuk ne güzel şey öyle! Eminim çok popülerdir, Nalan “Emre bu.“ dedi, bilemiyorum ilk defa gördüm, dinledim, Allah sahibine bağışlasın.

 

Öğlen yemeği vaktim geliyor. Burada bu sonbahar Türkiye’nin ilkbaharı tadında olduğundan mıdır nedir, sana tahmin ettiğinden de yakınım. One Tree Hill’den cırcır böceklerinin, otlayan kuzuların, çevremde dolanan mavi kuyruklu kuşların selamını gönderirim.

 

Öptüm