Annem ve babam doktor kapılarına koştuklarında, daha kim olduğumu bilemeyecek yaştaydım. Aldıkları sonuç kendi ifadelerince “şok edici”ydi. Artık ‘sakat’ bir çocuk sahibiydiler ve eğer bu ‘sakat’ çocuğun yaşamasını istiyorlarsa ağır ve yaşamsal ameliyatları kabul etmek zorundaydılar.
Önce iki kalça ameliyatı olmuşum. Arkasından göğüs kafesime doğru eğrilip kalp ve ciğerlerimi tehdit eden belkemiğime, platin bir çubuk takmak için kritik bir ameliyat daha… Bitmemiş, beden platin çubuğu reddedince ikinci bir ameliyatla belkemiğindeki eğrilen kısım sabitleştirilerek sorun çözülmeye çalışılmış.
Bütün bunlar olurken büyüyor, kendimi keşfediyordum elbette. Ameliyatların ardından aylarca hastane koğuşlarında, hastane dışında ise tüm bedenimi saran alçılar içinde çocuk olmanın gereklerini yerine getiriyordum hiç istisnasız.
Uzun uzun anlatmaya gerek yok; bu ağır ve yaşamsal ameliyatların ardından anne ve babamın, daha doğrusu ailemin elinde tekerlekli sandalyeye ‘mahkûm’ bir çocuk olarak kaldım. Bu durumda ailemin önünde iki seçenek vardı: Ya pekçokları gibi kendilerini utanç denizi içinde boğulmaya bırakıp beni herkesten saklayacak, elbebek-gülbebek dünyadan izole ederek büyüteceklerdi, ya da zor olanı seçip tüm bilgisizliklerine ve başvurabilecekleri bir kurum, bir kişi olmamasına rağmen beni ‘sağlam’ bir insan gibi yetiştirmeye çalışacaklardı.
Şanslı bir ‘sakat’tım. Ailem zor olanı seçti ve bugün, yayınladığı kitaplarla Kıbrıs Türk Edebiyatı’nda yeri olan ödüllü bir yazar ve şair; ülkesi adına ilkleri gerçekleştiren bir takımda ve milli takımında görev yapmış ve halen yapan olimpizm ödülü sahibi bir sporcu; çeşitli sivil toplum örgütlerinde toplumun gelişmesine katkı koymaya çalışan üst kademelerde bir yönetici ve iki dergide editörlük yapan bir oğulları var. Onların bana yarattığı yaşama, bana sağladıkları şansa başka türlü karşılık verseydim, sanırım dünyanın en mutsuz insanı olurdum.
Çocukluğuma dönüp baktığımda tüm ağırlığına rağmen iyi bir çocukluk geçirdiğimi görüyorum. Onca ameliyata, onca tedaviye rağmen bir ‘sakat’ gibi değil, bir çocuk gibi yaşadım çocukluğumu. Girişken, insan canlısı biriydim.
İlkokul yıllarında her etkinliğin içinde ve en ön sıralarındaydım. Teneffüslerde yapılan futbol maçlarında; defalarca üzerinde oturduğum tekerlekli sandalyemden yere atlayarak kalecilik yaptığımı hatırlıyorum. Bedenimin alçıyla kaplı olduğu zamanlar da oyuna tekerlekli sandalye ile katılır, -özel kurallar gereği- kafayla gol atmaya çalıştığımı…
Ortaokul-lise yıllarımda ilk kez, artık hayatım boyunca mücadele edeceğim ‘engel’lerle karşılaştım. Bunlar hem somut, hem de soyut ‘engel’lerdi. İlk karşılaştığım ‘engel’ okulun mimari yapısıydı ve ilk kez mimari sorunların hayatıma etki edeceğini algıladığım zaman oldu. Evet, ben bir ‘sakat’tım, tekerlekli sandalyeye ‘mahkûm’dum ve devleti yönetenler güne kadar bir ‘sakat’ın da okumak isteyeceğini düşünmemişti.
Babamın girişimleri ve maddi katkılarıyla sınıfıma gidebileceğim rampalar yapılmıştı. Ama sorun orada bitmiyordu ki. Tuvaletlere gitmem imkânsızdı, nitekim altı senelik öğrencilik hayatım boyunca okulun tuvaletlerini bırakın ziyaret etmeyi, kapılarının ne renk olduğunu bile görmedim.
İlerleyen zamanlarda yine mimariden kaynaklanan sorunlar ortaya çıktı. Örneğin okul laboratuvarı üçüncü kattaydı ve ben ya derslere girmeyecek, ya da riskleri göze alıp arkadaşlarımın yardımıyla kısa bir zaman için üçüncü kata çıkıp inecektim. Arkadaşlarım sağolsun, benim dersi kaçırmamı kabullenmedi. Her seferinde beş-altı kişi tekerlekli sandalyenin etrafını sararak üç kat çıkarıp indirmeye başladılar. Kaç kez düşme tehlikesi geçirdiğimi hatırlamıyorum bile. Beden eğitimi derslerinde raporlu sayılmam nedeni ile sınıfta kalıyordum. Teneffüslerde dışarıya çıkmıyordum. Bunlar beni manevi olarak zorluyordu elbette ve bilinen ergenlik sorunlarıyla birlikte birleşince daha kapanık biri olmama neden olduğunu itiraf etmem gerek. Umursamamaya çalışıyordum ki bu hepsinden daha da yorucuydu.
Burada yaşadığım sorunlar beni üniversiteye gitme fikrinden soğutmuştu. Lise binası üç katlı tek bir binaydı. Üniversite ise onlarca bina. Bir yandan derslere yoğunlaş, bir yandan ‘sakat’lığın getirdiği sorunlarla uğraş. İlk gençlik yıllarını buna harcamaya değer miydi? Bugün olsa tam tersini yapardım kesinlikle ama, ah o ‘deli’kanlılık günleri!.. Sonunda ağabeyimin “gerekirse sınıfta kalır, okulu sen bitirmeden bitirmem, birlikte gidip geliriz” gibi ısrarlarına rağmen liseden sonra okul hayatımı noktalamaya karar verdim. Zaten bana adanmış iki can vardı ve daha fazlasını kaldıramazdım herhalde.
İnsanoğlunun hayatında dönüm noktaları vardır. Bu dönüm noktalarını farkederseniz hayatınızı gidişatı değişir. Benim de liseden sonra hayatımdaki dönüm noktası 5 Eylül 1992 tarihi oldu. O günleri düşünüyorum da, biraz bezmiş, içine kapanmış “Bezgin Bekir” benzeri biri olup çıkmıştım. Kaldığım köyde açtığım küçük bir kırtasiye dükkânı ile ev arasında gidip geliyordum, arada bir tiyatro ve sinemaya gidiyordum o kadar.
O tarihte tanıştığım ve sonrasında “Candost” dediğim Mustafa Çelik adlı ‘kötürüm’ sayesinde ‘sakat’ olmanın ne demek olduğunu, tekerlekler üzerinde nasıl yaşanacağını öğrenmeye başladım. Mustafa Çelik kendi deyimi ile ‘kötürüm’dü, ama bir ‘sağlam’dan daha sağlam insandı.
İtiraf etmem gerekirse o güne kadar ‘sakat’ olmanın, tekerlekler üzerinde yaşamanın ne olduğu konusunda bir fikrim yoktu. Çocukluk yıllarımda çok hareketli bir çocuktum. Tekerlekli sandalyeye pek oturmuyor, yerde emekleyerek hareket ediyordum. Bu yüzden önüme hiçbir ‘engel’ çıkmıyordu. Tekerlekli sandalye ile çıkıp inmenin ise benim için oyundan farkı yoktu. İlk gençlik yıllarında ise, özellikle ortaokula başladıktan sonra, mimari sorunlar yüzünden zorluklar yaşamıştım. Ama daima yanımda yardım edecek biri bulunduğu için ‘sakat’ yaşamanın incelikleri konusunda en küçük bir bilgim yoktu. Üstelik o kadarcık sorun bile, ilerleyen yaşlarda kendimi toplum içinde yaşamaktan soyutlamama yetmişti.
Mustafa Çelik kimi zaman öğretmenim oldu, kimi zaman ağabeyim, babam, arkadaşım… Tekerlekler üzerinde nasıl dik durabileceğimi, hayatın dikine nasıl gidebileceğimi, nasıl mücadele edeceğimi öğrendim. Ailemin bilinçsizce üzerime ördüğü koruyucu örgüyü farkettim ve Candost’umun da katkılarıyla bunu üzerimden yırtıp attım. Tabii bu kolay olmadı. Benimle birlikte ‘sakat’lığı öğrenen anne ve babam hatalarını farketmelerine rağmen koruyucu örgüyü kaldırmaya fazla yanaşmak istemediler. Hâlâ daha zaman zaman aynı sorunu yaşadığımı söylemek zorundayım. Ama suç onlarda değil, onları bu konuda yalnız bırakanlarda.
Tekerlekler üzerinde yaşamanın ne olduğunu anlatacaktım güya. Aslında bunu anlatmak pek kolay sayılmaz. Tekerlekler üzerinde oturmadan ne olduğunu anlamak zor.
Yine de bunu örneklerle anlatmaya çalışayım…
Sokakta bir yürüyüş yapmaya karar verdiğimi düşünelim. Beni ilk karşılayacak olan kaldırımlar olacaktır. Kaldırıma çıkmak için ya bir rampa bulmak zorundayım ya da canım pahasına trafik içinde yoluma devam etmeyi tercih etmem gerekir. Bir rampa aradığımda, büyük olasılıkla önüme rampadan başka herşeye benzeyen bir yükseltiden başka bir şey bulamam. Zamanında konu ile ilgilenen sayın kaldırım mühendisi(!) öyle yapılmasını uygun görmüştür her nasılsa. Zar-zor çıkarım… kendi ellerimle ya da başka ellerin yardımıyla. Tabii bu olayın iyimser kısmı. Öyle bir rampa dahi bulamadığım çok zamanlar olmuştur.
Yola devam edersek… Bir süre sonra kaldırım biter. Bu sefer gerçekten, nasıl olduysa, çağdaş bir rampa bulurum ama inemem. Büyük olasılıkla bir araç gelip tam rampanın önüne park etmiştir, sahibi de ortada yoktur. Kazara sahibini bulursam, sadece iki dakika için oraya park etmiştir. Oysa ben en az on dakikadır ordayımdır. Aslında orada bir rampanın olduğundan, o rampayı ‘sakat’ların yanısıra bebeğini gezdiren annelerin, yaşlı insanların da kullandığından –ki bunların arasında kendi anne-babası, karısı vs. de vardır- bihaberdir.
Geçenlerde yaşadığım bir olay… Birkaç arkadaş bir yerde yemek yedikten sonra ayrılmaya hazırlanırken, arkadaşlarımdan birisinin ağabeyinin nişanlısı (ne anlatım ama!) bizi görmüş -evi yandaki apartmanın dördüncü katı-. Kahve içmeye davet etti. Apartmanda asansör bulunduğunu ve çıkabileceğimizi söyleyince de kabul ettik. Keşke etmesek. Doğruydu, apartmanda asansör vardı. Ama onbeş basamak yukarıdan başlıyordu.
Daha böyle pek çok örnek verebilirim. Ama anlatabileceğim olayların yüzeysel tarafları. Bir başka deyişle buzdağının sadece görünen kısmı.
İnsanoğlu doğar, yaşar ve ölür; kaçınılmaz bir süreçtir bu ve bu süreç başlı başına bir sanattır, insanoğlu ise sanatçı. Kimi sanatçı iyi yaşar, kimi kötü. Bunu pek çok şekilde adlandırmak mümkündür: Kader, tesadüf, şans, hayatın cilvesi vs. Sanatçının iyi ya da kötü yaşaması, onun iyi ya da kötü sanatçı olduğunu göstermez, çünkü her sanatçının koşulları farklıdır ve bu koşulları ne kadar iyi değerlendirirse, o kadar iyi yaşar.
Benim koşullarım bir savaşı gerektiriyordu, hâlâ da gerektiriyor. Bu bir savaştı ve savaşım devam ediyor. Beni bu savaşa çeken Candost’um Mustafa Çelik, “bu savaş özürümüzle değil, kişiliğimizle tanınma savaşıdır” der her zaman.
Ben bir ‘sakat’ım, hayatım tekerlekler üzerinde geçiyor. ‘Sakat’ olmam bazı hareketlerimi kısıtlıyor olabilir. Ama bu eksiği bir şekilde gidermenin yolu her zaman vardır.
Çok sevdiğim bir öyküdür: Küçük bir çocuğun en büyük hayali Uzakdoğu sporlarında başarılı bir sporcu olmaktır. Ama bir araba kazası sonucu sol kolu omuzundan itibaren kesilir. Ailesi hayata küsmesini engellemek için bir Uzakdoğu sporları hocası ile tutar. İlk derste hoca çocuğa tek koluyla yapabileceği bir hareket gösterir ve çocuk çalışmaya başlar. Aradan haftalar geçmekte hoca ısrarla aynı hareketi çalıştırmakta, çocuğun yakınmalarını dinlememektedir. Çocuk hareketi mükemmel yapmaya başlamıştır artık. Bir gün hoca çocuğa artık bir turnuvaya katılma zamanının geldiğini söylediğinde çocuk karşı çıkar. Tek bir kolu vardır ve sadece tek bir hareket öğrenmiştir, ama hocasının ısrarlarına dayanamayıp turnuvaya katılır. İlk maçına çıktığında korkuyla titreyerek son ümitle hocasına bakar, ama hocası “çık, hareketini yap” der ve çocuk arka arkaya tek hareketle rakiplerini elemeye başlar, finale kadar çıkar. Finalde karşısında yıllardır şampiyonluğu kimseye bırakmayan ve hiç yenilmemiş bir sporcu vardır. Ancak çocuk kendi de şaşırarak, tek hareketiyle onu da yenip şampiyon olur. “Hocam, bu nasıl oldu” der çocuk. Hocasının cevabı şudur: “Bak evlat, sana öğrettiğim harekete karşı tek bir savunma hamlesi vardır. Rakibin sol kolunu tutmak…”
Öyküde de anlaşılacağı üzere önemli olan bedenin biçimi, eksiği, fazlası ya da bedenimizin hangi parçası ile hangi işi yaptığımız değil, eksik kalan, yitirdiğimiz ya da kısıtlandığımız hareketlerimizden geriye kalanlara yükleyeceğimiz görevdir.
Bedenden eksilenler yaşamı etkilemez, etkilememeli. Ben bunu eksiklerimin yerine aklımı ve yüreğimi koyarak yaşamda diğer ‘sağlam’ insanlardan geri kalmıyorum. Hatta pek çoğundan daha önde olduğumu da söyleyebilirim. Ama…
Bir İngiliz atasözü “eğer cümlenin ortasında ‘ama’ varsa, ‘ama’dan önce söylenenleri unutun” der. Ne yazık ki ‘sağlam’ olarak anılan insanlar ile benim gibi ‘sakat’ların önüne ‘engel’leri yığan insanlar aynı kişiler.
Eh! Bunu da savaşın bir parçası sayıp mücadeleye devam etmek gerek!