Bir an olur ki, günlük koşuşturma içinde, hayatımızın amacını ve anlamını sorgulamanın doruk noktasına ulaşırız. Kimisi bunu yıldız konumlarının hayatımıza etkisine bağlar, kimisi için ise tetikleyen şey, yaş dönümleridir. Suçlu aramaya gerek yok, vakit tamamsa, her şey olacağına varır ve insan radikal kararlar alabilir o “an”da.
Bu benim kişisel öyküm, ama eminim ki yaşadığım “ Huzursuz ruh sendromu” durumunu deneyimleyen binlerce kişiye hikaye tanıdık gelecektir. Bu anlamda, erken teşhis hayat kurtarabilir;)
“HUZURSUZ RUH SENDROMU” ARKA PLANI
Çoğumuzun, kurumsal bir işi ve hakkını teslim etmek gerekirse, ülke ortalamasının üstünde sayılacak bir de geliri vardır. Başımızı sokacak evimizde, bazılarını en son ne zaman kullandığımızı hatırlayamadığımız bir dolu eşyamız ve işten yorgun argın geldiğimiz saatlerde, koşuşturma arasında ve iki ara bir derede görüşebildiğimiz aile bireyleriyle yaşarız.
Gelirimiz, modern hayatın, emir kipi ve şık bir ambalajla kamufle ettiği demir yumrukla bize dayattığı tüketim taleplerini karşılamakta zorlanır:
– A noktasından B noktasına ulaşım, toplu taşıtlarla bile dünya paradır. Ulaşımın maddi kayıpları yanında trafik, kirlilik, zaman kaybı ve stres de eşantiyon olarak verilir bize.
– Evimizi temiz tutmak için, belli rutinlerde tutulan yardımcı, çocuğunuzun bakımı için dadı veya yuva için astronomik bedeller öderiz. Daha da büyüyen çocuklarımızı, onları mutlu edip etmeyeceğinizi bilmediğiniz mesleklere yönelmeleri için özel okullara, sınavlar için dershanelere yollarız. Çalışma hayatlarının 10 yılı boyunca geriye dönüşmesi pek mümkün olmayan meblağlara hem de. Bu konuda toplu bir histeri yaşadığımız kesin. Bazen “Allah akıl fikir versin veya biri bizi durdursun” diye bağırmak isteriz. Yine de aksi yönde hareket etmek için eyleme geçmeyiz.
– Vakitsizlikten, dünya para ödeyerek ne kadar sağlıklı ve besleyici oldukları tartılışır hazır veya yarı hazır yemeklere yükleniriz. Pişirmek için aldığımız, ama fırsat bulup tencereyle ve ocakla kutsal buluşmasını tamamlayamadan çöpü boylayan sebze-meyve ve etlerimiz, maddi ve manevi rahatsız eder bizi.
İlkokulda, teorik olarak öğrendiğiniz havuz probleminin, modern hayattaki bu çözümsüzlüğünden bunalırız:
“Aynı gelir havuzuna, her ay A kişisinden 12, B kişisinden 15 birim gelir akmaktadır. Gider deliklerinin toplamından ise, sabit olarak 25 birim, bazı aylarda ise kafasına göre 30 birim boşalmaktadır. Gelir havuzunuzun ne zaman dolacağını hesaplayınız. Süreniz bir ömür boyu, başarılar.”
Yıllar geçtikçe fark ederiz ki havuzu bir türlü dolduramadığımız gibi, üstüne üstlük okulda öğretmedikleri bir sistemle, arada kova kova takviye edilmesi gerekmektedir. Tabii ki bedavaya değil, henüz yaşanmamış ayların, kazanılmamış birimlerine mahsuben, finans sektörü marifetiyle…
Maddi olarak bizi etkileyen her detay, yavaş ve sinsice ruhu da huzursuz etmeye başlarken, “Sevdiklerime ve kendime kaliteli vakit ayıramıyorsam, hayattan keyif almaya halim, vaktim ve param kalmıyorsa benim bu sistemde işim ne?” isyanlarımız başlar.
İşte arka arkaya gelen isyanları, ustaca bastırabilme becerisi geliştirmiş olmakla övündüğüm bir dönemde, o “an” geldi. “Bastırmayacağım, ne olacaksa olsun artık!” karşı isyanım, o geri dönüşü olmayan farkındalık anıyla, zirve noktasına ulaştı muhtemelen.
ANİ EMEKLİLİK PLANI- “KAÇTIM KURTULDUM” DURUMLARI
Her çalışanın hayali, emekli olmaktır ve yıllarca bunun için çalışılır, bunun için yaşanır. Sonra geriye gün sayılır. O zamana kadar hayat, sürekli ertelenir.
Ben böyle yapmadım… Yapsaydım, şaşardım kendime zaten.
Çalışma hayatımın, içinde bulunduğum hayat şartlarını karşılamadığını, kendime itiraf etmeyi becerdiğim gün, karar verdim. Emeklilik dilekçemi vererek, aynı gün istifa ettim. Kazancımdan, işe gidiş geliş için harcadığım para ve zamandan şikayetçiydim. Yaratıcılığımı kısıtlı olarak kullandığım, beni ruhsal olarak beslemeyen, mutlu hissettirmeyen işimden de.
Sorun işyerinde değildi aslında, koşullarını bilerek ve bana uymayan koşulların da zaman içerisinde düzeleceğini umarak, burayı ben seçmiştim zamanında. Gerçi, kurumsal hayatın modern kölelikle eşdeğer olduğu söyleyerek, işi espriye vuruyordum ama sonuçta silah zoruyla da çalıştırmıyorlardı beni.
Sorun, değiştirebileceğim tek şeyin kendim olduğu gerçeğine gözümü kapatarak, birilerinin benim adıma koşulları değiştirmesini beklemek, değişmediği zaman da mutsuzluğumun suçunu başkalarına atan yanımdaydı. Önce bu yanımla barışmam ve gözlerimi açmayı öğrenmem gerekiyordu. Hastalıklar, işten çıkartılmalar, doğal felaketler, bir yakını kaybetme gibi radikal değişiklikler, bizi görünüşte acımasızca sarsmasına rağmen, içten içe değişime en çok hazırlayan şeylerdi, ama artık böyle bir etki tarafından arkadan itilmeyi beklemeden, harekete geçebilme özgürlüğüm olduğunu bilecek kadar deneyimliydim.
Bu istifa olayından önce, evrenin benim için yaptığı bir takım düzenlemeler ve bir şeylerin değişimi , uygun zamanın yaklaşmakta olduğunun belirtileri vardı zaten.
Bir Aile Dizimi çalışması yapmıştık Mine Dural ya da bilinen ismiyle Mindu’yla. Bilenler bilir, muhteşem bir deneyimdir “Aile Dizimi” ve hazır olanlar için, değişimin çarklarını harekete geçirir. Ailenizden size intikal eden ve gereksiz yere taşıdığınız ruhsal, zihinsel, duygusal ve hatta bazen fiziksel olumsuz kodlarınızdan özgürleşir ve berrak bir görüş kazanmış olarak şu anda hayatın neresinde durduğunuza bakabilir, sonraki adımların hangi yöne atılması gerektiğine karar verecek enerjiyi kendinizde bulabilirsiniz. Bir nevi, kendinizle yeniden tanışma ve kucaklaşma partisi diyebiliriz bu çalışmanın sonuçlarına.
Bu çalışmadan sonra da Reiki Hocam ve can dostum Tijen Aykut ile, bazı konuşmalarımız oldu şifa çalışmaları üzerine. Çok hızlı kararların alındığı anlardan biri de buydu belki de. İç sesimin “Doğru zaman, doğru adım, lay lay lom” nakaratıyla tempo tutmasını saymazsak, bu kararı da sükunet içinde aldığımı söyleyebilirim.
Ardından, bolluk ve bereket enerjileri için evde ve kendi üzerimde temizlik çalışmaları yapmıştım. Bir yandan da, iç sesimle tam gaz devam ediyordu. “Ne kadar çok israf ediyoruz, kendimizi geliştirmek için ne enerjimiz, ne zamanımız ne paramız kalıyor, doğal olmayan bir yaşam sürüyoruz, sistemin dayattığı “çalış-tüket” çemberinde bir hamster gibi dön dur, bir şeyler yanlış bu kurguda” diye. İstifamı verdiğim dakikaya kadar, tüm bu gelişmeler kopuk kopuktu içimde.
Sonra,dank etti. Her şey olması gerektiği gibiydi, değişim ve dönüşüm için ok yaydan çıkmıştı ve kaçınılmazsa zevk almaya çalışacaktımJ Artık tek yapmam gereken, bizim niyetlerimiz doğrultusunda çalıştığını her daim ispat eden evrene, disiplinli bir şekilde net ve kesin talepler göndermek ve sonrasında beklentisiz olarak akışa teslim olmaktı, anlamıştım.
Ben de ilk iş olarak, yeni hayatıma daha rahat uyum sağlayabilmek, zihnimi boşaltabilmek ve yapmayı istediklerim için yeterli enerjiyi toplamak niyetiyle, evrenden huzur dolu bir tatil istedim. İş ve ev hali koşuşturmasından uzak, tek başıma kafamı dinleyebildiğim en yakın anımın, hatırlanmayacak kadar silik olduğunu fark etmem de niyetimi güçlendirmiş olabilir, o yüzden niyet kısmı ile ilgili lütfen sıkıştırmayınız, formül filan veremem. Herkesin formülü kendine…
PALDIR KÜLDÜR DOĞAL YAŞAM FELSEFESİNE GEÇİŞ
Takip eden hafta sonu annemlerde, teyzemlerin de katıldığı kahvaltıda kuzenim bana dönerek “Madem emeklisin benimle tatile gelsene” dedi öylesine. Ben de öylesine “Nereye ve ne zaman?” diye sormuş bulundum. Sonrası, son birkaç haftadır alıştığım ve tahmin edebileceğiniz gibi, hızlı gelişti. Fethiye’de bir doğal yaşam çiftliğine gidiyordu. Biletini almıştı ve 5 gün kala, aynı gün ve saate bilet bulma ihtimalimin ne olduğunu düşünmeden, otobüs şirketini aradım. Komikti, sadece bir tek koltuk kalmıştı aynı arabaya ve rezervasyon kabul etmiyorlardı. Öylesine başlayan muhabbet, kocamın da “Al işte biletini” gazıyla o anda ciddileşti. Bir dakika sonra ise, İstanbul’dan Fethiye’ye hangi gün ve saatte gideceğim dışında hiçbir detayını bilmediğim tatil planımın ilk adımı, böylece tamamlandı.
Cumartesi sabahı otobüsten inene kadar ise, nasıl bir yere gittiğimizle ilgili hiç bir şey sormamış olduğumu fark ettiğimde, klasik bir Kova kadını olarak kendime şaşırmadım yine.
Doğal yaşam çiftliğinin kurallarını, Fethiye’den Faralya’ya gidene kadar öğrendim ve artık dönmek için çok geçti, zaten dönüş biletim de yoktu henüzJ
Burada sadece doğa içinde yaşanmıyordu, doğal yaşanıyordu. İkisi arasındaki farkı şöyle anlatabilirim sanırım: Doğa içinde lüks bir tesiste, doğanın yanı başında olmanıza rağmen doğal beslenmeyebilir, doğayla dost olmayabilirsiniz. Ama burada “Sürdürülebilir Yaşam” denen bir felsefeye göre yaşıyorlar. Çoğu gıdalarını kendileri üretiyorlar, doyacak kadar tüketiyorlar ve organik atıklarını gübre yapmak üzere biriktiriyorlar. Böylece topraktan aldıklarının, yine toprağa dönmesini sağlıyorlar. Benim gibi et ağırlıklı beslenen bir şahsiyet için kötü haber ise, beslenme sistemlerinin vejeteryan olması, nadiren ise balık yenmesi. Burada etsiz geçen 3.günümüzde, komşunun ortalarda dolaşan tavuğunu kızarmış formda görmeye başlayınca, ertesi gün Ölüdeniz’e inip et yemeye karar verdik. Aslında genele göre kural dışına çıktığımız sadece iki zararlı alışkanlığımız var kuzenimle: Sigara (sadece açık alanda içiyoruz ve izmaritlerimizi biriktiriyoruz) ve kahve. Sabah kahvemizi içmeden ayılamadığımız için, Fethiye’den bu konuda tedarikli geldik.
Kuş sesleri ve cır cır böceklerinin senfonisi eşliğinde uyanmak, birlikte kahvaltı hazırlayıp sonra eğer gönüllü olarak kalıyorsanız katkı payı ödeyerek, doğa içinde hem çalışıp hem tatil yapmak, misafir olarak kalıyorsanız da çiftliğin kurallarına uyumlu olmak koşuluyla ve isterseniz yardım ederek vakit geçirmek mümkün burada.
Patika’da bir gün şöyle geçiyor benim için. Sabah çalar saatsiz uyanmak, kahvaltı sonrası kendime yapacak bir iş bulmak (ilk gün yemek hazırlığına yardım ettim, ikinci gün ise kurutulmuş kekikleri ayıklayıp öğüttüm mesela) sonra öğle yemeği hazırlığı yapmak, yemekten sonra, 10 dakikalık sıkı bir yürüyüşle orman içindeki keçi yolundan çam kokuları ve kuş sesleri arasından denize inmek ve kitap okumak, akşamüstü biraz spritüel çalışmalar yapmak ve akşam yemeğinde nefis ev yapımı şarap içerek keyiflenmek olarak özetlenebilir.
Çiftliğin sahipleri Erol ve Çiğdem, 17 aylık oğulları Deniz Yücel’i de kendi felsefelerine uygun yetiştiriyorlar. Doğal yemekler yiyor, açık havada dolaşıyor ve bir çocuğun sahip olmak isteyeceği en rahat ortamda doğal gelişimini sevgiyle tamamlıyor.
Çiftliğin diğer renkli karakteri ise Gülümser. Hasan Ali Yücel’in kızı ve Can Yücel’in kızkardeşi. Aynı zamanda da Erol’un annesi. Yıllar önce şehir hayatından kaçan bu modern, eğitimli ve idealist kadın, doğanın içinde ve doğal yaşam için Fethiye’yi seçmiş, oğlunu ve kızını da bu ortamda yetiştirmiş. Doğal olarak, bu anarşist genlerini çocuklarına da geçirmiş, başka türlüsü beklenemezdi zaten.
Erol’un geçmişinde sistem analistliği ve STK, Çiğdem’in ise başından beri STK’lardaki çalışmaları var. Ama doğaya dönük yaşamla ilgili hayallerini gerçekleştirmek için, her ikisi de Yoga eğitmenliği sertifikası almışlar, sürdürülebilir yaşam, permakültür gibi çalışmaları hayatlarına katmışlar. İşlerini o kadar ciddiye alıyorlar ki, Erol çiftliğin içine taş evi yapmayı öğrenmek için, aylarca taş ustalarıyla beraber çalışmış. Zaten çiftliğe kattıkları her değerde de aynı yöntem izlenmiş, önce öğrenilmiş, deneyimlenmiş, ardından buraya uygulanmış.
Burada televizyon yok, muhtemelen Deniz Yücel televizyonla çok ileriki yaşlarına kadar tanışmayacak. Modern şehir çocuklarının, televizyon ve bilgisayar bağımlılıkları düşünülürse, bunun bir kayıp olup olmadığı kesinlikle tartışılır. Yine de çiftlik sakinleri ve misafirler dünyadan tamamen kopuk da değiller, konuklar gerektiğinde e-postalarına erişebiliyorlar, internet üzerinden haberleşebiliyorlar. Sadece, saatlerini bilgisayar karşısında geçirmiyorlar. Böyle bir ihtiyaç yok çünkü, kaliteli vakit geçirmek için yapacak çok şey var burada.
Geldiğim günden beri, sürdürülebilir ve doğaya saygılı bu yaşam tarzının hangi basamaklarını hayatımda uygulayabilirim’i düşünüyorum. Oldukça sıkı bir kültür şoku ve deneyim oldu benim için. Her gelen konukla yeni şeyler öğreniyoruz. 15 gün önce terk ettiğim kurumsal yaşamım, sanki yüzyıllar öncesinde kalmış gibi. Kendimi yıllardır bir arada yaşadığı sevgilisini terk edip, hemen unutan vefasız birine benzetiyorum. Yılların tortusunu bu kadar kısa sürede üstümden atmış olmam mümkün mü diye şaşırmıyor değilim aslında. Ama çok da taktığım yok işin doğrusu.
Kalacak yer kısıtlı olduğu için, “Geçiyordum uğradım” tarzında gelebileceğiniz bir yer değil yalnız burası. Dolayısıyla, önceden haberleşmekte fayda var. Merak edenler için iletişim adresleri: www.patikadayolculuk.com Çevre dostlarının zaten aşina olduğu TATUTA (www.buğday.org/tatuta) ile de işbirlikleri var. Yani onlar, kendileri gibi yaşamayı ilke edinmiş diğer tüm çiftliklerle bağlantı halindeler.
Neyse. Ben bu işten oldukça karlı çıktım. Geçen ay, ani bir kararla vejeteryan olduğunu bize deklare eden oğluma hazırlayabileceğim yemek tarifleri, binbir çeşit kimyasal temizlik maddelerinin yerini tek başına alabilecek gibi görünen ve sonuçlarını bizzat test ettiğim arap sabunu kullanma kararımı kar haneme ekleyerek, bir sonraki durağım olan Kabak koyundaki Gemile’ye yollanmaya hazırdım.
Evren yine bir talebime cevap vererek, elimizdeki yüklerle Gemile’nin o dik yokuşunda yuvarlana yuvarlana inmekten kurtardı bizi. Arkadaşlarımız bize sürpriz yaparak “Dalaman’dan dönüyoruz, geçerken sizi alalım mı?” dediler. Tanrım, bu aralar bu kulunu fazla kayırdığın için, diğerleri şikayet ederse ben karışmayacağım ona göre.
Gemile’de üçüzlerden birinde kalmanın keyfini yaşadık. Üçüzler Leylandi, Badem ve Zeytin bir de bir küçük boy kardeşleri Buda ile Gemile’nin yeni yapılan ağaç evleri. Özellikleri, içlerinde tuvalet ve duş olması ve klasik ağaç evlerin aksine geniş bir mekan sunması. Hele verandalarında yastıklar üzerinde tembellik yapmak çok keyifli. Akşamları ateş çevresinde perkinson müzik yapılıyor. Yastıklara gömülüp bir yandan içkinizi yudumlayıp bir yandan üstünüze serpiştirilmiş yıldızları seyrederken müziğin tadını çıkartıyorsunuz. Hayat bu derken ölçüyü kaçırmamakta fayda var, sonsuza kadar kalacak değilsiniz burada. Sıkı bir uykudan sonra deniz bekliyor çünkü sırada.
Bu doğa içinde tatil işini çok sevdim ben. Ruhu dinlendirmek, bedeni canlandırmak için ihtiyaç duyulan tüm olumlu enerjileri depolamak için ideal.
Gemile’nin de adresine ulaşmak isteyenler için linki vererek ateş başındaki yerime dönmeye hazırım;)
www.gemilecamping.com Biz Zeytin’de kaldık ama Leylandi’de de aklım kalmadı değil hani. O da bir dahaki sefere ve ailece inşallah;)
Son söz: Cuma öğlen şarj ettiğim ve normalde hiç konuşmasam bile evde yarım gün içinde pili biten cep telefonum benimle kafa buluyor. Dört gün boyunca yaptığım o kadar konuşmaya rağmen, hala dolu görünüyor. E peki buradan ne sonuç çıkartıyoruz?
A- Şehir hayatı ve içinde yaşadığımız manyetik alan, cep telefonu pilini bile bitiyorsa kimbilir bizi nasıl etkiliyor?
B- Ya da daha başka bir bakış açısıyla, şimdi bulunduğum mekanın saf enerjsi cep telefonunu bile şarj edebiliyorsa, beni ne hale koymuştur düşünemiyorum bile.