TV’de bir belgesele rastladım, adı “Sığınak-Alplerde Yaşam Savaşı” adı. Alp dağlarında kıştan çıkan hayvanların yaşam sürecini anlatıyor. Belgesele bayıldım ve bazı notlar aldım. Paylaşmak istiyorum.
Önce bir geyik ve kurt sürüsünün hikayesi ile başladı belgesel. Genç geyik yemek ararken, kurtlar da geyiği yemek istiyorlar. Ama geyiği yakalamak çok güç. Fakat dişi kurt bir plan yapıyor. Kovalamaya başlıyorlar geyiği. Geyik sürüsüne gidiyor. Burada işte kurtların planı ortaya çıkıyor. Dertleri genci değil, sürüdeki en güçsüz ve hasta geyiği yakalamak. Burada aslında kurtlar geyik sürüsüne hizmet ediyorlar. Çünkü hasta geyiği yakalayınca o hastalık sürüye yayılmıyor.
Bizler “Doğada en güçlü olan hayatta kalır” düşüncesine inandırıldık. Fakat esasında doğada işbirliği içinde olanlar hayatta kalıyor ve de en güçsüzler eleniyor. Burada da işbirliği söz konusu aslında. Kurtlar doyuyor, sürü hastalıktan korunuyor. “En güçlü olan hayatta kalır” ile “en güçsüz olan elenir” arasında ciddi bir bilinç farkı var. İlki sürekli rekabeti ve bencilliği beslerken, ikincisi artık sürecini tamamlamış olanı, devam edemeyecek olanı yine bir hizmetle dönüştürüyor. Onun cansızlığı başka bir canlıya can veriyor.
Sonra kurtlar geyiği yerken bir ayı geliyor, o da aç. Ayılar kurtlardan korkmazlarmış. Alfa kurt ayıyla kapışıyor. Ağır yaralanıyor, kurtlar liderleri düşünce hemen onun en büyük oğluna dönüyorlar ve takibe başlıyorlar. Ama dişi kurt eşinin yanına uzanıyor ve onu yalıyor. Sürüyü takip etmiyor. Son anına kadar eşiyle oluyor. Çünkü kurtlar bir kere eş seçer ve ömür boyu bu eşe sadık olurlarmış. Belgeselde dişi kurdun gözündeki ifade beni çok etkiledi. Ve de eşini kaybettikten sonra yaptığı seçim… Offf…
Ardından kurbağa cıktı sahneye. Koşuyor bir yere. Meğer bir göl varmış. 1 dişiye 5 erkek düşüyormuş. (Mühendislik Fakültesi gibi) Bizimkisi koştu koştu aceleyle suya atladı. Artık nasıl gözü dönmüşse ilk tuttuğu kurbağaya yapıştı, ama hızla bıraktı. Erkek çıktı çünkü sarıldığı. Zaten bir de yanlış göle atlamış. Sarıldığı da “Abi napıyon sen yanlış kantine geldin, bak öbür binaya” diye uyardı. Çok eğlenceliydi bu sahneler. 🙂
En muazzam hikayelerden birisi, ölümsüz ağaç kütüğünün hikayesi. 500 sene önce devrilmiş bir ağaç bu, yosunların altında kalmış. Ama ölmemiş, çünkü çevresindeki ağaçlar besliyorlar onu. Bu ağaçlar onun tohumlarından doğmuş çocukları ilk çember. Sonra dış çemberler var torunları ve torunlarının torunları ve de hatta alakasız ağaçlar. Ama hepsi bir araya gelip bu düşmüş ağacı yaşatıyorlar. Peki niye böyle yapıyorlar? Çünkü tek başına kalmış bir ağaç ne parazitlerle baş edebiliyor, ne yeterince şu sağlıyor, ne de rüzgarlara karşı koruyabiliyor. Ama bir araya gelince müthiş bir birliktelik ortaya çıkıyor ve sadece kendileri değil nice canlı da bu bütünlükten yaşam buluyorlar. O ölümsüz kütük de aslında onları bir araya getiren bir usta gibi aralarında. Birleştirici bir unsur, ailenin temel direği.
Geyiklerin çiftleşme hikayesi çok eğlenceli geldi. Erkek geyik tam hatunlara yürüyecek, bir başkası beliriyor. Başlıyorlar kavgaya. Onlar orada birbirlerini yerken, arkadan barışçıl bir erkek geyik bir dişiye yanaşıyor ve onunla çiftleşiyor. Yani “yakın dost” Meriç ayağı burada da işliyor. Zaten dağlarda birbirini yok etmeye dayalı rekabet işlemiyor çünkü çok enerji harcanıyor. Bu sebeple tek çözüm işbirliğine dayalı rekabet. Hepsi benim değil, hepimize yeterince var stratejisi.
Belgeselde daha nice enfes öykü var: Dişi dağ keçilerinin yavrularını inisiye edişleri, düzenbaz mavi kelebeğin hikayesi, yalnız takılmayı seven ayı ve böğürtlenler, fıstıkçamı ve fındıkkıran kuşu…
Ne kadar spiritüel bir belgesel izledim ben sabah sabah böyle. Ve de biliyor musunuz belgeselin orjinal adı “Sanctuary”. Bu kelimenin bir manası “Sığınak”, ama diğer manası da “Ma’bed”dir. Ne güzel bir isim seçimi bu belgesel için.
Dünyamız… Hem sığınağımız, hem de ma’bedimiz… Nice olağanüstü hikayesi ile…
****
Küçük bir not:
Bu belgeselin ikinci bölümü de varmış ve izlediğimde şu mesaj beni çok çarptı:
“Alpler’deki tüm hayvanlar, bitkiler ve insanlar bilirler ki bu zorlu doğada hayatta kalmanın tek bir yolu vardır: İşbirliği. Onlar bilirler ki kendilerinden büyük olan dağlardır ve bu dağlarda en güçlü değil, birlikte hareket etmeyi başarabilenler hayatta kalır.”
Bizler hayatta kalabilmek için en güçlü, en güzel, en hızlı, en en en… Olmamız gerektiğine koşullandık ve de birbirimizi rakip görüp diğerinin önüne geçmeye çalıştık. Fakat bu sakat inanç sistemi hayatlarımızı strese, yok oluşa, tükenişe doğru sürükledi. Fakat bizden büyük Dünya var, evren var, alem var… Bu alemde artık var olmanın yolu “en”den değil, “el”den geçiyor. Birbirimize el olmaktan, elele olmaktan, birlik niyetinde atan kalplere birlikte hareket etmekten… İpuçları gözümüzün önünde… Elbette gören gözlere…