Eşimle Cumartesi öğleden sonrası arabanın içinde tartışıyorduk. Gereksiz ve yorucu bir tartışmaydı. Hava serin ama güneşli ve aydınlıktı. Birden biraz ilerde, yolun ortasında bir kara kedinin debelendiğini gördük. Oyun mu yapıyordu yoksa can mı çekişiyordu? Anlar içinde emin değildik, durmalı ve birşeyler yapmalıydık; çünkü trafik durmuyordu vekedinin başında ise kimseler yoktu. Bu sokak hayvanı olmayan memlekette cok nadir görülen bir manzaraydı.
Arabadan çıkıp kedinin bulunduğu yere yürüdüğümüzde artık kedi yol ortasında değildi. Yolun kenarına çimenlerin üzerine uzanmış, hareketsizdi. İki genc çocuk başında sinirli, üzgün, ne yapacağını bilmez duruyordu. Çocuklar 18-20 yaşlarındaydı, kardeş gibi görünüyorlardı. Bir tanesi zihinsel olarak özürlüydü. Arabayı kullanan diğeri ise ince, uzun, gözlüklüydü. Kollarını iki yana açmış bize bakarak “nereden çıktı anlamadım, ezdiğimi bile anlamadım” dedi.
Kedi artık yaşamıyordu, sağına doğru uzanmıs, sol gözü dışarıya patlamıştı. Kedinin yüzü, hayatın anlamsız, saçma yüzüydü. Neden bir canlı böyle gözü dışarı fırlamış ve acı çektiği her halinden belliölmeliydi ki? İnsan olarak bir yanıtımız yok elbette. Tek yapabileceğimiz kedinin ve kedinin ölümüne sebebiyet verenlerin acısını, çaresizliğini farketmek ve yardım teklif etmekti. “Sizin suçunuz yok, kedi fırlamış, sahibi kim ki?” diyebildik.
Çocuklar civardaki evlerin kapısını çalacaklarını söylediler. Nerden başlasak der gibilerinden sağa sola bakınırken, onbeş metre ileriye bir araba parketti. İçinden orta yaşlı, tatlı bir bayan çıktı. Tatlı olduğuna hükmü, hayatında hiç tanımadığı bizlere gülümseyip içtenlikle selam vermesinden çıkarttım. Ancak yüz ifadesi kediyi görünce hafif bir şoka dönüştü. Yanımıza gelip kedinin başına eğildi ve kediyi okşamaya basladı: “Nasıl oldu?”diye sordu. “Birden önümüze firladı, sahibini arıyoruz” dedi çocuklar üzgünce. Kadının gözleri yaşlı, bizlerin ordaki varlığını anlamlandırma çabasıyla yüzümüze baktı. “Biz buradan geçiyorduk, kediyi gördük…Yoksa siz sahibi misiniz?” dedim, biraz önseziyle. Kadın başını sallayarak “Evet” dedi.
Bu nasıl bir tesadüftü tanrım? Öykü mü yazıyoruz, film mi çekiyoruz, kameralar nerdeydi ki birden böylesine bir buluşma yaşanıyordu. Hayır kurgu falan değildi bu. Bir nedenden dolayı kedi, çocuklar, biz ve kadın yollarımız kesişmişti. Sessizlik oldu birkac saniye. Kadın metanetli ve anlayışlı bir halde “Kedilerin başına gelir böyle şeyler, yapabileceğiniz birşey yok” dedi. Kadının kediyi seven üç çocuğu vardı, onlara nasıl söyleyeceğini düşünüyordu.
Bizim varlığımız fazla gelmeye başlamıştı. Kadının çocuklarıyla ve kedisiyle başbaşa kalma vaktiydi. “Yapabileceğimiz birşey var mı?” diye sorduk son kez. Yoktu, kaldığımız için teşekkür ettiler.
Eve geldik ama aklımdan manzara kolay kolay gitmedi. Kalbim kediye, çocuklara ve kedi sahiplerine üzülüyordu. Herkes masum, sevilesi ve iyiydi. Ya hafif bir şizofreni başlangıcında ya da yaşamanın coşkusunu ve sevincini anlamaya çalışan bir garibin bebek adımlarındaydım. Hayatın deneyimleri şaşırtıcı, beklenmedik ve adama sağ gösterip sol vuruyordu.
Peki aslında belki ne olmuş olabilir?
O çocuk bir daha asla hızlı gitmeyecek, araba kullanırken daha uyanık olacak. Bu nedenle ileride hayatı ya da hayatlar kurtulacak.
Kedinin sahibi kadın yalnızlıktan ve insanların vurdumduymazlığından bir daha şikayetçi olmayacak. Kadının çocukları, gerektiğinde sevdiklerine hoşçakal demek gerektiğini öğrenecekler.
Benim için ise biliyorum ki bu olay içinde birden fazla ve çok boyutta ders barındırdı. En basitinden; hayat bizim ucubik tartışmalarımızın ötesinde olageliyor, birbirimize her an ihtiyacımız var ve seçim her an önümüzde; ister muhtaç olana yardım eder, gerektiğinde yardım alırız, ister küçük egolarımızın büyük kavgalarıyla ömür tüketiriz.
Ve o güzel kara kedi, son nefesinde bile insanlara muhteşem hediyeler dağıtarak gitti. Mutlu uyu, kediler cennetinin bir tanesi tatlı kedicik…