Kim söylemişti bilmiyorum…
‘Üzüntülerimiz mutlu günlerimizin değerini anlamak içindir…’
İnanası gelmiyor insanın. Üzüldüğümüzde hep aynı şeyi şeyleri düşünürüz çünkü ‘bundan daha kötüsü olamaz’mış gibi, ‘bir daha asla eskisi gibi mutlu olamayacak’mışız gibi, hatta sanki ‘hiç mutlu olmamış’ gibi…
Yalnızlaşmanın, uzaklaşmanın, konuşmamanın yaygınlaştığı şehirlerin; yalnız, uzak, dilsiz kadınları ve erkekleri olmaktan alıkoyamıyoruz kendimizi. Üzüntüler paylaştıkça azalır ama üzüntümüzü paylaşacak dost bulamayacak kadar yalnız, anlatamayacak kadar dilsiziz son yıllarda. Önceden başkalarına verecek çok aklımız vardı ‘kendi söküğümüzü dikemesek de’ şimdilerde sağırız hepimiz. Metropol yaşamları, çocuk sesi olmayan sokaklar, insan görünümlü duygusuz çalışmaya, kazanmaya, hırsa, hep daha çoğunu istemeye, yıkmaya programlanmış robotlar, fast-food hayatlar, aşklar, yemekler… Konuşmaya, anlatmaya, yazmaya, kafamızı kaldırıp etrafımıza bakmaya, baktığımız her şeyi ‘görmeye’ mecalimiz yok. Çok yorgunuz yoğurulmaktan yel değirmenlerinde…
Karşılık bekler bir halimiz var her şeyden. ‘Ben seni seviyorum acaba sende benim seni sevdiğim kadar çok seviyor musun?’ Ne yaralayıcı bir tablo… Nerede hata yaptık, U dönüşlerini hangi yollarda kaçırdık, pusulalarımızı hangi yaşımızın masumluğunda bıraktık.
Annemize, babamıza vermediğimiz sevgiyi, saygıyı ‘ast’larımıza, ‘üst’lerimize hatta kim bizi daha çok yaralarsa, bıçağı daha derine kim saplarsa ona gösteriyoruz. Kocaman kalplerimiz yok artık bizim evlerimiz gibi 1+1. Bir kişiyi bile doğru dürüst sevemezken, sevgiyi; stratejik planlarla ‘kendimizi koruma altına almak’ adı altında sömürüyoruz. Sevmiyoruz, bizi sevenleri soyutluyoruz kendimizden. Aman yanlışlıkla mutlu oluruz ömrümüzün sert dönemeçlerinden birinde…
Kendimizi düşündüğümüz kadar düşündüğümüz kaç insan var saysak?
Arkamızı dönsek hayatı karşımıza alıp kaç kişi duruyor orda?
Kaç gülen yüz, bizi tutmaya hazır kaç el?
Dönüp baktığımızda gördüğümüz kırık tebessümleriyle, kırgın ama anlayışlı yüzler ve o çok değer verdiğimiz yaban-cılar çoktan çekip gitmiş oluyorlar birer birer….
‘Günaydın’ bile demiyoruz her gün gördüğümüz alt komşumuza, bakkal amcaya ‘tabi eğer bir süp-ürmarket süpürmemişse’, bindiğimiz otobüsün şoförüne, güvenlik görevlisine hatta çoğu zaman suratlarına bile bakmıyoruz.
Herkes mutluluğu aramanın peşine düşmüş halbuki Abidin Dino çizmişti birkaç boyayla Nazım Hikmet’in satırlarına. Keşke bir kağıt parçasına çizseydi de alıp taşısaydık yanımızda ya da keşke herkes onlar gibi cesur olsalardı da kalpleri doldurdukları kinin, nefretin yerine çizebilselerdi mutluluğun resmini.
Biz beynimize de kalplerimize de aldatılmışlığın, yalanın, yalnızlığın, acının resmini çizmiştik yer kalmamıştı mutluluğun resmine…
Nazım isteseydi çizmemi annemi çizerdim. Huzurlu, mutlu, sakin bir deniz kıyısında yanına sevdiğim herkesi. Yüzümüzde alıntı yapılmamış, sahteleşmemiş bir gülümseme, güneş doğmak üzere sanki her karanlığı boğarmışçasına.
‘Eski güzel günler’ der anneannem; ‘siz göremediniz yazık’ der. ‘O zamanlar dostlar dosttu, düşmanlar dost, yar aşktı, aşk aşktı, insanlar insandı. Bilirlerdi yaşamak için gönderildiklerini yaşarlardı severek her şeyi…’
Dönüşü yoksa artık hiçbir şeyin, çizemeyeceksek resmini eski mutlu günlerin;
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
Yalnızlığın tam üstüne…