Özlemek denen şeyin neyin nesi olduğuna dair bir miktar kafa patlattıktan sonra şekillenenler… Aslında önemli bir şahsiyete az önce yazdığım bir mektuptan alıntılar…
Özlemek… Daha önceleri epey bir kafa yormuştum bunun hakkında… İki türlüsü var; özde ikisi de bir… İlki; kendince tanıdığın, bildiğin ve dahi alıştığın bir varlık ya da kavramın artık eskisi denli ulaşılabilir olmadığı anlarda eksikliğini hissetmek, ona açlık duymak… İkincisi daha da kötü koyan bir özleme türü: Henüz tanışmamış ve kaynaşmamış olduğun bir varlık, kavram ya da oluş biçimini istemek; ona sahip ve aynı anda ait olma ihtiyacı ile çerçevesini ancak ve ancak senin çizdiğin bir hedefe doğru uzanmak; çoğu zaman uzanmakla kalıp hedefe doğru yürüyememek ve daha da kötüsü; çerçevenin sınırları ve renkelri sürekli oynaşıp yer değiştirdiği için bir türlü açlık hissettiğin “şey”i somutlayamamak… Bu ikncisi, herhangi bir “dolay” olmadan aşık olma haline benziyor… Deliler gibi aşıksın, ama hoşlandığın bir kız dahi yok… İçinde bir koltuk yaratmışsın; diğer koltuklara göre pozisyonu belli, döşemesi özenle seçilmiş, oymaları kakmaları felan şaheser; ama koltuk boş… Sen gidip gidip o koltuğun dibine yere oturup başını minderine dayıyorsun; adeta orada oranın (henüz tanışmamış olduğun ama ezelden beri tanıdığını hissettiğin) sahibinin dizleri varmış gibi… İşi daha da abartırsan koltuğun sahibesine şirrler yazarsın, evlenme teklifini nasıl ve nerde yapacağın dahi bellidir; ona sarfedeceğin sevgi sözcüklerinin tonlaması bile kafanda yankılanıyordur ve… Ve bir gün bir hatun salına salına girer hayatına… O koltuğa oturması muhtemel milyonlarca hatun içnden şu nadiren rastlanılan rastlantılar onu seçmiştir sanki… Hatun gelir, sen ona yerini gösterip oturtursun koltuğa… Zaten aşıksındır sen, artık bir “dolay”ın da olmuştur, hedefin çerçevesi oynaşıp durmayı kestiğinden için de rahatlamıştır; sevgili olmaya dair yalnızken öğrendiğin, belirlediğin ve seçtiğin her ne varsa bu yeni objeye tatbik edilecektir… Çok özlemişsindir onu…
Tuzlamak ne demek? Tuz katmak…
Özlemek ne peki?
Öz katmak…
Özlemenin her iki biçiminde de kendinden öz katmaktasındır objeye… Ve asıl eksikliğini hissettiğin (özlediğin) şey, onda kalan özündür; sensindir aslında…
Özlemenin ilk ve daha sık karşılaşılan türüne bir örnek verelim: Genç adam askerdedir ve sevgilisini çok özlemektedir… Her an onu düşünmekte,kavuşacağı anı hayal etmekte, en YAKIN oldukları anları hatırasından çekip çıkartıp defalarca evirip çevirmekte; bu pek tatlı anları zihninde tekrar tekrar yaşamaktadır… Bu da yetmez, özlem daha da büyür, sevgilisi rüyalarına girmeye başlar askerin… Susuzluğu öyle bir hal almıştır ki, zihninin alt katmanları rüya dosyalarında tatmin eder özlemini… Oysa Ged ne öğrenmiştir Ogion’dan? “Büyüyle yaratılan yiyeceklerle doyurma karnını… Geçici olarak karnın doymuş gibi gelebilir,ama sonrasında daha fazla acıktığını farkedersin… İyi değil bu…”
Madem ki özlemek “öz katmak” demek, özünü katmış olduğun varlığa rüyalarında yönelerek ve onda kalan özüne bu rüyalarda kavuşarak tuhaf bir durum oluşturursun kendi zihninde: Uyandığında, herşeyin bir rüya olduğunu anlar ve hem bir şekilde özlem gidermiş olmanın geçici tatminini yaşarsın, hem de o an döndüğün “gerçek” ortamın soğukluğu ve uzaklığı seni hayal kırıklığına ve bu “gerçek” ortamı yadsımaya iter… O’nda kalan öze hala kavuşamamışsındır; hala tamamlanmamışlık duygusu kemirmektedir içini… Dahası, “hepsi rüyaymış…” olayını her gece her gece defalarca yaşamaya başlarsan, negatif çapalama sonucu, onda kalan özünün de bir nevi rüya, hayal olduğu zannına kapılıp kodlama hatası yapabilirsin… Zaten benzer nedenlerden zamanla azalır özlemler… Özlem-zaman eğrisi sinüzoidaldir sanki…
İkinci tip özlemlerde durum daha da karmaşık… Özünü katmışsındır bir yerlere… Atmışsındır boşluğa… Ama nerde olduğunu kestiremiyorsundur bir türlü… Çöldeki mecnun gibi arar durur kendini… Tamamlanmak, bütünlenmek istersin… Bu, Yunus’un Tanrı’ya duyduğu aşka benzer… O aşk ile yanıp tutuşur; özleminden deli divane olur; ama susuzluğunu dindirecek bir kaynak bulmaktan ziyade, o kaynağın tezahürleri olan “yaratılmışlarla”, taşla, çiçekle, Taptuk’la, odunla özlem gidermeye çalışır… “Bir ben vardır bende, benden içeru…”, der… “Benden içeru ben, daha büyük bir özden kopup gelmiştir, büyük parçasını özlemektedir…” Tabii ya… Özlenen de bizi özlemektedir zaten…
Çok özlediğimde,şöyle bir görüntü gelir gözümün önüne: “Sanki çarmıha gerilmişim, daha doğrusu, ayaklarım yerden kesilmiş vaziyette bir duvara sırtımdan monte edilmişim… Özlediğim varlık da karşı duvara aynı şekilde monte edilmiş… İkimiz de mıknatıstan yapılmışız… Aramızda daimi bir çekim var… Ama kendimizi duvarlarımızdan söküp havada buluşamıyoruz…” Ama aramızdaki o kuvvetli manyetik dalgalar her daim baki… Adı da özlem…
Daha da beteri var aslında… Özlediğin varlığa kavuşursun, sımsıkı sararsın onu, (kavram bazında da ele almak mümkün bunu) fakat özlemin dinmez… İçine sokmak gelir sanki onu… “BİR” olmadan özlem bitmeyecektir sanki… Guy de Maupassant’ın “Yalnızlık” adlı nefis bir öyküsü geldi yine aklıma… Ama lafı daha da uzatmamak adına kesiveriyorum burda…
Unutmadan, bir şey daha: Fransızcada özlemek diye bir fiil yok. Sadece “özlenmek” fiili var. Önce özne, sonra fil, sonra da obje konuluyor. Mesela: “Ayşe manque Ali” dediğin takdirde bu, türkçeye, “Ali Ayşe’yi özlüyor”, diye çevriliyor fakat mot-a-mot çeviri yapılsaydı: “Ayşe Ali tarafından özleniyor”, veya “Ali Ayşe’de eksik” gibilerinden birşey ortaya çıkardı… Mesela “Ahmet manque ici” dendiğinde (ici burası demek), bunun anlamı “Ahmet burda eksik”, “Ahmet burda yok” anlamına geliyor… Bu durumda, “Ayşe manque Ali” dediğimizde, “Ali’de Ayşe yok” anlamına da geliyor… Karşılıklı bir eksiklik hali yani… Nasıl yorumlarsan öyle yorumla… Bir de anneannemin tuhaf kullanımı var… Hatun hiçbir zaman “Seni özledim” , demez; “Sana özledim.”, der… Ben her seferinde refleks olarak düzeltirim, o da dilinin böyle alıştığını,öbür türlüsünün garip geldiğini söyler… “Birine özlemek”… Burda nesne dahi yok, dolaylı tümşeç gibilerinden bir kullanım söz konusu…
Benden bugünlük bu kadar….