Sene 1975, arkadaşımın Şehremini’deki plakçı dükkanında, ona yardım ediyorum. Aynı benim gibi ona yardım eden bir arkadaşım daha var. Üçümüzde aynı lisede, aynı sınıfta okuyoruz. Dükkanın sahibi Cengiz, ona yardım edenler de İrfan ve ben… Haa İrfan’ın oğlu Utku ile şimdi aynı yerde yazıyoruz. Utku bir reklamcı ve annesinin babasının bundan haberi yok, onu tarihçi sanıyorlar.

Her neyse o aralar üniversite sınavına girmişiz, sonuçları bekliyoruz, kaset üstüne kaset dolduruyorum ve heyecanla sonucu bekliyorum.

Bir gün bir baktım kardeşimle beraber aile dostumuz ve komşumuzun oğlu Oğuz dükkana geldiler, ilk defa geliyorlardı, şaşırdım;

“Ne oldu, niye geldiniz” dedim.

Yüzleri karanlıktı…

“Senin üniversite sonucu geldi, onu haber verelim diye geldik” dediler.

Heyecanla “Söylesenize nereyi kazanmışım?” dedim.

“Hiçbir yeri” dediler kafalarını yere eğerek…

O an böyle bir duruma her ne kadar kendimi hazırlamış olsam da, bir tas kaynar su başımdan aşağıya boşaldı;

“Ne yapalım ben de seneye yeniden girerim” diyebildim ve arkamı dönüp kaset doldurmaya devam ettim.

Arkamdan neşeyle kahkahalar atıp bağırarak “Şaka yaptıııık” dediklerini bile bir müddet sonra duyabildim. Farkına varınca “Ne diyorsunuz siz” diyebildim.

“Üniversiteyi kazandın” dediler, bu seferde bir tas soğuk su eşliğinde onlara sarıldım ve bir müddet olduğumuz yerde sarmaş dolaş zıpladık, durduk.

Sene 1976… Okula kaydımı yaptırmışım artık üniversiteliyim. Bunca sıkıntı ilk, orta ve lise diyerek sona ermiş, şimdi önümde yeni bir dört senelik sıkıntı daha var ve sonra hayat bana “hoş geldin” diyecek.

Bir arkadaş grubu oluşturmuşuz yeni yeni, okula gidip geliyoruz. Bir kış sabahı binaya girdik, sohbet ediyoruz koca salonda öbekler halinde… İki arkadaşımız geldi, dışarıda hava soğuk, atkılarını burunlarına kadar çekmişler. Kapıdan girer girmez tüm öbekler ile selamlaşıp konuşarak bize doğru geldiler. Biz de selamlaştık, konuşmaya başladık. O anda bir kavga patladı sağcılar ve solcular birbirine girdi, biz bir köşeye sindik, kendimizi kolluyoruz, polisler içeri doldu, sandalyeler, joplar havada uçuşuyor, o karmaşa da bir iki jop da biz yedik doğal olarak… Olay duruldu. Kapıdaki polis koşarak, beraberinde birkaç polis ile birlikte bizim yanımıza geldi;

“İşte amirim, bütün olayı bunlar tezgahladı” dedi bizim yeni gelen iki arkadaşı göstererek ve apar topar onları alıp götürdüler. Sonradan öğreniyoruz akşama kadar bunları nezarette tutmuşlar, yakalanan diğer kavgacıların “bunların olayla hiçbir ilgisi yok, bunlar yeni öğrenciler” demesi üzerine akşam bizimkileri serbest bırakmışlar.

O günden sonra anladık ki;

Sabahları okula gelince çok kişiyle selamlaşmayacaksın. Sabah sohbetlerine son vereceksin. Kapıya yakın durmayacaksın. Atkını dışarıda çözüp içeri öyle gireceksin.

Sene 1977 artık ikinci sınıfa geçmişiz üniversite’de… Bir toplantı yapılmış büyük amfide ve ertesi gün yürüyüş olacak, yürüyüş Beyazıt’tan başlayıp boğaziçi köprüsünden yürüyerek karşıya geçerek bitecek, falan filan… Okuldan çıktım eve döneceğim. Arkamızdan mermi sıkılmaya başladı aniden, bir tanesi yanımdaki kaldırımdan sekti sağda parketmiş duran kamyonun altına kendimi zor attım. Attım atmasına ama kamyonun altı olduğu gibi çamurdu, kurşun sesleri ve bağırış çağırışlar bittikten sonra çıktım kamyonun altından, yüzüm dahil önüm komple çamurdu. Bu durumda bir otobüse binemezdim. Param da yoktu zaten ve Beyazıt’tan Fındıkzade’ye kadar bu vaziyette yürüdüm milletin şaşkın bakışları altında… Durdurup soranlara “Ayağım kaydı düştüm” dedim, “binsene oğlum birşeye” diyenlere de “bu vaziyette arabayı kirletirim, zaten neredeyse eve yaklaştım, sağolun” dedim.

O zamanlar babam bana haftalık olarak belli bir harçlık verirdi, hafta başında okuldan arkadaşlar ile olağandışı bir etkinlik de bulunursam param biter ve bir daha ki haftaya kadar okula dediğim güzergahta yayan gidip gelirdim zaten…

Yine aynı seneler okulun karşı tarafında caddeyi geçince soksk içinde Platin Bilardo Salonu vardı, biz genelde oraya giderdik. Bir gün yine oturduk orada sohbet ediyoruz. Yer bodrum katı olduğu için pencereler yukarda yer hizasındaydı, geçenlerin ancak bacaklarını görürdük. Biz çayımızı yudumlarken, birden camlar kırıldı ve arkasından içeriye bir kurşun yağmuru başladı, o günde kendimi masanın altına attım ve o tahta masa beni kurtardı.

Sene 1978… Ana kapıdan Üniversiteye girmek üzere yürüyorum, okulun kapısına gelmeden merdivenler var onları çıkıyoruz 2 arkadaşımla beraber… Önce kurşun sesleri kapladı meydanı…Kulaklarımızı sağır eden bir patlama ile yattık merdivenlerin üstüne… Yine bağırışlar ama bu sefer arkasından çığlıklar ve sonrasında inlemeler… 7 kişi ölmüştü 40-50 yaralı vardı, kafamızı yerden kaldırdığımızda şoka girdik meydan kan gölüydü… 3 gün doğru dürüst yemek yiyememiştim. Arkadaşlarımla şükretmiştik, bizi buraya 2 dakika geciktiren hangi olaydı diye düşünmüştük. Belki de okula doğru giderken pencereden bakan Müzeyyen teyze’nin bana “Okul nasıl gidiyor” diye sorması ve onunla bir müddet sohbet etmemiz, belki bindiğim otobüsün bir durakta kalabalıktan 2 dakika daha fazla durması. Belki arkadaşlar ile kapıda buluşmak yerine, karşıdaki muhallebicide buluşmamız, belki çözülen ayakkabı bağımı yere yere çömelip yeniden bağlamam…

Bizi kurtarmıştı…

İşte yüzlerce kötü anıdan sadece birkaçı…

Fikirlerin meşru zeminlerde savunulması, silahın gereksizliği doğru olan ama o devir böylesine bir devirdi işte… Bir kavga bir gürültü… Dört senelik okulu altı senede bitirdik ve bir ihtilal daha gördük o arada… Bizim idolümüz “Deniz” di. O kimseye belki bir fiske bile vurmamış ve tabii ki kimseyi de öldürmemişti. Fikirleri ile arkadaşları ile vatanını korumaya çalışıyordu. Atatürk gibi hakiki bir anti-emperyalistti. Ülkenin bağımsızlığı onlar için herşeyin üstündeydi ve onlar birer yurtsever idi… Savunmaların da ;

“Gerçekler örtülmek isteniyor. Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun İstiklal-i tam prensibini, ve onun istiklal-i tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz.”

“Bütün eski idarecilerin suçu bize yükletilmek istenmektedir. Türkiye’nin bağımsızlığından başka hiçbir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk. Varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik”

“101 tane Amerikan üssünün bulunduğu ülkede bizim milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz gülünç olmaktadır. Milyon metrekare vatan toprağı işgal altındayken bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür”

“Türkiye’nin bağımsızlğından başka bir şey istemedik. Ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün. Ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armğan etmekten onur duyuyorum. Bu bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz”

…demişlerdi.

Şimdiki gençlerin bir fikir ve idealleri bile yok ne yazık ki…

Biz vatanı nasıl kurtarabiliriz diye sohbet eder, kitaplar okurduk. Gösteriler, yürüyüşler düzenler, bozuk düzene bir şekilde karşı koymaya çalışırdık. Hala da gençlere güzel bir gelecek bırakabilmek için çeşitli şekillerde mücadelemizi sürdürüyoruz. Ama bugünkü gençlik sadece “FEST” ler düzenliyor, konserlere gidiyor, ellerinde cep telefonları SMS’leşiyorlar, Türkçe’yi unutmuş görünüyorlar, onun yerine ucube bir dille ve kısıtlı bir kelimeler topluluğu eşliğinde birbirleri ile iletişim kuruyorlar. Vatan’ın toprakları, stratejik noktaları ve şirketleri AB’ye girme uğruna düşmana satılıyormuş, kimin umurunda…

Paralı, zengin çocukları özel üniversitelerde okuyup özel eğitim alıyor, geceleri ise Laila ve Reina’da ikamet ediyorlar; “birşeyler olursa nasıl yurtdışına kaçarız? “Hangi ülkede ev almalı?” “Paranın ne kadarı, hangi İsviçre bankasında?” diye gece klüplerinde, içki şişelerinin dibine dibine vurarak sohbetler yapıyorlar ve gecenin bir ortasında hep beraber ayağa kalkıp “Haydi laikliğin şerefine” diye kadeh kaldırıyorlar.

“Allah topunuzun belasını versin” deyip ayağa kalkan ve orayı terkeden kişinin arkasından ise öylesine anlamsız bir yüz ifadesiyle, tabiri caizse “bön bön” bakıyorlar.

Kızlardan biri “Nooldu yaaa? Annamadııım” diyen diğer kıza şöyle diyor, giden adamın arkasından;

“Walla adam birdenbire manyadı, Jey-Bi’yi biraz fazla kaçırdı herıld”

Neredesiniz gençlik?

Üzerinize doğru gelen ayak seslerini duyuyor musunuz?

Reha Ersavcı