Zihin, diğer faktörleri ve bileşenlerinin yanında, daha çok ve ağırlıklı olarak beynin ürünüdür. Zihin ne kadar özgür ve karartılmamış, edinilen bilgiler ne kadar doğru, akıl ne kadar sağlıklı ve zekâ ne denli işlekse erişilecek çıkarımlamalar da o kadar doğru ve gerçekçi olacaktır. Ama zihin, büyük ölçüde beynin ürünü ve eseri olmasına karşın bir bakıma da ondan bağımsızdır. Onun olanaklarını, fiziksel veya mekanik tüm düzeneğiyle altyapısını sürekli kullanmaya devam etse de kendi başınadır. Ancak, başka birtakım şeylerden bağımsız ve kendi başına olması, özgür olabileceği anlamına gelmez.
Bu arada bizim gündelik yaşamımızı nasıl sürdürdüğümüze ve ruhsal oluşumumuzda nelerin öncelikli olduğuna bağlı olarak zihin de kendi varoluş matriksini belirler, kabullenir, ona bağlanır ve işlevini bu koşullanma içerisinde inatla sürdürmeye çalışır. Öyle ki, ne kadar katı ve kararlıysa; kendisine sürekli olarak beyinden gelen yeni bilgileri (beyin onları ne denli ‘yorumsuz’ gönderse de) kendi mevcut format ve matriksine uygun olarak, istediği gibi depolar, istediğine önem ve değer verir; istemediği, veya koşullanmışlığına göre beğenmediğini genellikle ‘değersiz’ bilgilerin olduğu safra veya çöplük bölümüne atar; kimi zamansa onlara ‘önemsiz ayrıntılar’ muamelesi yapar. Bazen onlarla kontaktı sağlayacak açık dosyası veya açık kanalı bile olmayabilir. Bu, cehaletin veya yetersizliğinin yanında koşullanmışlığına, hattâ katılığına da bağlı olabilir.
Kabaca şöyle de söylenebilir. Zihin bireysel ya da kişisel olan yanımızdır. Çünkü onu kendi kısıtlı olanaklarımızla, sınırlı bilgimiz, kişisel duygu ve özlemlerimizle, bize öğretilenlerle ve daha pekçok çevresel faktör ve etkenle birlikte kendimiz ürettik, oluşturduk. Halen de her an oluşumu ve değişimi sürüp gitmektedir. Bilinç ise, ruhun da dahil olduğu daha süptil varoluş unsurlarının en önemli tanrısal parçasıdır. Tüm galaksileri ve sistemleri ile görünürdeki fiziksel ve maddesel evren nasıl olağanüstü bir hızla bir yerden bir yere doğru sürekli bir hareket ve genişleme halinde ise; bilinç de kaynağı tanrısal olup, bize emanet edilmiş veya bahşedilmiş olan, gerçek insanlığımızı oluşturan temel unsurdur; varoluşumuzun nedeni ve en temel gerçekliğimizdir. Deneyimleyemeyenin farkında olamayacağı temel cevherimiz, her türlü gelişimimizin ana maddesi, kozmik enerjinin bizdeki parçası ve yansımasıdır.
Düşünceniz özgürse gelen yeni veriler aslâ koşullanma nedeni olmaz, çünkü özgür düşünce durağan ve kalıplaşmış değildir; ama özgür değilse her düşünce yeni bir koşullanmaya neden olabilir. Özgür olmayan ve koşullu zihni temel alan sıradan düşünce dünü sürdürür, onun izlerini taşır, ona dayanır; ve en önemlisi yarınınızı da koşullandırır. Doğal olarak geçmişin sonucu ve ona bağlı olan eylem ve edimler de özgür olamaz. Özgür olmayan düşünce, eylem ve edimlerle de doğruyu bulamazsınız, gerçeğe yaklaşamazsınız. Nedeni, bütün bu süreçte bilincin eksik olmasıdır. Eylem ve edimlerinizin niteliğini belirleyen de, içsel enerjinizi harekete geçiren de bilinçtir. Örneğin herkes yoga yaptığını, reiki ile uğraştığını, feng shui uyguladığını… sanabilir. Acaba bunların ne kadarı gerçekten gerçektir. İçinde doğru aklı ve bilinci barındırıyorsa, kaynağı sevgi ve tanrısallıksa tabii ki hepsi; ama bunlar yoksa veya eksikse hiçbiri. O zaman sadece basit bir germe-esneme, biraz konsantrasyon, yüzeysel denge ve disiplin çalışması; birilerine sözde enerji gönderme aldatmacası ve basit masaj; veya mekân düzenleme… gibi şeyler olup çıkarlar. Tabii ortalıkta yoga, reiki ya da feng shui adına yapılan onca yanlışlığı ve aldatmacayı, çıkarcılığı gördüğümüz için bunları yazıyoruz. Bu konuların gerçek ustalarını bulabilmek öylesine zor ki, bizdeyse ortalık bunlardan geçilmiyor.
Fiziksel bedenden ayrıldıktan sonra varlığını sürdürecek olan tanrısal cevher de bilinçtir. Çünkü o temel varoluş unsurudur, kozmosla ve tanrısallıkla bağlantımızdır. Dinlerin büyük çoğunluğu sürekli olarak ruh ve bilinç kavramlarını karıştırmışlardır. Oysa ki ruh dahi bir süre sonra çözülmeye uğrar, çünkü o çok farklı şeylerin bileşimidir; bir etkileşim ve oluşumdur. Bileşenlerinin miktarı, ağırlığı, kalitesi ve etkileri farklı olabilir; yani o yarı-sentetiktir; çevreden, eğitimden, kültürel geçmişten, genetik ve kalıtımdan, hattâ beslenme koşullarıyla varsıllık ve yoksulluktan dahi etkilenir. Zihin, akıl, hafıza, zekâ, irade… ve tüm fonksiyonlarıyla beyin…, bütün bunlar ruhu etkiler ve ondan da etkilenirler. Bu etkiler zamana ve koşullara bağlı olarak değişebileceği gibi, bu etkileşimlerden ortaya çıkacak sonuçlar da değişebilir; izlenimler de çıkarımlamalar da farklılaşabilir. Bu arada ruhsal gelişmişlik ve dayanıklılığın az veya çok oranda geçmiş yaşamlarla da ilgili olduğunu yeri gelmişken belirtmeliyiz.
Bazılarımızda inanç dünyamızı bilgi dünyamızdan ayırma ve onu farklı bir yere koyma eğilimi vardır. Bazıları bunu akılcılaştırma yoluyla yaptıklarını sanırlar, ama asıl aldatmaca budur. Örneklersek, herhangi bir dinin veya inancın mensubu olarak ondaki bir takım akıl ve mantıkdışılıkları “canım o işin inanç boyutu; öyle inanılmış öyle gidiyor. Din işlerini ayırmak lâzım, fazla kurcalamayalım” yaklaşımıyla güya halının altına süpürmek doğru birşey olabilir mi? İşte böyle yaparak kiri, tozu zihnimizin biryerlerinde sürekli biriktiriyoruz; zamanla da onları benimsiyoruz, tabu kabul ediyor, hiç eleştirmiyoruz. O zaman da zihinsel yozlaşmamız olduğu gibi duruyor, onlardan arınamıyoruz. Yani din adına, inanç adına bir aldatmacadır gidiyor. Daha da tehlikelisi kimilerimiz bunları akılcı hâle getirmeye zorluyor, zorlanıyoruz ki bu da zamanla bütün zihinsel fonksiyonlarımızın olumsuz etkilenmelerine, hattâ hasar görmelerine neden oluyor. İnancın yerine akıl ve bilimi koyamadıkça olacak olan her zaman budur.
Basmakalıp ibadetlerle insan hiçbir zaman yenilenemez, tazelenemez, özgürleşemez; o vakit de yeniliklere ve yeni gerçekliklere açık olamaz; doğruları bulabilmek bir yana onların peşinde bile olamaz; çünkü böyle bir amacı yoktur, öylesi bir amaç çoktan yokedilmiştir. Örneğin bilinç esaslı dindarlığı stoklayamaz, koleksiyonunu yapamaz, saklayamazsınız. Onun her an yeniden ve taptaze yaşanması gerekir. Dindarlık şimdi’ye aittir, geleceğe uzanır. Halbuki zihin esaslı dinsellik geçmişin depolanmasına ve biriktirilmesine dayanır, üstelik buna çok da müsaittir. Çünkü zihin yapısı ve karakteri itibarıyle geçmişe bağlıdır, sürekli hesap yapar, çıkar gözetir, bencildir. Dinsellikte bakkal hesabı gibi sevap/günah sayarsınız. Dindarlıksa öyle basit aritmetiksel hesapların ötesinde ve farkındalık içerisinde, bütün bir yaşamı gözeten evrensel bir olma hâlidir.
Dinselin periyodik, belirli sürelere bağlı ve sürekli yinelenen yapay ibadetleri vardır. Dindarınsa bütün yaşamı doğal ibadettir, onun için önemli olan erdem ve bilgeliktir… Bu nedenledir ki dinsel olanın tipik duyguları, ibadetini aksatma endişesi ve buna bağlı bilinçsiz korku, doyumsuzluk, kıskançlık, kendini bir makama beğendirmek için sürekli yarış; dindarın belirleyici duyguları ise dinginlik, hoşgörü ve bilinçli özgürlüktür. Zaten bunlar olmadıkça gelişime açık, bilge ve erdemli olunamıyor; ve daha yüksek oluşumlara erişebilme potansiyeli kullanılamıyor, doğru karma oluşturulamıyor. Karanlık, yozluk, yobazlık aydınlık bilinçleri etkileyemiyor; ama sıradan zihinler üzerinde her zaman etkin olabiliyorlar.
Bilincin öncelikle korunması, bir sonraki aşamada tozdan-kirden arındırılması, nihayetinde gelişiminin önündeki engellerin kaldırılması için aslâ tek bir çalışma yeterli değildir; aksine ‘müşterek çalışmalar’ gereklidir. Birkaçını sıralayalım, gerisi size kalmıştır: Meditasyon, yoga türleri, tantra, Zen, Taoculuk, sufîlik, tai c’hi, qigong, doğru reiki, gerçek feng shui… ve pekçok sanatsal etkinlik… Herkes ne kadarını uygulayabilir, nereye kadar gidebilirse…
Dinsellikte ancak katılaşıp ‘koyulaşabilir’ ve koyulaştıkça geriye gidersiniz; dindarlıkta ise sadece ‘aydınlanabilir’ ve aydınlanmanız ölçüsünde sürekli ileriye gider, ‘bir olmaya’ başlar veya o süreçte devam edersiniz. Dinsel olan törenselliklere, seremonilere, yani ne denli şekilsellik varsa onlara meraklı hattâ düşkündür. Onları büyük görev bilir. Dindar olanınsa ışığı içeridedir. Burada ilkinin ne sakıncası olduğu sorulabilir. Sakıncası şekilselliklerin giderek aşırı önemsenir hâle gelmesi ve zamanla ‘amacın yerine geçmesi’dir. Yerine getirilmemeleri eksiklik, özür, kusur; giderek kabahat ve derken günah haline gelir. Hattâ işin içinde ‘dinden çıkmak’ ve bunun sonunda ‘azap’ da vardır. Ne kadar korkutucu değil mi? İşte böylece kaçınılmaz olarak aracın önce amacın önüne geçmesi, daha sonra da onun tamamen amaç olması süreci yaşanıyor. Bu süreç de ruhsal gelişimin önüne ciddi bir engel olup çıkıyor. Yani ahlâk’ı koruyacağı varsayılan kuralların ve biçimselliklerin kendisi ahlâk’ın yerine geçmiş oluyor. Düşünebiliyor musunuz, o ibadet saatlerini kaçırmamak, vakit atlamamak için insanlar nelere katlanıyorlar… Ama bunların önemli bir kısmının toplumun yerleşik değer yargılarıyla uyum içinde olma veya bu uygulamalarla toplumsal saygınlık kazanma amacıyla, hattâ son yıllarda birilerinin gözüne girme amacıyla yapıldıklarını bilmeyenimiz yoktur. O zaman hem eylem çirkinleşiyor hem de uygulayıcısı kişiliğinden birşeyler vermiş oluyor. Siyasal iktidara göre veya çalıştığı yerdeki âmirlerin dinselliğine uygun olarak camiye, mescide giden; karısının başını örtüp açan; hattâ daha önce hiç yapmadığı halde kurban kesip hacca-umreye giden; bütün bunları da etrafına gösterip anlatan, adeta reklamını yapan riyakârlar son zamanlarda fazlasıyla artmış durumda…
Peki, saf akıl sizi bütünün algılanmasına götürebilir mi? Hayır; çünkü kendisi başka bir şeyin işleyen parçasıdır. Yanında zihin, bilgiler (hafıza), duyular, düşünce ve zekâ olmadan kendi başına işlev göremeyen bir araç, doğal olarak tek başına Bütün’ü kavramaktan da âcizdir. Hattâ bırakın Bütün’ü kavramayı, süreci anlayamayacağı için yöntemini de tek başına belirleyemez. Çünkü sorgulayabilmek için de, incelemek ve araştırabilmek için de, muhakeme edip çözümleme yapabilmek, çıkarımlamalara (sonuca varma) erişebilmek için de yukarıdaki diğer unsurların mevcut olmaları gerekir. Kaldı ki iş muhakemeye gelince, yukarıda sayılan unsurlar arasında akıldan sonra en önemli görev zekâ’ya düşer. Yani tek başına bilgilerin toplanıp depolanmış olması da, aklın varlığı da yeterli değildir. Onları işleme kapasitesi de çok önemli ama, bunların tümü hazır ve koşullanmış, yönlenmiş, önyargılı bilgi olduğu ve üstelik artık ‘geçmişin bilgisi’ olduğu için gerçeğe erişebilmede yetersizdir. Tabii bu arada beyin gibi mekanik bir unsurun (elemanın) doğru çalıştığını varsayıyoruz.
Zihnin oldukça önemli ve tipik bir özelliği de doğrusal zamanı izlemesi ama sürekli olarak geçmişe bağlı olmasıdır. Zaten iç disiplinini de bir ölçüde buna borçludur. Öte yandan bu disiplin onun dağılıp gitmesini; zaman zaman ve yer yer bozulmalar gösterse de, özgür ve esnek olmadığından hayatiyetini daha kolay sürdürebilmesini sağlamıştır. O nedenledir ki zihnin temel korkusu bilinmeyenden çok halihazırda bilinmekte olanın yitirilmesindendir. Sıradan zihnin kendisi bağımlı olduğundan, onu öne çıkaran kişi de bağlı ve bağımlı olmayı ister. Bu da kaçınılmaz olarak tutucu nitelikteki bağımlılık ve bağlanma duygusunu yaratır ve körükler. Bunun bir sonraki aşaması da korku sürecidir.
Esasen koşullu ve doğrusal-kronolojik zamanla sınırlı bir düzeneğin, zamanın ötesinde olanı veya zaman boyutuyla bağımlı olmayanı görebilmesi ve kavrayabilmesi beklenmemelidir. Gerek geçmişle yaşayan, gerekse de gelecek takıntısı olan bir sistem şimdi’yi yakalayamaz. Özetlersek, hem koşullu olan, hem de zamanın üretimi olan zihin, zaman ötesini veya zamansız olanı algılayamayacaktır.
Hüküm vermeden izleyebilen bir zihin kıyaslama ve yargılama yapmayan bir zihin… başlangıç için ideal zihindir, anlayabilen zihindir. Ama ona erişmek çabasız mümkün olmaz ve mutlaka bilincin önderliğini gerektirir.
Çevremizdeki her şey sonsuz bir gelişim ve değişim halinde iken, maddî olup da sürekli varolmayı sürdürebilen hiçbir şeyin mevcut olmadığı bilinirken; herşey doğuş, gelişme, çözülme ve yanılarak “yok olma” dediğimiz o ad ve biçim değiştirme sürecini kaçınılmaz olarak yaşamak zorunda iken; gerçekten kutsal ve kalıcı olanı bütün bu gelip geçici şeylerin yardımıyla ya da onlar sayesinde bulabileceğimizi mi sanıyoruz? Acaba duyularınızla, zihinle, akılla ve zekâyla ya da bütün bunların ilişkisiyle, türevleriyle (düşünce, akıl yürütme, bilgelik, irade ve en önemlisi de bilincinizin kalitesi) ve onlardan elde edilebilecek çıkarımlamalarınızla neyi ve ne kadar bulabileceksiniz?… Acaba akıl, düşünce ve diğerleri ile bulunamayacak olan bir şeyi mi arıyoruz… Peki, arıyorsak ve onlarla bulunamıyorsa, onlar olmaksızın bulunabilir mi? Bunun yanıtı (ki ona artık ne kadar yanıt denilebilirse), yaşamın dışında kalmaksızın, ancak bütün bunların ötesindeki bambaşka bir şeye ulaşmayı ve onunla yola devam edebilmeyi gerektiriyor. Yani yaşarken, burada, şimdi ve her türlü koşullanmışlığın dışında ve ötesinde ne olabilir ki? Geriye bir tek şey kalıyor: Meditasyon. O zaman demek ki öyle arada bir oturmak değil de, tüm bir yaşamı meditasyona dönüştürmek gerekiyor.
Zihnin hep belirli kalıplarla düşünmek istemesi ve tutucu olması, doğasının ve genel karakterinin yanında işletim düzeneğinin basit ve kolaycı olmasının da doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur.
Bir insanın zihnini denetlemek, kontrol etmek, etkilemek istiyorsanız; öncelikle o, siz ya da yandaşlarınız tarafından ‘biçimlendirilmeli’, sonra da ona hoş ve doğru gelecek şekilde övülüp yüceltilirken aynı şekilde koşullandırmaya devam edilmelidir. Aksi halde direnç görmeniz kaçınılmazdır. Öte yandan amacına ulaşabilmesi için güdümlü zihnin elinde başka olanaklar da vardır. Bunlar; doğrusal zaman, gelenekler ve dinsel tutumlar ile hedefler ve ideallerdir.
Yani ancak birtakım kalıplarla varolabilen zihin, kendi varlığını sürdürebilmek için de o kalıpları kullanmak ve bu koşullanmışlıkla önyargılarını oluşturmak zorundadır. O hep geçmişe bağlıdır ve geleceği de öyle tasarlama çabasındadır. Sürekli yorumlama yapmaya çalışır, bu nedenle de bir türlü sessiz olamaz. Umutlarla-umutsuzluklarla, düşler ve hayallerle, ama hep bir gürültü-patırtı içerisindedir. Varlığını sürdürebilmesi ya da etkin olabilmesi için hep bu koşulların ya da bir başka deyişle böylesi bir karmaşanın sürmesi gerekir. Koşullar onun istediği gibi olduğu sürece sizi yönetebilir. Yani sıradan zihin bir bakıma yaban atı gibidir; ancak onu sakinleştirebilir, ehlileştirebilirseniz, bu defa da siz onu yönetebilirsiniz.
Bu nedenledir ki onun etkilerinden kurtulmanın iki yolu vardır. Ya olabildiğince derinlerine inerek tüm gizemini ortaya çıkaracaksınız; ya da onu kendi haline bırakarak ondan sıyrılacak ve uzaklaşacaksınız, yani umursamayarak kurtulacaksınız. Sufîlerin genellikle birinci yolu, Zen izdeşlerininse ikinci yolu tercih ettiklerini görüyoruz. Unutmayın, zihni yok edemezsiniz; çünkü o sizin önemli bir parçanız, onsuz yapamazsınız, o bir gerekliliktir. Yapılması gereken, sizi ele geçirmesine engel olmaktır. Yani bu süreçte parça, bütünü yönetmemelidir.
Zihin hakkında unutulmaması gereken bir husus da, onun, egonun çıkış noktası (kaynağı) ve en temel dayanağı olmasıdır.
Bir defa sizden önünüze konulan dini, mezhebi veya inancı tartışmasız kabul etmeniz isteniyor. Sonraki herşey de bu kabullerin üzerine oturtuluyor. Şimdi sizce bu akılcı mı, mantıklı mı, bilinçlilik mi; gerçekten zekî olan bir insanın izleyeceği yol bu mu olmalıdır?
İnançlarınız sizi daha ne kadar birbirinizden ve büyük insanlık ailesinden ayırmaya ve ayrıştırmaya devam edecektir? Çözüm diye önünüze konulan, en doğru ve en hayırlı yoldur diye dayatılan şeyi nedenleri ve sonuçlarını da birlikte değerlendirerek eleştirel aklın terazisine vurmayacak mısınız? Bu konuda analitik veya diyalektik mantık kullanmanız neden yasaklanıyor, bunu hiç düşündünüz mü? Sakın bunun ardında fiziksel ve zihinsel bir sömürü olmasın? Önce sizi ayrıştıranlar, inançsal bakımdan kamplara bölenler, daha sonra kalkıp insanlıktan, kardeşlikten ve tanrıdan nasıl sözedebiliyorlar; onlar böyle söylüyor da siz onlara nasıl inanabiliyorsunuz? Halbuki organize dinlerin yanında putperestler, totemciler, doğadaki bir takım cisimlere ve varlıklara tapanlar… ne kadar masummuşlar… Hiç değilse onlar uydurulmuş daha büyük hurafelerin peşinde koşmuyorlar; uydursalar da kendileri uyduruyorlardı.
Oysa ki din, sevginin kendisi olmalıdır, ayrımcı değil birleştirici olmalıdır; farklı görüştekileri aşağılık ya da en azından değersiz kabul etme, sonunda onları yoketme Tanrı’nın emri olamaz. Yaşayanları ve tüm canlıları o tek ve bölünmez olan yaşamın doğal bir parçası kabul etmeyen din, din değildir. Öylesine şefkatten yoksun bir anlayışa sahip olduktan sonra tanrıyı ne kadar arasanız da hâlâ bulabileceğinizi mi sanıyorsunuz? O zaman tanrı fikri bütün bu tür inananlar için yaşamın gerçekliklerinden kaçış olur. Hem de önce kendinizden, sonra tanrısallıktan ve nihayetinde Tanrı’dan kaçış olur.
Sonuç olarak, koşullanmış bir zihinle, bunca sınırlama ve yapaylıkla Tanrı’yı bulamayacağınızı idrak etmedikçe, hiçbir şeye erişemezsiniz. Çünkü tanrısallık peşin hükümlerle ulaşılabilecek kadar basit ya da üstünkörü birşey değildir. Önce her türlü koşullanmışlığınızdan arınmak ve sonra da bilinmeyene açık olmak gerekir. Size bu dayatmalarda bulunanların tanrısallık adına hiçbir şey bilmediklerine emin olunuz. Biraz olsun bilselerdi ve içlerinde gerçekten tanrısallığa saygı olsaydı böyle sıradan ve basit şeyler yapmazlardı. Zaten o nedenledir ki herşeyi yaratan tanrıyı, herhalde mahçubiyetlerinden olsa gerek, yaşamın dışına çıkarıp o sanal cennetin yedinci katının en üst katmanına yerleştirirler ki, asıl ve en büyük küfür de budur. Yani tanrıyı önce tanımlamak, sonra kişiselleştirmek, sonra da onu adetâ boyutlandırmaya kalkarak bilinen evrenin dışında bir yerlere yerleştirmek; ve ona sadece gözetleme-denetleme-ödüllendirme-cezalandırma gibi ancak yetersiz aklın tasvir edebileceği türden işlevler yüklemek… en büyük günahlar olsa olsa işte bunlardır…
Bir de lütfen şöyle düşününüz: Herhangi bir biçimde inandırıldığınız şeyi gerçekten bilmek ister misiniz? Sonunda farklı bir şeyle karşılaşma olasılığı ve şüphesi sizi hep korkutacak, ya da en azından ürkütecektir. İşte bu ruhsal durum dahi sizi inançlarınızı sorgulamaktan ve gerçekliği aramaktan vazgeçirecektir. Çünkü arkaplanda korkular öylece çöreklenmiş durmaktadır. Ama bu esasında benimsediğiniz yapay inancı koruma yöntemidir; gerçekteyse gittikçe tanrısallıktan uzaklaştığınızı gösterir. Tanrı adına savaştığını söyleyenler de tarih boyunca bundan farklı birşey yapmamışlardır. Onlara göre tanrının buyruğu öyledir ve tanrı hep onların yanındadır… Sanki farklı görüştekiler hep onlar tarafından ezilmek, yönetilmek, hattâ gerekirse yokedilmek için yaratılmışlardır, kim tarafından; peki sözde kendi inançlarına göre de herşeyi yaratan yine o aynı tanrı değil miydi; o halde neden böyle birşey yapmış olsun? Ama onlar karşı tarafın tanrısını da tanrısallığını da hiç umursamazlar. Portekizliler ve ispanyollar Güney Amerika’yı talan edip oranın insanlarını topluca öldürürken de böyle söylüyorlardı; haçlı seferlerinin mantığı da buydu; islam adına sırasıyla putperestler, yahudiler, hristiyanlar ve soykırım derecesinde de türkler öldürülürken gerekçe hep buydu. Her iki dünya savaşında bu kez milletler ve milliyetler adına benzer şeyler söylendi. Fransızlar ve italyanlar afrikalıları; amerikalılar önce kızılderilileri, sonra vietnamlıları bugün ıraklıları öldürürken de gerekçeleri hep bunlara benzer şeyler olmuştur. Daha sayılamayacak kadar çok örnek verilebilir. Tanrı kavramı ve tanrısallık öldürüşmeye gerekçe olabilir mi demeyin, sahteyse ya da göstermelikse, gerçekte çıkarcılık ön plandaysa pekalâ olur ve oluyor da…
Kısacası zihnin zincirleri kırılmadan temel bir dönüşüm, gelişim ve aydınlanma mümkün değildir. Çünkü arzuları, özlemleri ve tutkuları orası yaratır; hattâ doyumsuzlukları, endişeleri ve korkuları da. Zihin olmadan geçmişte yaşayamaz, geleceğin peşine de takılamazsınız. ‘Düşler ülkenizi’ oluşturan da odur. Bu nedenle koşullanmış zihin ayrımcı ve ayrıştırıcı, bilinç ise bütünsel ve birleştiricidir.
Zihnin en karakteristik özelliklerinden birisi de onun, doğrusal zamanın bir ürünü olmasıdır. Bu nedenle o, sürekliliği olmayan ve her an tazelenen ‘doğru’yu, gerçeği tek başına bulabilme yeteneğine sahip değildir. Yargılarla ve önyargılarla işleyen, zamanla bağımlı böyle bir düzeneğin bu nedenle hakikate kendi başına ulaşabilme olanağı yoktur. ‘Ben’ ve ‘benlik’ duygusu zihne bağımlı olduğundan (zaten başka türlü var olamazlar), zihninizin bir bütün olarak nasıl çalıştığını bilemedikçe ve onu doğru gözlemlemedikçe ego’yu da doğru anlayamazsınız. Bu süreç açığa çıkarıldığında artık onun muhakeme biçimini, hırs, kıskançlık, doyumsuzluk, korku ve tutkularını… vb. de çözmüş olursunuz. Ancak o vakit içsel bir devrim olanağı ortaya çıkmış olur. Bugün için çağdaş insanın, yeni insanın ihtiyacı da işte budur. Dünyayı dönüştürecek olan şeye de ancak buradan başlanabilecektir.
Tekrar ediyoruz; zihin aslâ aşağılanmamalıdır. Çünkü o gerekli ve vazgeçilemez bir mekanizmadır. Ancak bağlanılmamalı, kalitesi sürekli artırılmalı ve arındırılmalı, rafine edilmelidir. Çünkü toplama bir düzenektir. Temizliği, bakımı ve onarımı yapılabilir; yeniden çekidüzen verilebilir; üzerinde hakimiyet tesis edilirse istenç’le (irade) yönlendirilebilir de. Onunla özdeşleşmediğiniz sürece, onun mu size, yoksa sizin mi ona üstünlük sağlayacağınız henüz belli değildir. Burası belki size daha önce bu biçimde anlatılmamış olabilir. Ama belki de anlatılmıştır. Örneğin, “Bir ben vardır bende, benden içeru!” denilerek… Çoğu zaman okuyor, beğenimizi ifade edip geçiyoruz ama buradaki ilk ‘ben’ zihin, ikincisi ise bilinçtir.
Budha zihni, Mevlânâ zihni, Einstein zihni… sıradan zihinlerden elbette ki çok farklıdırlar. Ama bir de Buda bilincini ve Mevlânâ bilincini düşünebilirseniz, aradaki muazzam farkı kısmen de olsa tahayyül edebilirsiniz.
Zihninin işlem sürecini anlayabilen, içsel devrime adım atabilecek duruma ve konuma gelebilmiş demektir. Çünkü artık sürekli ve sağlıklı bir zihin-akıl-bilinç işbirliği mümkün olabilecektir. Ancak bunların herhangi birisinde işlev bozukluğu varsa, benlikten kurtulmayla başlaması gereken o tanrısal merkeze yolculuk bir türlü gerçekleşemez. Öylesi bir durumda, gerçeğe değil de ancak düşler ülkesine sanal bir yolculuk yapılabilir; bu da hiçbir gelişim sağlamadığı gibi, hiçbir şeyi de olumlu yönde değiştiremez; yani yanılgılar belki farklı bir dozda, ama esas olarak yine eskiden olduğu gibi sürüp gidecek demektir. Çünkü esasa nüfuz edemeyen basit şekilsel tadilâtlar hiçbir işe yaramayacaktır. Nihayetinde belki topluma ya da onun bir kesimine biraz daha uyum sağlamış olabilirsiniz, ama ‘gerçek-kendi’nize aslâ. Zaten yorgun ve bulanık bir zihinle gerçeği bulmanın olanağı da yoktur. Gerçeği bulamayan zihnin tanrısallığa erişebilmesi de doğal olarak mümkün olamaz. Bu bir bakıma gerçekten kaçıştır; o bir türlü yenilemeyen ve alt edilemeyen korkunun ta kendisidir.
Zihin, tek başına olduğunda sadece ‘bilinen’in ve ‘doğrusal zaman’ın ürünüdür; yıllardır toplanmış olan fiziksel ve ruhsal birikimlerin sonucudur, o nedenle de sadece toplanmış olanlarla sınırlıdır ve kendi kendini yenileyebilme, geliştirebilme yeteneğinden yoksundur. Bu durumda tabii ki “zihin ağırlıklı düşünce” de kaçınılmaz olarak çok eksik, sınırlı ve yanıltıcı olacaktır.
O nedenledir ki “bilgi neden aydınlanma için yeterli değildir” sorusu çok eski dönemlerden beri sürekli sorulmuştur. Bu soruya Zen ve sufîlik hemen hemen aynı yanıtları vermişler, hattâ bilgiye güvenmenin aydınlanma yolunda en büyük engel olduğundan sıkça sözetmişlerdir. Bu şaşırtıcı yanıtların en özlülerinden birisi de çağdaşımız Osho’ya ait olup şöyle çevirebiliriz:
“En büyük aldatıcı güç bilgidir. Bilgi insanların kurnaz, ikiyüzlü ve bencil olmalarına neden olur; onları herşeyi, bu arada gerçeği ve yolu bildiklerini sanma yanılgısına sürükler. Bu yüzden yaşamı boşlayabilirler. Bilgiyle yüklü olanlar gerçekle pek çok kez karşı karşıya gelirler; ama zihinlerinin dolu olması onları körleştirmiştir, göremezler.” [Osho, “The Perfect Master”]
Ancak arındırılarak kalitesi artırılabilmiş ve düzgün işleyen bir zihin, bilinci ve bilinçsel süreci daha doğru algılayabilecek bir gelişmişliğe erişebilir. Tekâmül dediğimiz şey zaten bir anlamda zihnin ve zihinsel faaliyetlerin de doğru yönde gelişimi değil midir? Böyle bir gelişim doğru bakış, doğru görme, doğruyu bilebilme ve doğru algılama…, derken kaçınılmaz olarak farkındalıktaki artışla sürdürülebilecektir. Bu nedenledir ki birimizin görebildiğini diğerimiz göremiyor, birinin hissedebildiğini, doğru algılayabildiğini diğerleri bazen hiç farkedemiyor bile… Yani bir yerde duyarlılığımız bile gelişmişliğimize bağlı değil midir? Tabii böyle olunca her türden nitelemelerimizin de farklılaşması doğal oluyor. Çünkü bilgimiz farklı; duyarlılığımız, koşullanmışlığımız, algılarımız ve beklentilerimiz çok farklı. Kimimiz çok yüzeysel, kimimizse daha bütünsel ve derinliğine bakabiliyoruz. Bazılarımızın çok önemsediklerine kimileri hiç değer vermeyebiliyor.
Ama zihnin bir bakıma bilinçli demek olan bu olumlu değişimi için kuşkusuz çaba ve emek gereklidir. İçgörü’de başka türlü gelişme sağlanamaz. Ömür kısa, ne zaman tükeneceği bilinemez ve o yüzdendir ki her ânımız değerlidir ve ‘dünü ile bugünü bir olan zarardadır’.
Bilinçliliğin dinsellikten bir farkı da ‘sonuca koşullanmaması’ dır; çünkü koşullanan bilinç değil zihindir; ve koşullanma söz konusu ise, artık ona ‘değişim’ bile denemez; olsa olsa toplanan verilerin artışı ve şuursuz imanın güçlenmesi olabilir. Zira söz konusu edilmek istenen şey propaganda ile beynin yıkanması değil de tekâmülse, böylesi bir koşullanma gelişimin ve değişimin doğasına aykırıdır. Bir de şu var: Zihin hiyerarşiye de otoriteye de meraklıdır; çünkü sürekli güvence arar, hep sağlam bir dayanağı olsun ister. Karakterinde bağlanma ve bağımlılık vardır. Bilinçse özgür ve yaratıcıdır. O nedenledir ki yaratıcılık da farkındalık da zihinle değil, bilinçle gelişebilir. Bilinçteki bu üretkenlik kuşkusuz zihni de olumlu etkileyecektir; ama tabii ki bilincin özgürce faaliyetinin önündeki engellerin ortadan kaldırılmış olması koşuluyla. Burada akla ve zekâya da görev düşmektedir. Zihnin içinde oluştuğu, serpildiği, beslenip büyüdüğü, biçimlendiği çevreden ve kültürden, eğitimden özgürleşebilmesi kolay değildir. Aksi halde, öylesi bir durumda hele de kalıplaşmış sözcüklerin, sembollerin, düşünsel ve duyusal ögelerin, ritüellerin ötesine geçebilmek hemen hemen imkansız hâle gelir.
Yenilikler ve gerçeklikler karşısındaki tavrımız ve tutumumuz da hep algılamalarımıza, önyargılarımıza, zihinsel oluşumumuza bağlıdır. Keza tedirginliklerimiz, huzursuzluk, kayıtsızlık, kuşkular, endişeler ve korkularımızın tümü, bir anlamda zihinsel koşullanmamızın biçimine ve yoğunluğuna bağlı değil midir?
İşte tüm bunların farkında olabilirsek insanlara daha fazla sevgi ve şefkatle, bize muhalif olsalar da anlayış ve hoşgörüyle bakabileceğiz.
Yeni bir şeye kulak verirken ya da yeni bir bilgiye eriştiğinizde klasik-tutucu zihin, kaçınılmaz olarak kendi öznel birikimiyle ve buna bağlı biçimde oluşmuş görüş açısıyla, anıları ve kodlanmış inançlarıyla tepki verir. Halbuki aynı durumda eğitilmiş bir zihin merak duyacak, ilgi gösterecek; en azından hemen dışlamayarak o taze bilgiyi ve yeni gözlemi bir yerlerde depolayacak ve onu gerektiğinde değerlendirmeye ya da aklın ve zekânın işlemesine hazır halde bulunduracaktır. Üzerini örtmemesi bile onun eğitilmişliğini ve kalitesinin düzeyini göstermeye yeterlidir. Eğer doğru bakabilirseniz, gözlemlemeye hazır ve mütecessis bir zihin ile, önyargılarla yüklenmiş ve olumsuz tepkide bulunmaya koşullanmış zihin arasındaki farkı kolaylıkla anlayabilirsiniz. Bir de bunu duyular arasındaki, düşüncelerin ve tepkilerin aralarındaki boşluklarda, aralardaki o sessizlikte gözlemleyebilirseniz, işte o hep sözünü ettiğimiz “meditatif kavrama”ya ulaşabilmişsiniz demektir. Bu sürenin uzatılması ise meditasyonun ta kendisidir. O zaman, o boşlukta bambaşka bir berraklık oluşacak, bilincin kapıları orada açılacaktır. O durumda artık özgürlüğe, masumiyete ve arınmaya doğru “büyük dönüşüm” başlamış demektir…
Doğru zihin, güçlü zihindir; canlı ve dengelidir; doğru algılayabilme yeteneğine sahiptir; en önemlisi de daha sakindir. O nedenledir ki doğru zihin bilince ve bilinçliliğe yönelmiş, akla değer veren, nispeten özgür, cesur ve gerekli masumiyete sahip bir zihindir… Noksanının ve zaaflarının farkındadır. Akıl, zekâ ve bilinçle işbirliğine hazırdır…, yani ideal bir yarış atı gibi hem enerjik, hem de ehlileşmiş bir zihindir. Kendi özgürlük sınırlarını nelerin daraltmakta olduğunu farkedebilecek olgunluğa erişmiş bir zihin, artık o sıradan zihinden, gelişime ayakbağı olan tutucu zihinden çok farklı bir yapıya ve işleve sahiptir. Yani bir bakıma “meditatif zihin” durumuna ulaşılmış demektir. Böylesine farklı bir algılama düzeyine erişmiş olması nedeniyle daha farklı enerjilerin işlenmesine, hattâ üretilmesine olanak sağlayıp bunun için uygun olan ortamı hazırlayabileceğinin de farkındadır. Boşu boşuna gevezelik etmeyen bir zihin nitelikli zihindir. O artık mekanik, cansız ve engelleyici değildir; aksine yaşamsal, yapıcı ve işbirliği için gerekli hâle gelmiştir. Esasında bu durum zihnin ‘hayatiyeti’ bakımından da önemlidir. Çünkü örselenmiş, yıpranmış, boşinançlarla çarpıtılmış; hırs, tutku ve sevgisizlikle doldurulmuş; otoriteye bağlı ve her türden bağımlılık sahibi bir zihin, bozulmuş ve sakatlanmış bir zihindir. Olumsuz etkilerle boğulmuş, gerilimli böyle bir zihnin erkenden yaşlanması kaçınılmazdır. Çünkü bu, zihni kullanmak değil, yormak demektir. Keşke otomobilimize, hattâ mutfak robotumuza gösterdiğimiz özeni zihnimize de gösterebilseydik… Meditasyonun önemi ve gerekliliği buradadır. Sessizleşemeyen zihin hep yorgun kalacak; o zaman da işlev bozukluklarının başgöstermesi kaçınılmaz olacaktır. Zaten sorunlarımızın önemli bir bölümü de ‘gerçek kendimize yabancılaşmak’tan kaynaklanmaktadır.
Aynı şekilde dinsel bir zihin gerçekte eylemsiz ve ölü, dindar bir zihinse taze ve genç bir zihindir. Çünkü her gün yenilenebilme, arada bir dinlenerek her gün yaşama yeniden başlayabilme yeteneğine sahiptir. Tutucu değil araştırıcıdır, bağımlı değil özgürdür, imanlı değil pozitif ve bilimsel anlamda kuşkucudur; geçmişin edinimleriyle oluştuğunu bilir ama ‘şimdi’de olmaktan rahatsızlık duymaz; kaçınılmaz olarak koşullanmış olduğunun farkındadır bu nedenle de eleştirinin ve özeleştirinin değerini bilecek derecede farklılaşmış ve olgunlaşmıştır. Yani o artık klasik-geleneksel-sıradan zihin değildir.
İşte yeni bir insanlık olarak bizim de yaratıcılığa engel olmayan, aksine yaratıcı akla ve bilince, çalışabileceği uygun ortamı hazırlayan böylesi bir zihne ihtiyacımız var. Doğrusal-kronolojik zamanı da bilen, ama ondan olabildiğince özgür; kökenini ve oluşum sürecini de bilen, ama bağımlılıklarından büyük ölçüde kurtulabilmiş; edinilmiş bilgilerinin her gün her dakika eskimekte olduğunu bilerek yeni bilgi, deneyim ve algılara hazır olabilecek cesarette ve araştıran, sorgulayan, gözlemci bir zihin… Yani ışıktan ve aydınlıktan korkmayan bir zihin.
Peki böyle bir zihni kim yapılandıracak? Tabii ki yine biz.
Zihnin doğru ve düzgün tanımını sözlüklerde arasanız yanıltıcı sonuçlara varabilirsiniz. Nihayetinde bilginin sıhhati, başlangıçta onu hazırlayanın ya da alıntı yapılan kaynağı düzenleyenin yetkinliğine bağlıdır. Bu nedenle, yanılmamak için, yüzeysel bilgi kırıntılarına ve konulan etiketlere bakmaksızın derinden incelemiş olmanız gerekmektedir. Kimi zaman çok ünlü isimlerin dahi bilinci anlattıklarını sanırken gerçekte uzun uzun zihinden sözettiklerini; aklı anlatırken de beyin ve zekâyı nasıl karıştırmış olduklarını hayretle gözlemliyoruz.
Akıldan ve çabuk hesap yapma becerisini geliştirmiş olanların çok zekî sanılması, ya da zihnin odaklanması ile fotografik hafıza uyumunun büyük ölçüde etken olduğu satrançtaki şampiyonların dünyanın en zekî insanları sayılmasındaki yanılgılar da hep buradan kaynaklanmaktadır. Halbuki, belki bir kompozitör ya da ressam, hukukçu, şair… vd. onlardan çok daha zekî olabilir… Kaldı ki bugün için artık soyut bir zekâ kavramından değil de zihnin, akıl ve irade desteğiyle belli bir konuya yatkınlığından ve bunun sonucunda oluşabilen ve geliştirilebilen çok çeşitli zekâ türlerinden söz edilmektedir. O nedenle herşeyden önce jargonu iyi bilmeli, sözcükleri doğru ve yerinde kullanmalıyız.
Bugün artık biliyoruz ki insan bedeninin de kendine has bir müziği (tonalitesi, ritmi) vardır. Nefes alıp vermek dahi gerçekte bedensel müziğin bir türü veya parçasıdır. Bütün organizma belli bir ritimle çalışır ve hayatiyetini sürdürür (nabız, kalp atışı, beslenme saatleri, uyku ve dinlenme süreleri, hareket gereksinimi… vd). Bunlardan birindeki düzen bozukluğu bazen baştan farkedemesek de bütün bir sistemi etkilemektedir. Ve bugün yine duyguların, zihnin ve aklın da, yani her türden psişik oluşumların ve ruhsal yapının fiziksel beden üzerindeki etkileri de artık yabancımız değil (psiko-somatik tıp). Yani psişik dünyamızdaki tonal ve ritimsel bozukluklar fiziksel bedenin dengesini, olağan işleyişini veya herhangi bir rahatsızlık sırasındaki iyileşme sürecini (kendini yenileme, tahammül, tolerans ve bağışıklık süreci bakımından) olumsuz etkilemektedir. Keza düzensiz bir fiziksel yapı da ister ihmal ve bakımsızlık isterse yaşlılık gibi işlem ve yenileme kapasitesinin azalması nedeniyle olsun, bu kez de psişik dünyamızı ve tüm ruhsal yapımızı etkilemektedir. Yani interaktif bir süreç söz konusudur.
Sıradan ve koşullu zihnin muhtemel olumsuz etkilerinden kurtulabilmenin kalıcı yolu, özgürlük ve farkındalık içerisinde bilinçlenmek ve şimdi’de olabilmektir. Aksi halde, daha alt düzey işlemler için gerekli olan zihin, zamanla insanın bilinçlenmesinde ayakbağı olmaya başlayacaktır. Zihnin yardımıyla, bileşenlerinin niteliğinin artırılması ve nispeten iyi eğitilmiş duruma getirilerek doğru bilgilerle desteklenmiş olunması halinde, doğru da işletilebilirse tabii ki bazı ‘gerçeklikler’e ulaşılabilir. Ama ‘gerçeğe’ ulaşabilmek için zihin yine de yeterli olamaz; mutlaka ‘bilinç’ gereklidir. Ne kadar saf, gölgelenmemiş ve karartılmamış ise bilincin gerçeğe ulaşabilme potansiyeli ve yeteneği o kadar yüksektir. Nedeni gerçeğin ancak ‘şimdi’de bulunabilecek ve ‘anlık’ olmasıdır. Bir bakıma gerçek her zaman tazedir. Burada bilinçdışı’ndan ve alt-bilinç’ten sözetmiyoruz. Geçmişten özgür, gelecekten bağımsız, şimdi’de işleyen gerçek bilinçten sözediyoruz. Krishnamurti, Wittgenstein, Gurdjieff ve Laing’in her zaman doğru, ama nedense hep parça parça ve eksik tanımlamış oldukları bilinç’ten… (tabii burada dilimize çevirilirken yapılmış olan hatâlardan hiç sözetmiyoruz).
Zihin sürekli olarak ya geçmişe ya da geleceğe doğru çalışır. Bu durum kaçınılmaz olarak bizi şimdi’den uzaklaştırır. Oysa ki bilinç şimdi ile, ‘gerçek şimdi’ ile ilgilidir. Çünkü öylelikle etkin ve var olabilir, olmalıdır da. Bu aynı zamanda gerçek insan olabilmenin de gerekliliğidir. Bu nedenle zor olan, gayret isteyen, ‘çalışma’ gerektiren bilincin açıklığı ve sıhhatidir, zihnin değil. Zihin bir biçimde kendi başına ve zahmetsizce, spontane olarak varolabilir. Ama spontane bir bilinçten söz edemeyiz. Çünkü zihin koşulludur; ama kastettiğimiz gerçek bilinç koşullandırılamaz; sadece devre dışı bırakılabilir. Bilinç devre dışı bırakılırsa size dayatılan her türlü hurafeyi düşünmeden, irdelemeden kabul edebilecek hâle getirilirsiniz. O nedenledir ki onun her an canlı ve işler biçimde tutulabilmesi gerekir. İşte bu da ‘farkındalık’la mümkündür. Zaten gündelik dilde ‘bilinçlilik’ veya ‘bilinçlenmek’ dediğimiz şeyler de gerçekte zihinden bilince yönelmek ve onu daha etkin biçimde kullanabilmek demektir.
Örneğin teoloji (ilahiyat) bilim değildir, çünkü bilim sayılabilmek için gereken hiçbir şartı taşımayan bir uğraş alanıdır. Konusu itibarıyle de, yöntemleri itibarıyle de bilimsel olabilmesi mümkün değildir; çünkü din ve inanç söz konusu olduğunda pek çok sayıda ön kabulle işe başlamak ve hiç eleştirmeden, kuşku duymadan, deneyimlemeden, dinin temel prensipleriyle aslâ çelişmeksizin, korkarak ve korkutarak hep aynı ısmarlama çıkarımlamalara varmak ya da vardığınızı sanmak zorundasınızdır. İlahiyatla uğraşırken bilinci kullanamazsınız, zihni kullanmanız yeterlidir. Böyle bir bilim ve böylesi bir bilimsellik olabilir mi? Keza teoloji, sonsuza kadar doğru ve değişmez olduğu iddia edilen ifade ve kabullere (dogmalara) ve daha başlangıçta tartışılamaz sözde hakikatlere dayandığı için de bilimsel değildir. Ve dayanağı yine, dünya durdukça doğru kalacak bir sistem olan din ve onun esasları… Böyle birşey olabilir mi?
Teoloji eğitiminde üzerinde çalışılabilecek konular belirlenmiş ve her biri de kendi içinde sınırlandırılmıştır. Kelâm, akâid, fıkıh, tefsir, hadis, … biraz da tasavvuf tarihi (ama dikkat ediniz, tasavvufun kendisi değil). İlahiyat fakültelerinde özgür aklın yeri de değeri de yoktur. Yani diğer inançları ve düşünce sistemlerini sürekli hor görmek, küçümsemek, kendinizinkiniyse hiç durmadan yüceltmek ve ona uygun kanıtlar türetmek zorundasınızdır. Bunu en iyi yapanlar o bilim dalının (!) gelecekteki hocaları olurlar. İşte bu nedenle maalesef ülkemizde gerçek anlamda din eğitimi verilmemektedir, geçmişte de verilmemiştir. Çünkü din eğitimi adına yapılmakta olan şey, sadece belli bir inancın ve o inanca ait ibadet biçimlerinin öğretilmesi ve ısrarla dayatılmasıdır.
Bu biçimiyle ilahiyat günümüz insanlarını geri bırakan, ruhsal gelişimlerini engelleyen, zihinsel özgürlüklerini ve onun serbestçe oluşumunu kısıtlayan; üstelik bir de korkularla donattığı için yaşamsal hoşnutluklardan da alıkoyan en önemli etkenlerden birisi hattâ başlıcası olup çıkıyor.
Din ve dinselliğin ‘zihinsel’, gerçek anlamdaki dindarlığınsa ‘bilinçsel’ olduğunu söylerken kastettiklerimiz bunlardır.
İlahiyat insanın içsel özgürlüğünü engeller; vicdanına ipotek, iradesine ambargo koyar. Görsel ve yazılı medyada halkın önüne çıkan ilahiyatçılara bakınız. Hiçbirinin bir türlü rahat ve özgür olamadıklarını, daha doğrusu ‘kendileri’ olamadıklarını; korku, endişe ve gerilimi sürekli yaşayan, hoşgörü yoksunu, sürekli belli kalıplarla düşünmeye (tabii sözde ‘düşünmeye’) zorlanmaktan huzursuz ve sinirli kimseler haline geldiklerini kolaylıkla göreceksiniz. Çünkü bilmeden inandıkları şeyleri büyük hakikatlermiş gibi öne sürmek, sonra da onlara kanıt, mazeret ve gerekçe aramak zorunda bırakılmışlardır. Böylesine dinsel kuram ve kavramlara bağlanırsanız diyalektik, hattâ analitik düşünmenin dahi olanaksız hâle gelmesi kaçınılmazdır.
Oysa ki aydınlanma yolundaki bir kimsenin hayatın değişmezliğini, insanların ve fikirlerin durağanlığını kabul etmesi, üstüne üstlük bütün yaşamı boyunca da bunları bilmeden savunmak zorunda kalması düşünülebilir mi? Tabii bunun için de siyasetçilerle kol kola olmak zorunda bulunduklarını takdir ediyoruz. Çünkü çıkarları özdeştir, o nedenle de birbirlerinden yardım ve destek almak zorundadırlar. Yeni insan, bunu farkedebilen insandır.
Din adamının ruhsal yapısını dinin temel yapısından ayrı düşünemeyiz. Şöyle ki; kulluğu temin için dinler korkuyu kullanmak zorundadır, bu amaçla başvurulacak figür günah, günahın karşılığı cezalandırılma, bütün cezaların tek tip ceremesi de cehennemde yanmaktır; hani şu erimiş kızgın demirin dahi ancak dondurma sayılabileceği şiddetli ateşin olduğu yer. Ama işte o günah kavramı ve o aynı cehennem, aynı zamanda din adamının elindeki en büyük koz ve zorlayıcı sanal kuvvettir. Din adamı sizi doğru yola sokarak günahlardan alıkoyacak, onun sonucunda da bilerek veya bilmeyerek işleyebileceğiniz günahlara engel olmanızı sağlayarak nihayetinde sizi cehennem ateşinden korumuş ve kurtarmış olacaktır. Bir de yine onlara göre ve onların tanımladığı biçimiyle tanrıya kulluk ve kölelik zorunluluğunu da buna ekleyin… bakalım kendinizi nerede bulacaksınız? Hani dinde aracı yoktu..! Ama dinadamına duyulacak gereksinim için önceden korkutulmuş ve iman ettirilmiş olmak gerekmektedir. Özetle din tanrının değil, dinadamının hizmetindedir… Böylesi bir korkudan özgürleşebilirseniz kendi çıkarını korkuyla yaratmış olan dinadamına ihtiyaç kalmaz; o vakit onları yetiştiren okullara ve tüm diğer kurumlara da gerek kalmayacaktır. Peki böylesi bir istismar müessesesinin ortadan kalkmasını bu ortamdan nasiplenenler, nemalananlar isterler mi? Toplumun din duygularını istismar eden dinadamlarıyla politikacılar, ortak çıkarları zarar göreceği için böyle bir şeye razı olabilirler mi? Korkuya ve cezalandırmaya dayalı dinler insanlığa geçmişte rahat, huzur ve mutluluk getirebildiler mi, peki bugün verebilirler mi?
Dinseller kendi dininden ve inancından olmayana, kendileri aksini söylese de, hiçbir zaman saygı duymazlar. Bırakınız diğerlerinin de bu varoluşun bir parçası olduklarını idrak edebilmeyi, tam aksine onları muhalif, mel’un, dünyayı karıştırıp huzuru bozan ve cezalandırılmaları gereken müşrik ve günahkâr kimseler olarak görürler. Yani kendileri gibi inanmayan tüm diğerleri kötüdür. Onlar peşinen, iki cihanda da saadeti haketmeyen suçlulardır.
Yapılacak şey şudur: Madem ki korkunun tüm sevgi potansiyelinizi yokettiğini ve sevgisi azalan insanın da şefkatsiz ve merhametsiz kaldığını artık biliyoruz; o halde makamı ve unvanı ne olursa olsun tüm dinadamlarını boşverip korkularımızdan sıyrılmak; tanrıdan korkan değil de olabilirsek tanrıyı seven birisi olmaya bakmak. Bakın o zaman bütün dünya nasıl bambaşka bir yer olup çıkıyor. O zaman kendini tanrıya karşılıksız şükrederken bulursun. Şükranla nefes alır, yemeğini şükürle yer, suyunu şarabını şükürle içer, her yeni doğan güne minnet duyarsın. Tüm yaşamın sevgi ve meditasyon olur. Halbuki hiçbir teist veya ateist bunları duyumsayamaz. Yeni ve gerçek dindarlık işte budur… Zaten koşulsuz doğal dindarlık da mutluluğa giden tek yoldur. O yolun neresinde olduğunuzun hiçbir önemi yoktur; sadece yolda olmanın, olabilmenin önemi ve değeri vardır.
Mantra, zikir, ilahi, şartlı dua, karşılık gözetmeyen samimi dua, bazı özel meditasyonlar… tüm bunlar biçimsel olarak birbirine benzetilebilirler. Belki amaçları aynı gibi de görülebilir; ama işlevleri ve sonuçları çok farklıdır. Tümü de kimyasal, ruhsal ve zihinsel değişimlere neden olurlar, hattâ belli bir biçimde ama farklı türlerde enerjiler üretirler. Kaldı ki onları uyuşturucu yerine kullanmak da mümkündür. Artık çok iyi biliyoruz ki ideal zihin hâli, zihnin hüküm vermeksizin izleyebilen, kıyaslama ve yargılama yapmadan sessizliğe ulaşabilmiş olduğu haldir. Böyle bir zihne erişebilmekse çabasız mümkün değildir.
Yukarıda sayılanlardan zihne en fazla bağlı olanları mantralar, ondan en fazla uzaklaşabileni ise meditasyondur. Zihnin yaratıcılığa engel olmaması için onun etkilerinden mümkünse tamamen kurtulabilmek gerekir ki bu başlangıçta hiç de kolay değildir. Zihin boşaltılmadıkça ya da boşlanmadıkça özgürlüğe ulaşılamaz. Boşaltılması sürekli özgürlük, boşlanabilmesi süreli (ya da geçici) özgürlük hâlidir. Koşullanma, istenmeden de yani kendiliğinden de olabilecek birşeydir; ama içsel özgürlüğe istenmeden erişilemez. Tıpkı bunun gibi yaratıcılık için de zihinsel koşullanmışlıktan kurtulmak gerekiyor; aksi halde ancak tekrarcı, geçmişte varolmuşu yorumlayıcı, ya da kopyacı olunabilir.
Keza kendinden geçme bir zihin hâli olmasına karşın vecd, samadhi, moksha, nirvana… gibi durumlar birer bilinç hâlidir. Bilinçlilikte kendinizi, aklınızı şuurunuzu yitirmezsiniz; sadece sahte benliğinizden kurtulursunuz. Bu kurtulma hâline mantra ile erişilemediği gibi zikirle de varılamaz. Her ikisi de olsa olsa ancak birer başlangıç egzersizi olabilirler. Çünkü her iki yöntem de zihni serbest bırakmaz, ondan vazgeçmez; sadece ‘zihne baskı uygular’. Bu baskı sonunda, örneğin zikir sırasında kontrolden çıkıp garip şeyler, ilginç hareketler yapabilir, acaip tepkiler verebilirsiniz (ağlamak, titremek, aşırı sallanmak, bağırmak… gibi). Bütün bunlar zihnin henüz işin içinde, hem de aktif biçimde işin içinde olduğunu ve bir türlü sakinleşemediğini, gerilimini daha üst bir enerjiye dönüştüremediğini gösterir. Sakinleştirilememiş bir zihinse zaten ehlileştirilemez. Halbuki karşılık gözetmeyen ve varoluşa şükranı ifade eden samimi dualar esnasında zihin yavaşça ve nispeten sakinleştirilmiştir, meditasyon sırasında ise çoktan aşılmış demektir.
Zihin her zaman kendi kalıpları içerisinde kalarak tatmin olmak ister; belli hedefleri ve özlemleri vardır, ama sürekli kendi arzuladığı biçimde. Oysa ki bilincin tatmin gibi bir derdi yoktur; o zaten tatminin, doyumun söz konusu bile olmadığı, ya da onların çoktan aşılmış olduğu bir merkezden, başka bir boyuttan, kısacası tanrısallıktan gelir. Bilinç geçiciliklere, sınırlı ve süreli olan şeylere gerçekte ilgi duymaz; sadece izler; onların zihin, akıl, irade… için önemini ve anlamını da inkâr etmez. Ama bilince göre onlar ancak hayatın tadı-tuzu, baharatı olabilir; o nedenledir ki bilinç, bütün bunlar ne kadar önemli ve gerekli gibi görünseler de tanrısallığın sadece onlarla veya onlar sayesinde çiçek açmayacağını da iyi bilir. Çünkü bunlar, daha üstün bir yaşam ve daha üst yaşamlar için gereklilikler değildir; gerekli olanlar bilinç, meditasyon, sevgi, şefkat ve bilgeliktir (merhamet, aşk, özgürlük, cesaret, farkındalık… da zaten hep birlikte ve bir arada olunan şeyler; ama onlar burada saydığımız aslî unsurların bir bakıma türevleridirler). Bu aynı zamanda çok daha farklı ve derin bir kavrayışa sahip olmak demektir.
Bütün bunların anlaşılması, farkına varılması yaşamı bütünüyle meditasyon sürecine dönüştürecektir… Yani varolanın yansıtılması ya da yorumlanması yaratıcılık değildir. Yaratıcılığa varolanı özümseyerek ama ondan da özgürleşerek, içsel anlamda özgünleşerek, gerçek anlamdaki tekbaşınalıkla ve farkındalıkla erişilebilir; yani söyleyecek, yapacak, gösterecek, sunulmasına vesile olduğunuz yeni birşeyleriniz olmalıdır. Ardından da onları yeterince aktarabilme, ifade edebilme, hissettirebilme becerisi ve yeteneği gelir ki işte işin eğitim ve zekâ ile geliştirilebilecek olan tarafı budur.
Şimdi birlikte irdeleyelim: Obje belirsizse, hattâ hakkında hiçbir şey bilinemiyorsa, sözde düşünmek ya da düşündüğünü sanarak yanılmak daha da mümkün ve muhtemeldir. O nedenledir ki meditasyon düşünmek değil, aksine zihinden ve düşünceden sıyrılmaktır; çoklarının sandığı gibi derin düşünmekse hiç değildir.
Dinsel kavramlar söz konusu ise; daha önce hiç görmediğiniz, bilmediğiniz, gerçekte varlığını hiç hissetmediğiniz (ama körü körüne iman ettiğiniz) şeylerle; yani gerçek nesnelerle değil de zihinsel imgelerle düşünmeye çalışır, bununla da kalmaz, sorulduğunda onları ‘düşündüğünüzü’, hattâ hiç bilemediğiniz halde bilinçsizce ‘sevdiğinizi’ söylersiniz. Siz de öyle sanırsınız da ondan. Oysa ki bu gerçek değildir ve olamaz. Aslında hiçbir önemi ve değeri olmayan tamamen sanal ya da imgesel şeylerle vakit öldürmekten ve kendi kendinizi kandırıp inandırmaktan başka birşey yapmamışsınızdır. Çünkü dinsel buyrukları yerine getirmeden önce ne onları ne de onların koşullu sonuçlarını deneyimleme imkânınız olmadığı gibi, yorumlama hakkınız da yoktur. Bütün yorumlamalar sizin adınıza ve sizin için, dinkoyucuları ve daha sonra gelen dinbüyükleri tarafından yüzlerce, binlerce yıl önce yapılmış ve itirazsız uymanız gereken buyruklar ve kayıtsız şartsız itaat etmeniz gereken vazgeçilemez ve itiraz edilemez, hattâ hiçbir biçimde kuşkulanılamaz, değişmez hakikatler haline getirilerek önünüze konulmuştur.
Halbuki yaşamın gizemine rutin ibaderlerle değil de şiirle, estetikle, dansla ve müzikle de varılabilir; ya da bütün bunlar onun anlaşılmasını kolaylaştırabilirler. O nedenledir ki eski Zen üstadları şiir yazarlar, desen çizerler, tapınaklarda müzik çalarlardı. Aynı şeyi sufîler de yapmış, mevlevîler buna bir de dansı eklemişlerdir. Demek ki bu kadarına bile büyük tepki koyan şeriatın bağnazlığı ve engellemeleri olmasa, sufîler bize çok daha özgür, hoşgörülü ve yaşanabilir bir dünya bırakabileceklerdi. Oysa ki sözcüklerin ötesindeki düşüncenin ruhuna, oradaki tanrısallığa müzikle, sanatla, estetikle ve yaşamı güzelleştiren onca şeyle erişebilmek ne kadar muhteşem ve eşsiz birşey olurdu.
Zaten eğer yeterli yetişkinlikte iseniz onu akan suyun sesinde, rüzgarda, kuşların cıvıltısında bulabileceğiniz gibi Handel’de, Sakamoto’da da bulabilirsiniz, mevlevî âyininde de… Veya Leonardo’da, Michelangelo’da, Milo’da… ve tüm diğerlerinde. Aslında sanat toplum için de, sanat için de değildir; sanat anlayabilen içindir…, onun için de bir yanıyla tanrısaldır… Sanatçılar dünyayı güzelleştiren, onu ‘yaşanacak yer’ haline getirenler ve ‘yeniden yorumlayanlar’dır. O nedenle dinadamları sanatçıları sevmezler, onlara hep kuşkuyla bakarlar. Çünkü gerçek sanatçılar, yaratıcılıkları gereği dinsel de tutucu da olamazlar. Sanatçının ruhu özgür, zihni bağımsızdır.
Sözcükler, biçimler önemini yitirdiğinde; renklerin, seslerin, bütün bu formların ve araçların ardındakine erişilebilindiğinde ortaya çıkabilen şeydir gerçek sanat… ve gerçek sanat tanrısallığın çeşitli biçimlerde yansıması ve algılanabilir hâle gelmesinden başka birşey değildir. O zaman başka ve çok farklı bir enerjinin akışa geçtiği farkedilecektir. Bu da bir bakıma sıradan aklın ve tekdüze zihnin ötesine geçiştir…